10 Ocak 2016

35



kiarostami yol ve şiir üzerine konuştu. tam bir doğu bilgesi olarak. sanki nirvanaya ermiş ve doğum-ölüm döngüsünden kurtulmuş gibiydi. kar, karga ve yollar üzerine kim uzun uzun düşünse buna yakın bir olgunluğa gelir sanırım.

yola dair düşünmeler sanırım yıllarımı aldı. yine her yola düştüğümde de etrafa olabildiğince dikkatle bakar, yolun bir metafordan çok, bir gerçek olarak nelerle kesiştiğini, nasıl ilerlediğini ve her daim nasıl kendini yenilediğini anlamaya çalışırım. tıpkı heraklet'in nehri gibi yol da, durmaksızın değişir. mevsimlerden tutun, yol çalışmalarına kadar binlerce etken yolu değiştirir. ona yeni bir hal katar. işte bu halden hale geçen yol ile benliğimiz arasındaki benzerlik artık metaforik olmanın çok ötesindedir. şimdi hayatın geride kalan ilk yarısına baktığım zaman, garip alaycı bir detayla karşılaşıyorum. ilk yarıda daha çok kelimelerin hoş sedası, minik oyunlar, metaforların anaforları ve gerçekliğin o dış çeperindeki alaycı mecaz beni meşgul etmişken, tam da bu ikinci yarıya giren dönemeçte, gözüm garip bir şekilde kaskatı gerçekliğe takılmaya başlıyor. ve dahası henüz ilk yarının şemasından çıkamamış olduğumdan bu yeni katı gerçeklik zaman zaman beni ürpertiyor. ağaca sarılan şairi hatırlıyor musunuz? bahsettiğim katı gerçeklik bu işte. dünyanın dışarıda bir yerde, bizim renkli kelimelerimiz dışındaki varoluşu. ağacın gövdesi, kuşun uçuşu, ebedi dostum güneşin, doğuşu...

fakat hala sabahları içimdeki ses beni "yalnızlık" diyerek uyandırmaya devam ediyor. "ne yazık ki" kimsenin dünyayı benim gözümden göremeyecek olması nasıl bir kendini beğenmişlikse, beni derinden üzüyor. o yüzden gördüklerimi, hissettiklerimi, anlamaya çalıştıklarımı büyük bir hınçla anlatmaya ve aktarmaya çalışırken buluyorum kendimi. kendini bu denli ciddiye alan her insan bu denli komiktir.

zaman geçiyor. etraftaki kayalara gece ve gündüz aralıksız baksanız zamanın geçtiğine dair en ufak bir delile ulaşamazsınız. kaskatı duruşları. varoluşları. fakat biz... şu kemanın sesindeki narin tını, işte o bizim içimizden çıktığı gibi, biz de onun içinden çıktık... anladığımı iddia edemem fakat resim berraklaşıyor demekle yetineyim. gezegen, okyanusları, kayaları, yanardağları, kayaçları ve ağaçlarıyla dev bir beyin olarak aralıksız düşleyip yaratırken, bizim beyinlerimiz de bundan nasibini aldı. şu karşıdaki devasa yapıya bak ve bir beyin hayal et... o yapının zemin katındaki ufak depoyu da, o koca sahneyi de, ışıkları da, kirişleri de, tavanları da o beyin düşledi. yavaş yavaş, tek tek, bütün ayrıntılarıyla düşledi. ve diğer insanlar bir araya gelip o düşü kaskatı bir gerçekliğe dönüştürdüler. gezegenin düş ustası kim bilmiyorum. kafamın üzerinden hızla geçen bulutlara baktığımda onlardan şüphelendiğim çok oluyor. ağaçların, kayaçların ve okyanusların becerikli işçiler olduğuna ise hiç kuşkum yok.

şimdi bu yolda, bu sapakta duruyorum. metaforlardan sıyrıldığımı sansam da, ikinci yarı metaforu nasıl da tatlılıkla kavrıyor zihnimi. elime bir midye kabuğu, bir deniz kestanesi bedeni ya da kaya alıp saatlerce ona dokunuyorum. ağaçlara sarılmak gibi. dünya sana sarılıyorum ve seni hayranlıkla izlemeye devam ediyorum.