günce lan sözüm bi sana geçiyor o yüzden dur da sana biraz entellik yapayım.
belki bilirsin günce michel foucault diye bir amcamız var. amcamız parıldayan kel kafası, entel havası veren gözlükleri ve kondom kullanmadığı için aids den ölmesiyle öne çıkıyor. bazıları onun için post-modern filozof diyor bazıları da foucault, derrida vs gibi isimler filozof değildir düşünsel alanda yeni bir şey sunmamışlardır diyor. foucault yu anlamak için söylem (discourse-diskur) kavramı özellikle iyice idrak edilmelidir. çünkü foucault ya göre söylem tüm kaleleri ele geçirmiştir, bu öyle derin ve güçlü bir fetihtir ki diskura karşıt oluşan yani muhalif söylemler dahi diskurun içinde kendilerine yer bulabilmişlerdir. işte bu noktada şunu not etmeliyiz. diskur bir dilsel biçimdir. yani diskur öyle bir dildir ki zihinleri her taraftan kuşatmıştır. zihinler bu etkinin dışına çıkabilecek durumda değillerdir. çünkü zihinler aynı dil üzerinden konuşmakta ve aynı dil üzerinden düşünmektedirler. mesela sembollerle doldurulmuş zihinler... bu zihinlerin üreteceği her tür fikir her tür davranış doğuştan diskura bağımlı ve hatta diskurun içine doğmuş kabul edilebilir.
işte diskurun bu kuşatıcı, fethedici, yıkıcı ve kapsayıcı etkisinden kurtulabilmek için ya da bir nebze bu etkiden sakınabilmek için foucault bir çözüm geliştirmiştir. bir uzay aracı yörüngede belli bir noktaya yerleşmezse ya hızla dünyaya düşer ya da sonsuz uzayda sürtünmesizlikten dolayı sonsuza doğru yol alır. fakat eğer yörüngeye oturursa o noktada durur ve dünya etrafında döner. bu da nereden mi çıktı?
las meninas isimli makalesinde foucault entelektüelin rolüne dair belli saptamalar yapmıştır. diego velazquez in ünlü tablosundan esinlenerek yazılmış makale bu tabloya atıf yaparak sözü entelektüelin rolüne getiriverir. tıpkı tablodaki ressamın resmi oluşturan asıl öğelere uzak duruşu hatta kenar bir köşeye ilişmiş hali gibi entelektüel de topluma ilişmiş bir halde bulunmalıdır. ressam tablosunu çizdiği mizansenin kenarında dururken bunu kanvasa da aktarmaktadır. diğer bir değişle birey hem sosyal gerçekliğin yaratıcısı hem de öznesidir. ve bu ilişik hal sosyal gerçekliği çözümlemek için en uygun alandır.
buraya kadar hiçbir sorunumuz yok. hatta keyifle okuyup ağzımızı yaya yayada gülümsüyoruz. fakat dil konusuna tekrar dönersek eğer bu ilişikte duran ressam ya da aydın hala diskurun sembolleri kelimeleri özne yüklem ilişkileri vs bağlamında bir bakış açısına sahipse tasvir ettiği gerçeklik de tepetaklak diskur içine yuvarlanıverecektir hiç şüphesiz. bu anlamda ilişikte duran aydınımız ya da entelektüelimiz yaptığı çözümlemeyle diskurun kenarına ilişmiş pozisyonunu kaybedip tepetaklak diskurun içine düşüverecektir. o zaman dil bu noktada hayati önem taşıyan bir araca dönüşüverir.
elbette burada dilden kastettiğimiz yalnızca konuşma dili değildir. burada dilden kastettiğimiz bir anlatım biçimi olarak yaşamdır diyebiliriz. nitekim yine foucault ya atıf yaparak ilerlersek "neden hayatlarımızdan sanat eserleri yaratmıyoruz" diyen de foucaultdur. bu anlamda dili hayatı yaşama biçimi olarak kabul edebiliriz diye düşünüyorum. asıl sorunumuza dönüp tekrar sert ve soğuk bir yüzleşmeyle diskura dönersek dil sorunsalı devsas bir mermer blok gibi orada dikilmektedir.
öyleyse bu dil sorunsalına dair bir argüman geliştirmek zorundayız. önce kısa ama çarpıcı örnekler vererek konuyu istediğimiz yöne doğru çekme gayretine girişelim. stalkerı çekebilmek için andrey tarkovski çernobilin radyoaktif bölgesine girmiştir. yani riski bilerek ve isteyerek üstlenmiştir. zaten birkaç yıl içinde de kanserden ölmüştür.
hayatı diskuru tanımlamak ve onu tanıtmaya çalışmakla geçen foucault kondomun, diskurun cinsel hayatlarımıza bir müdahelesi olduğu fikrini savunmuş ve kondom kullanmayı reddetmiştir. bu reddedişi onu aids hastalığıyla başbaşa bırakmıştır. dahası var dostlar, martin edeni intihar ettiran adam intihar etmiş, anna kareninayı bir tren altında öldüren adam bir tren garında son soluğunu vermiştir. bütün bu ölümleri okurken gülümsemediysediyseniz sizleri tekrar okumaya davet ederim. çünkü bu ölümler foucault nun bahsettiği hayatından sanat eseri yaratan insanların diskurun nasıl da köşesine iliştiklerinin yaşayan kanıtları gibidir. diskurun köşesine ilişen dil hiç kuşkusuz güçlü kuvvetli ve yarı-dünyalı bir dildir. ironidir.
işte şimdi en can alıcı yere doğru elimizde kılıcımızla koşmaktayız. birisi size şöyle bir hikaye anlatsa ona gülümsemez misiniz?
bir adam. mühendislik bitiren bir adam, bilimin en mekanik yanlarıyla içli dışlı olmuş bir adam, kalkıp bir roman yazsa ve romanında insanın en mekanik olmayan en görünmez en dokunulmaz en "tutulmaz" yerlerini saptasa ve bunları tutunamayanlar ismi altında yayınlasa. romanın kahramanı selim günlüğüne beynimde ur var galiba diye yazsa ve banyoda ölse ve romanın yazarı da beyninde çıkan bir ur yüzünden yıllar sonar bir banyoda gözlerini hayata yumsa...
romanlarının ve romancılığının kıymeti yaşarken bir türlü anlaşılmasa, ve bu adam öleceğini öğrendiğinde eski bir sevgilisiyle evde otursa ve birbirlerine karşılıklı ölüm şiirleri okusalar. ve hepsini kapsayan bir "şey" olarak bu adam bütün romanlarında dil olarak "ironi"yi kullansa. yani yaşadığı gibi ölse. yani yaşamakla aldığı o derin o engin o tarifsiz sorumluluğu ölümüyle tamamlasa. tıpkı diğerleri gibi. tıpkı onların hikayelerindeki sorumluluğun, hayatlarını sanat eseri yapışlarının ve yaşamı yaratmak uğruna yaşamalarının derin ironisi gibi. tam çeperde kalan. diskuru yıkıp geçen. diskuru hepimiz için görünür kılan ve belki bir nebze de olsa yıkan ve yakan. öyleyse tekrar aynı şeyi söylemek durumundayız bir toparlama olması bakımından da belkide. dışta duran, tam kenarda, tam ilişikte duran duruş tek başına yeterli değildir. o duruşun kendi eğretiliğini ifade edebileceği ve bir anlamda sembollerden ve diskurdan bağımsızlaşmış kendi hayatını kuran ve o hayatı sanatsallaştıran bir dile de ihtiyacı vardır. ve bu dil ironidir.
bu yazı ismini hiç anmadan, bir yazara, yüreğimin derinliklerinden sevgi dolu bir saygı duruşudur.
20 Mart 2009
3 Mart 2009
I-II
I.
karşısındaki kalabalığa baktı
ellerinde içkileri, nezaketten kırılmak üzere olan dudakları, burunları, gözleri ve kulakları vardı.
sanki göz, kulak, burun değildiler de nazik olmaya çalışan "şey"lerdi. şeyler. eşya.
"sizlerle bir şeyler paylaşabileceğimi bilsem bir saniye bile duraksamadan paylaşırdım" diye geçirdi içinden. bu devasa iki-üç-beş-sekiz ve katları maskeli kalabalık ona sadece yabancı geliyordu.
o da kendini unutmaya çalışıyordu. unutursa belki bir buz kütlesinin ılık suya karıştığı gibi bu kalabalığa karışabilirdi ve onlardan biri olabilirdi. neden olmasındı. ah bir unutabilseydi. unutamıyordu. fazla kendini önemseyen bütün sarsak ve aşırı onurlu insanlar gibi, kendisinin üstesinden gelemiyordu. kendisini fazla ciddiye alan, fazla seven, fazla gören ve bu görüşüne bütün dünyayı uyduran insanlar... onlardan korkun... birden yıllar öncesinden bir hocası geliverdi aklına. "bu ülkeden uzaklaşıp dışardan bakma fırsatını bulunca farkettim ki burada kimse sade vatandaş olmak istemiyor, herkes bu ülkeyi kurtaran adam, kahraman, büyük adam vs olmak istiyor."
hocasının alaycı yüzü ve bu sözler aklına üşüşünce elindeki şarap kadehi çok ani ve sert bir tiksinti hissi uyandırdı içinde. kadehin ağzını dudaklarına yaklaştırdı, yudumu almak üzereyken, "ben bir kahramanım" diye fısıldadı şaraba ve bir yudum alıp tekrar kalabalığı izlemeye koyuldu.
II.
odasına döndüğünde vakit henüz geceyarısını bulmamıştı. içtiği bir kaç kadeh şarabın etkisiyle kendini bitkin ve işe yaramaz hissediyordu. suskun ve aksak hareketlerle kapıyı açıp içeri girdi.
üzerindekileri çıkarıp değiştirmek için yatak odasına girdi, küçük dolabından pijamalarını çıkardı, üzerindekileri tek tek özenli bir şekilde katlayıp dolaba yerleştirdi, pijamalarını giydi ve mutfağa geçti, büyük bir bardağa su doldurup yazma odasının yolunu tuttu.
bir mutfak bir banyo ve iki adet küçük odadan oluşan bu "derli toplu" eve, odam diyordu, zira alan hesabına vursak bütün bu ev aklı başında ev denecek bir yerin ancak bir odası kadar büyüklükteydi.
yazma odasına girdiğinde gözüne ilk anda yıllardır alışkanlıktan hiç de gözüne batmamış olan duvardaki yağlı boya resim takıldı. sandalyesine oturamadan öylece bakakaldı. hayıflandı. "nasıl olur da böyle müthiş bir tabloya 'alışabilirim', olsa olsa bir dangalağım ben, bu renklere, bu anlatıma, bu en duygusuz insana kafayı yedirtebilecek kadar hisli manzaraya nasıl olur da alışabilirim, olsa olsa bir dangalağım ben"
ayakta ne süre dikildi algılayamadı fakat dizleri çözüldüğü anda kendini zorlukla sandalyeye bırakıverdi. sandalyeye yerleşirken elindeki büyük bardaktan bir miktar su yere döküldü. bardağı çok acelesi varmışçasına masaya bırakıverdi.
sandalye de çalışma masası gibi özel olarak yaptırılmıştı. rusya ve sibiryadan ithal edilen birinci sınıf sarı çamdan kendi çizimi üzerine imal ettirdiği sandalye ve masa tamamen kendi beden ölçülerine uygun biçimde yapılmıştı. diz boyu, dirsek boyu ve bunun gibi ayrıntılı ölçüleri almış ve rahat edebileceği masayı çizmişti. üzerinde hiç bir işleme olmayan bir masaydı. son derece sade ve gösterişten uzak.
masanın üzerinde bir tomar beyaz kağıt, kağıtların üzerinde siyah antika bir dolma kalem ve masanın karşı ucunda da yine antika bir kırmızı daktilo durmaktaydı. sandalyeye kendini bıraktığında, sandalyenin üzerindeki krem rengi kumaşla kaplı minderden biraz toz çıktı. toz odanın loş ışığında büyük bir yavaşlıkla havada uçuştu. patates yiyenler tablosu, bu toz, loş ışık ve içtiği bir kaç kadeh şarap onda zamanın yavaşladığına dair bir his uyandırdı. ama bunu düşünmedi. sadece hiseediverdi ve üstesinden geldi. döner sandalyeyi arkaya çevirip tekrar yağlı boya resmi izlemeye başladı. sanki resim hareket ediyordu. o karanlıktaki hazin bakışlı kadınlar aralarında bezgin bir sohbete dalmışlar ve söyledikleri de duyuluyormuş gibiydi. odadaki o yılgın ışık, kadınların yüzündeki anlamsız aydınlık ve hepsinden ötede yoksulluk denemeyecek boyutta bir sefalet. van gogh'u delirten ve ne pahasına olursa olsun anlatmak zorunda hissettiği bu derin bu akıl almaz bu saçma sapan sefalet.
arapça öğrenmek için mısır'a gittiğinde bir fransız misyonerle tanışmıştı iskenderiyede. dünyanın en eski şehirlerinden birinde, ressam bir misyoner, akdenizi uzak bir köşeden gören teras bir ev ve karşı konulmaz bir teklif...
fransız misyoner terasta yedikleri yemeğin ardından, "senin için yağlı boya bir resim yapmak istiyorum, beğendiğin bir resim varsa bana söyle eğer bir şey söylemezsen ben kendi kafamdakini senin için resmedeceğim."
akşamın kızıllığı akdenizi kızıl bir denize çevirmişken aldığı bu içini zevkten köpürten teklif onu heyecanlandırdı. ama hafifçe kızaran yüzü dışında dışarıya hiçbir belirti yansıtmadı. bir resim söylemenin ne kadar nezaketsizce olacağının kesinlikle farkındaydı. fakat bu kadar iyi bir ressam bulmuşken o hep hayalindeki tabloyu çizdirmekten nasıl imtina edebilirdi. kendine söz geçiremiyordu. birden dudakları hafifçe aralandı "van gogh!" deyiverdi. fransız şaşırdığı zamanlarda yaptığı üzere "oui" diye mırıldandı. ah nasıl bir utançtı bu, nasıl bir nezaketsizlikti bu yaptığı, tamamen size bırakıyorum demesi gerekirken yine içindeki o koca adam ona sahip olmuş ve ona "van gogh" dedirtmişti. her iki tarafın da ilk şaşkınlıkları geçtiğinde fransız kendini toparlamış bir yüz ifadesiyle "van gogh'a büyük bir hayranlık beslerim fakat en zor ressamlardandır hangi eserini çalışmamı istiyorsunuz acaba benden" dedi. derin bir nefes alınca yüzündeki bütün kızarıklık geçen O. hiç tereddüt etmeden "patates yiyenler" diyebildi.
karşısındaki kalabalığa baktı
ellerinde içkileri, nezaketten kırılmak üzere olan dudakları, burunları, gözleri ve kulakları vardı.
sanki göz, kulak, burun değildiler de nazik olmaya çalışan "şey"lerdi. şeyler. eşya.
"sizlerle bir şeyler paylaşabileceğimi bilsem bir saniye bile duraksamadan paylaşırdım" diye geçirdi içinden. bu devasa iki-üç-beş-sekiz ve katları maskeli kalabalık ona sadece yabancı geliyordu.
o da kendini unutmaya çalışıyordu. unutursa belki bir buz kütlesinin ılık suya karıştığı gibi bu kalabalığa karışabilirdi ve onlardan biri olabilirdi. neden olmasındı. ah bir unutabilseydi. unutamıyordu. fazla kendini önemseyen bütün sarsak ve aşırı onurlu insanlar gibi, kendisinin üstesinden gelemiyordu. kendisini fazla ciddiye alan, fazla seven, fazla gören ve bu görüşüne bütün dünyayı uyduran insanlar... onlardan korkun... birden yıllar öncesinden bir hocası geliverdi aklına. "bu ülkeden uzaklaşıp dışardan bakma fırsatını bulunca farkettim ki burada kimse sade vatandaş olmak istemiyor, herkes bu ülkeyi kurtaran adam, kahraman, büyük adam vs olmak istiyor."
hocasının alaycı yüzü ve bu sözler aklına üşüşünce elindeki şarap kadehi çok ani ve sert bir tiksinti hissi uyandırdı içinde. kadehin ağzını dudaklarına yaklaştırdı, yudumu almak üzereyken, "ben bir kahramanım" diye fısıldadı şaraba ve bir yudum alıp tekrar kalabalığı izlemeye koyuldu.
II.
odasına döndüğünde vakit henüz geceyarısını bulmamıştı. içtiği bir kaç kadeh şarabın etkisiyle kendini bitkin ve işe yaramaz hissediyordu. suskun ve aksak hareketlerle kapıyı açıp içeri girdi.
üzerindekileri çıkarıp değiştirmek için yatak odasına girdi, küçük dolabından pijamalarını çıkardı, üzerindekileri tek tek özenli bir şekilde katlayıp dolaba yerleştirdi, pijamalarını giydi ve mutfağa geçti, büyük bir bardağa su doldurup yazma odasının yolunu tuttu.
bir mutfak bir banyo ve iki adet küçük odadan oluşan bu "derli toplu" eve, odam diyordu, zira alan hesabına vursak bütün bu ev aklı başında ev denecek bir yerin ancak bir odası kadar büyüklükteydi.
yazma odasına girdiğinde gözüne ilk anda yıllardır alışkanlıktan hiç de gözüne batmamış olan duvardaki yağlı boya resim takıldı. sandalyesine oturamadan öylece bakakaldı. hayıflandı. "nasıl olur da böyle müthiş bir tabloya 'alışabilirim', olsa olsa bir dangalağım ben, bu renklere, bu anlatıma, bu en duygusuz insana kafayı yedirtebilecek kadar hisli manzaraya nasıl olur da alışabilirim, olsa olsa bir dangalağım ben"
ayakta ne süre dikildi algılayamadı fakat dizleri çözüldüğü anda kendini zorlukla sandalyeye bırakıverdi. sandalyeye yerleşirken elindeki büyük bardaktan bir miktar su yere döküldü. bardağı çok acelesi varmışçasına masaya bırakıverdi.
sandalye de çalışma masası gibi özel olarak yaptırılmıştı. rusya ve sibiryadan ithal edilen birinci sınıf sarı çamdan kendi çizimi üzerine imal ettirdiği sandalye ve masa tamamen kendi beden ölçülerine uygun biçimde yapılmıştı. diz boyu, dirsek boyu ve bunun gibi ayrıntılı ölçüleri almış ve rahat edebileceği masayı çizmişti. üzerinde hiç bir işleme olmayan bir masaydı. son derece sade ve gösterişten uzak.
masanın üzerinde bir tomar beyaz kağıt, kağıtların üzerinde siyah antika bir dolma kalem ve masanın karşı ucunda da yine antika bir kırmızı daktilo durmaktaydı. sandalyeye kendini bıraktığında, sandalyenin üzerindeki krem rengi kumaşla kaplı minderden biraz toz çıktı. toz odanın loş ışığında büyük bir yavaşlıkla havada uçuştu. patates yiyenler tablosu, bu toz, loş ışık ve içtiği bir kaç kadeh şarap onda zamanın yavaşladığına dair bir his uyandırdı. ama bunu düşünmedi. sadece hiseediverdi ve üstesinden geldi. döner sandalyeyi arkaya çevirip tekrar yağlı boya resmi izlemeye başladı. sanki resim hareket ediyordu. o karanlıktaki hazin bakışlı kadınlar aralarında bezgin bir sohbete dalmışlar ve söyledikleri de duyuluyormuş gibiydi. odadaki o yılgın ışık, kadınların yüzündeki anlamsız aydınlık ve hepsinden ötede yoksulluk denemeyecek boyutta bir sefalet. van gogh'u delirten ve ne pahasına olursa olsun anlatmak zorunda hissettiği bu derin bu akıl almaz bu saçma sapan sefalet.
arapça öğrenmek için mısır'a gittiğinde bir fransız misyonerle tanışmıştı iskenderiyede. dünyanın en eski şehirlerinden birinde, ressam bir misyoner, akdenizi uzak bir köşeden gören teras bir ev ve karşı konulmaz bir teklif...
fransız misyoner terasta yedikleri yemeğin ardından, "senin için yağlı boya bir resim yapmak istiyorum, beğendiğin bir resim varsa bana söyle eğer bir şey söylemezsen ben kendi kafamdakini senin için resmedeceğim."
akşamın kızıllığı akdenizi kızıl bir denize çevirmişken aldığı bu içini zevkten köpürten teklif onu heyecanlandırdı. ama hafifçe kızaran yüzü dışında dışarıya hiçbir belirti yansıtmadı. bir resim söylemenin ne kadar nezaketsizce olacağının kesinlikle farkındaydı. fakat bu kadar iyi bir ressam bulmuşken o hep hayalindeki tabloyu çizdirmekten nasıl imtina edebilirdi. kendine söz geçiremiyordu. birden dudakları hafifçe aralandı "van gogh!" deyiverdi. fransız şaşırdığı zamanlarda yaptığı üzere "oui" diye mırıldandı. ah nasıl bir utançtı bu, nasıl bir nezaketsizlikti bu yaptığı, tamamen size bırakıyorum demesi gerekirken yine içindeki o koca adam ona sahip olmuş ve ona "van gogh" dedirtmişti. her iki tarafın da ilk şaşkınlıkları geçtiğinde fransız kendini toparlamış bir yüz ifadesiyle "van gogh'a büyük bir hayranlık beslerim fakat en zor ressamlardandır hangi eserini çalışmamı istiyorsunuz acaba benden" dedi. derin bir nefes alınca yüzündeki bütün kızarıklık geçen O. hiç tereddüt etmeden "patates yiyenler" diyebildi.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)