tamamen aynı şartlar altında olsam ben de aynı şeyi yapardım diyor Aleaddin Şenel... birçoğunuza bambaşka şeyler çağrıştırsa da, bana yalnızca yalnızlığımı çağrıştırıyor.
yine kafamın içindeki o küçük cüce, "bütün bu yalnızlık" diye eveleyip geveliyor. evet eveleyip geveliyor, çünkü cümle böyle başlıyor ve hiçbir yere varmıyor. Lucretius İsa'nın doğumundan bilmem kaç yüzyıl önce atomlardan bahsediyor. ve o cansıkıcı aptal kalabalıklardan. yaptığım karalamaların altına kırmızı bir damga vuruyorum. hatta çoğu zaman sırf o damgayı vuracağım an gelsin diye sabırsızca bekliyorum. bunlar çok kişisel şeyler. aslında sizinle paylaşabileceğim tek şey de kişiselliğim sanırım.
zaman zaman eski bir alışkanlık olarak, bir şeylerde ya da bir yerlerde saklı kalmış bir anlam aradığım oluyor. sonra sakinleşiyorum. anlam arayan ya da bir anlam bulmuş kişilerin sakinleşebileceğini sanmam. bu ara Keith Jarrett'tan Bach'ın Fransız Suitlerini dinlemediyseniz mutlaka dinlemelisiniz.
gelelim asıl konuya. siz de biliyorsunuz ki, bir asıl konu elbette yok. çoğu zaman bir metafor olarak uzayda sürüklenen devasa bir kaya parçasını düşlüyorum. sürtünmesiz ortamda, sonsuza doğru büyük bir hızla ilerleyen, yalnız, soğuk ve hızlı koca bir kaya parçası. bazen çok büyük bir kütlenin çekim alanından etkilenip doğrultusu değişiyor. bazen başka bir serseri kayayla çarpışıp milyonlarca başka zerreye dağılıp ayrı yönlere yola çıkıyor. bazense, sadece büyük bir hızla sürükleniyor. şimdi bu kayaya baktığımda yalnızca kendimi görüyorum. uzay zamanda sonsuza dek sürüklenen, parçalanan, dağılan ama yolculuğu hiç durmayan, hiç bitmeyen bir ben. ve siz.