25 Kasım 2010

kelebek düşleri - başo




Başo’nun (Basho) Haikularından bir derleme olan kelebek düşleri için Oruç Aruoba’nın yazdığı haiku üzerine önsözden;

***
Haiku böylece içinden çıktığı geleneğe hem uygun hem karşıttır- onu tersine çevirir: haikai-no-hokkudaki şen-şakraklıkta, yüzeysel, dilsel bir saçmalık-matraklık-içinde, gülünç olan hafiflik, haikuda derin bir varoluşsal ağırlık haline gelir. İssa’nın “haydi yavaş yavaş tırman fuji’ye” diye seslandiği sümüklüböcek, hiç de komik değildir; yanında hüzün yürür-Başo’nun ünlü ölü yiğitin miğferinin altında cırlayıp duran cırcırböceği de, keder taşır.

Fazlaca genelleme-ve, ‘felsefe’- yapma pahasına, şöyle söyleyebiliriz: Haiku, ölümün kesin ve saçma gerçekliğinin (hiçlik olan) anlamına, gerçek ve somut yaşamın (olan-ama belki o da olmayan...) anlamı içinde bir yer bulma çabasının (bir) yazınsal biçimidir- saçma gerçekliğin anlamını kurma, çabasının...

Haikunun nüktesini, bu yüzden, ciddiye almalıyız: bu aşağıda ayrıntılı (!) ele almaya çalışacağımız Zen düşüncesi içindeki mu (“hiç”) kavramına denk düşer: bir olanaksızlık-olamazlık-durumunu gerçeklikle çakıştırır, haiku: bulutlar ayı seyrederler; gugukkuşunun ötüşü nehrin üstüne düşüp akar: yabankazının sesi hafiften beyazdır...

Olamayacak olanın olanağını yakalar haiku: anlamsız olanın anlamını bulur-bu komik ya da hoş değil; ağırlığın içinde, bir nükteyle yakalanmış, anlamdır. Anlam, olanaksız gerçekliğin ta kendisidir; onun içinde, dilegelir. Haiku da, nüktesiyle, ‘olan’ anlamı ‘olamayacak’ bir bağlantıya sokar-böylece de anlamın en derininde yatan temel anlamsızlığı kavrar, kurar, serimler.

Bu, hem olmadık bir şey olarak, bir şakadır; hem de, bir uyarı; “Bak-öyle de görebilirsin” der haiku,“-bu, saçma: ama, böyle de, oldu, işte...”
Mu: Hiç...
***
Bu noktada Zen’e geçmemiz gerekiyor herhalde:-

Uzmanları, çeşitli temellendirmelerle, Budizmin, Çin’den sonra Japonya’daki gelişmesi olan Zen ile haikuyu, özdeşleştirmeye varasıya, ilintili görüyorlar: Bir bakış açısına göre, yazın anlayışı olarak haikunun temelini Zen oluşturur; öteki yandan bakışa göre de, dinsel düşünüş biçimi Zen’in yazına yansımış biçimi, haikudur. (Aşağıda, tek haikular ile Zen-Budist düşünceler arasında, açımlamalarda kurulan bağlantılar için bkz Dizin “Zen-Budist”.)

Bütün bunları-ve başka olanaklı ‘çeşitleme’leri-doğru da sayabiliriz, yanlış da: gene, Zen düşüncesine dayanarak:-

Zen, temel sayılabilecek bir noktasından başlarsak, ‘tek-bir’ tanrısı olmayan bir dindir: tam anlamıyla-sosyolojik anlamda bir ‘cemaat’ oluşturmaya yönelik-bir ‘din’ olup olmadığı bile tartışılabilir: Zen’de, bir ‘tek tanrı’nın içinde bulunabileceği yer, boş tutulur: orada bir-şey yok-tur; orası hiç-dir, mu’dur:-

Zen, başka -özellikle tek tanrılı- dinsel düşünüşler gibi, anlamı, yaşamın amacını, ölümün gerçekliğini, ‘sağlam’, ‘tek-bir’ şeye (bir ‘yaradan’a, bütünsel bir ‘amaç’a, ‘kutsal’ bir ‘öngörü’ye, ‘ruh’un ‘ölümsüsüzlüğü’ne, ‘ölümden sonraki’ bir ‘öte-dünya’ya, vb) dayandırmağa çalışmaz- daha doğrusu, bunları, hiçbir yere dayandır(ma)mağa çalışır. Tabii ki bunları-anlamı, yaşamı, ölümü- ölçüp biçer, düşünür (-sözcük anlamıyla (İng. meditation) ‘durup düşünme’ demektir, zaten), tartışır; ama, ‘ulaştığı’-kişiyi ulaştırmağa çalıştığı-, son-uç, şudur:-
Anlam, uçucudur; yaşam, geçicidir; ömür, sonludur; ölüm, zorunludur.

Öyleyse, kişi, yalnızdır.

Kişi, dünya karşısında, yalnızdır -Zen, ona, bu yalnızlık için gerekli düşünsel araçları sağlar: onun bu yalnızlığı kavramasını sağlayacak Yol’u açar ona- daha doğrusu, o Yol’u kendi kendine açabilmesini sağlayacak bakışı vermeğe çalışır ona: kendi başına, ancak kendisinin, yalnızlığının içinde ve onu sürekli bilinçlendirerek, biricik Yol’u...

Kişi, Yürüme’sinin ‘son’a ‘eren’ noktalarında, bütün dünya karşısında tam olarak yalnız kaldığında, kendi hiç’liği ile dünyanın hiç’liği çakıştığında, kendi yalnızlığı ile dünyanın yalnızlığının aynı, ‘tek bir’ hiç olduğunu gördüğünde, bütün dünya ile tam olarak birlikli hale gelir; çünkü anlamın bulunabileceği ‘başka’, ‘sonraki’ , ‘öte’ bir yer olmadığına göre, kişi anlamı artık, ancak, kendinde, kendi içinde, kendi ‘düşünme’sinde, “kendi üzerine düşünme”sinde bulabilecektir.
Ama buradan –kendinde oluşturduğu birlikten-‘dışarı’,’öteki şeyler’e bakınca da, bu kez, hiçbirşeyin tekbaşına, bağlantısız, kopuk olmadığını anlayabilen kişi, artık, içinde bulunduğunu gördüğü bütün dünyanın en ‘küçük’ şeylerinin bile önemini kavrayacak- her bir tek şeyde herşeyi, her küçük parçada büyük bütünü, herşeyin birliğini, görebilecektir.-Wohlfart’ın aktardığı bir Zen meselini biz de aktaralım (GW.13):-

Zen'i hiç bilmeyenler için, dağlar yalnızca dağ, ağaçlar yalnızca ağaç, insanlar yalnızca insandır. kişi Zen'i anlamanın yarıyoluna gelince, bütün biçimlerin hiçliği belirir; dağlar artık dağ değil, ağaçlar artık ağaç değil, insanlar da artık insan değildir. Gene de, Zen'le ilgili tam bir anlayış kazanan kişi için, dağlar yeniden dağdan başka bir şey değil, ağaçlar yeniden ağaçtan başka bir şey değil, insanlar da yeniden insandan başka bir şey değildir.

Wohlfart, bu meselden yolaçıkan bir de şiir yazmış (GW.102)
Anders—wie sonst

am Anfang siehst du die Berge
nicht mehr als die Berge
---
dann siehst du die Berge nicht mehr
als die Berge
---
du siehst
nicht

Çevirmeğe çalışırsak:-

Farklı—aynısı
başta gördüğün dağlar
dağdan başka hiçbirşey
---
sonra gördüğün dağlar dağdan başka
hiçbirşey
---
sonda gördüğün dağlar
dağdan başka
hiçbirşey
---
gördüğün
hiçbirşey
***

Bu nokta da Taoizmin; Budist düşüncenin, Zen’in gelişmesine katılmış en önemli biçiminin kurucusu Lao Tse (Japoncasıyla Roşi)’den birkaç alıntı yapmanın yeri (B.40-42):-

Yol, doldurulamaz bir boşluktur; dipsiz bir uçurum—dünyadaki herşeyin kaynağıdır o.
Büyük İyi, su gibidir; çatışmadan, kendini herşeye veren su: İnsanların içinde olmaktan hoşlanmadıklarıdır o—bu yüzden Yol’un kıyısında durur.
Başkalarını bilen, bilgi edinir. Kendini bilen, aydınlanır.
Bilgi edinmek, hergün birşey eklemektir. Yol’u yürümek, hergün birşey eksiltmektir; eksiltmek—ta ki, edimsizliğe ulaşılsın; o, tam-edimlilik olan edimsizliğe.
Bilen konuşmaz. Konuşan bilmez.
Doğru kulağa hoş gelmez. Kulağa hoş gelen doğru değildir. İyi insanlar tartışmaz. Tartışan insanlar iyi değildir. Bilen kişi öğrenmemiştir. Öğrenmiş kişi bilmez.

Bu bilgelik biçiminin haiku ile ilişkisini okurun kendisinin kurması gerekiyor demek ki; biz de ‘yorumlama’ya kalkışmayalım.

***
Ama, gene de, imgesel düzeyde de olsa, Zen ile haiku arasındaki ilişkiye örnek gösterilen bir dizi ‘özdeyiş’ verelim. Bunlar (B çevirisinden) Eiço (1428-1504) adlı bir derlemecinin 200 kadar Taoist, Budist, Zen kaynaktan derlediği 5000 kadar parçadan oluşan Zenrin kouşu adlı metin toplamından seçilmiştir—Zen keşişlerinin yetişmeleri sırasında “dişleri dökülene dek çiğnemeleri” gereken metinler:-


O [yaşam] yaralayan kılıç gibidir, ama kendini yaralayamaz;
Gören göz gibidir, ama kendini göremez.

Sözcükler insanı anlaşılır kılamaz;
İnsan sende olmalı, onları anlamak için.

O [hakikat] bir kaplan gibidir, ama birçok boynuzu vardır;
Bir inek gibidir, ama kuyruğu yoktur.

Horoz, akşamüstü, gündoğumunu haber verir;
Güneş, geceyarısı, pırıl pırıldır.

Rüzgar diner, ama baharlar hala düşer;
Bir kuş öter, dağın gizemi ise daha da büyüktür.

Bütün sularda ay vardır;
bulutların kuşatmadığı dağ da yoktur.

[Şair] ormana girince, tek bir yaprağı kıpırdatmaz;
Suya girince, tek bir çırpıntı yaratmaz.

Bir söz bütün dünyayı belirler;
Bir kılıç göğe ve yere egemen olur.

Ağaç rüzgarın bedensel gücünü gösterir;
Dalga ayın tinsel doğasını serimler.

Eskiden beri iki tane değildi Yol;
“Ulaşanlar” hep aynı Yol’u yürüdüler.

Su çek, sanırsın dağlar oynuyor;;
Yelken aç, sanırsın yamaçlar koşuyor.


Korunması için yaşamın yokedilmesi gerekir;
Tamamiyle yokolduğunda, ilk kez huzur bulur.


Yağmurun ortasında güneşi görmek;
Ateşin dibinden taze su çekmek.

Güneş’i ve Ay’ı gömleğinin yenine sokmak;
Evrani Avucunun içinde tutmak.

Onu kendinde bulamazsan,
Nereye gidebilirsin ki almak için?

İneğin içtiği su, süt olur;
Yılanın içtiği su, zehir olur.

Fazla söz erdemi zedeler;
Sözsüzlük, özde etkindir.

Aynı korkuluğa yaslansak da,
Dağın renkleri aynı değildir.

Tek bir çim yaprağı al eline,
Onu onaltı ayaklık bir altın Buddha gibi kullan.

Mavi tepeler kendiliklerinden mavi tepelerdir;
Beyaz bulutlar kendiliklerinden beyaz bulutlardır.

Isı Güneş’i beklemez, sıcak olmak için;
Ne de Rüzgar Ay’ı, serin olmak için.

Hiçbirşey saklanmış değildir;
Eskiden beri, herşey günışığı kadar açıktır.
[Wittgenstein’ın kulakları çınlasın!]

Görürken, görmezler;
Duyarken, duymazlar.
[Herakleitos’un da!...]

Eriğin tek bir çiçek yaprağı—
Üçbin dünya kokulanır.
Çiçeklerin nereden geldiğini sormak istersin,
Ama Tokun [Bahar Tanrısı] bile bilmez bunu.

Yol’da aydınlanmış birkişiyle karşılaşırsan,
Onu sözlerle selamlama, ne de sessizlikle.

Önceki su, ve sonraki su,
Şimdi ve hep akarlar, birbirlerini izleyerek.

Yazılmış olan, çağlar öncesindendir;
Ama yürek bilir, kazancı ve yitimi.

Zihni arayacak bir yer yoktur.
O, kuşun gökyüzünde bıraktığı iz gibidir.

Hiçbirşey yapmadan sessizce oturmak—
Bahar gelir, otlar kendiliklerinden biter.

Üstünde, başını örtecek bir parça kiremit yok;
Altında, ayağını basacak bir karış toprak yok.

Ağız konuşmak ister, ama sözcükler yokolur;
Yürek bağlanmak ister, ama düşünceler yiter gider.

Dağın yolunu bilmek istersen,
Onu hergün çıkıp inene sor.

Uçan tek bir susineği, göğü karartır;
Düşen tek bir toz tanesi, yeri örter.

‘Yorum’a, gene, yer yok

***

kitaplar


kitaplarla yeni hayatlar kurulmaz; ütopyalar yaşanmaz; toplumsal hareketler doğmaz.
kitaplar cevap vermez, sorusu olanlarla konuşur. onları soru/cevap yalnızlıklarından kurtarır.
kitaplar kişiyi çoğaltmaz. mahremiyeti artırır.
kitaplarla hayat hissedilmez, anlaşılabilir belki.
kitaplar, kendisiyle, Öteki’yle, hayatın seçilmiş bir boyutunda sahiden buluşmak isteyenler ve bunu gerçekleştirmek amacıyla sahiden çaba gösterenler için basit yol göstericilerdir.
kitaplar, öteki dünyada ödüllendirilme beklentisine dayanan dinsel ahlakla yetinmeyerek daha insani derinliklerin peşine düşenler için dünya bilgisini edinme ve hayal etme kapasitesini zorlama araçlarıdır.
kitaplar karşı ve yana olmayı seçenler için vardır.
ya da sıkılanlar için basit vakit öldürücülerdir.

Abdülgaffar El-Hayati
Hayata dair Meseleler, s.116, Mesele Neşriyat, 1896, İskenderiye Çev.: Osman Fuad

13 Kasım 2010

çekim



V.
Garson etraftaki mumları yakmaya başlarken, dışarıda da hava iyiden iyiye kararıyor. Müziğe kulak kabartıyor. Kafenin kahverengi ortamında yanıp sönen noel ışıkları, masalarda yanmaya başlayan mumlar, insanların sesleri, kadehlerden gelen şıkırtılar, alkolün hafifliği, akşam esrikliği, saçlar, saçlar, saçlar, gözleri, bakışını çekmek istiyor. Beceremiyor. Kendini bırakması an meselesi. O sırada kısık bir ses, tam da duymuyor, öp beni... kendini çekime bırakıveriyor. Hızla kapılışı ve dudaklara ulaşması. Zehre dönük bir tat. Isırarak parçalamak isteği. Ve artık duyamadığı müzik.