14 ağustos 1999 / Filistin
Kâbus görerek uyandım. Hep aynı kâbus. Hemen yanımda yürümekte olan annem bir ıslık sesinin ardından yere serildi. Ensesinin biraz altından bir İsrail keskin nişancısının iri kurşunuyla vurulmuştu. Kanlar içinde yerde yatıyordu. Çırpınıyordum, fakat elimden hiçbir şey gelmiyordu.
Ben ailenin en büyük erkek çocuğuydum. Benden küçük bir kız ve bir de erkek kardeşim vardı. Bir akşamüstü ben dışarıda arkadaşlarımla vatanımızı, Filistin'i, konuşurken mahallemiz bombalandı. Bombalamada iki küçük kardeşim evin önünde paramparça oldular. Koşarak eve döndüğümde kapının hemen önünde erkek kardeşimin dizinden aşağısını buluşum hep gözümün önünde. Babam ben altı yaşımdayken öldü. Bir gece evi basan İsrail askerleri onu 'terörist' olarak gözaltına almışlar. Onu çok da fazla hatırlamıyorum ama mülayim bir adamdı. Bizlere karşı sevgi doluydu. Gözaltına alındıktan bir hafta sonra ceza evine koyulduğu haberi ulaşmış. Altıncı yaşıma girdiğim gün babamın ölüm haberi ulaştı. O yüzden o kadar net ve o kadar eminim ki. Babam ben altı yaşımdayken öldü. Annem, ben ve iki kardeşime uzun süre, dayımın gönderdiği aylıkla baktı. Sonra ben büyüdüm ve elim ekmek tutacak yaşa geldim. Evi ben geçindirmeye başladım. İlk maaşımı elime aldığımda yaşım on dörttü. O yıl İsrail Gazze'ye çok büyük bir saldırıda bulundu, saldırıda ölenler arasında dayım da vardı. Dayım benim için ikinci babamdı. Bize baktı, sevgisini asla esirgemedi. Hep yanımızda oldu. Ailecek sık sık bize ziyarete gelir, evimize neşe katarlardı. Güler yüzlü, umut dolu bir adamdı. Kılıç kullanmayı babasından öğrenmişti. Kılıçtaki ustalığından ve adının Salahaddin olmasından dolayı arkadaşları ona Eyyübi derlerdi. Mert bir adamdı. Kılıcımla dövüşürken mertçe ölmek isterim derdi hep. Vücuduna saplanan şarapnellerden öldü, hastanede can çekişerek. Bu olaydan yaklaşık iki yıl sonra da iki kardeşim bombalamada parçalandılar. Annemle bir başımıza kalakaldık. Annem kırklı yaşlarında bir kadın olmasına rağmen en az altmış yaşında görünüyordu. Hayatı hep yoksulluk, sefalet ve ölümle geçti. Onu hep mutlu tutmaya çalıştım. Şakalarımla, güler yüzlülüğümle, hep bugünlerin geçeceğine günün birinde vatanımızda barış ve zenginlik içinde yaşayacağımıza dair hikâyeler anlattım ona. O da beni hep gülümseyen ve inanmaya çalışan bir ifadeyle dinledi. Geçen hafta haftalık Pazar alışverişimizi yapmış eve dönüyorduk. Dermansız bacakları yorulmasın diye bütün poşetleri ben almıştım. O da iki adım berimden eski bir Arap türküsü mırıldanarak geliyordu. Bana destek olmak istiyor gibiydi. Güzel sesiyle söylediği türkü yükümü hafifletiyor, havanın sıcaklığından beni bir derece olsun uzaklaştırıyordu. Sonra uğursuz ıslık sesini duydum. Annem yere yığılıverdi. Çırpınıyordum. Elimden hiçbir şey gelmiyordu. Kafamı kaldırıma vurarak parçalamak istiyordum. Etraftakiler toplandı, ilk geçen arabayla annemi hastaneye kaldırdık. Ense köküne giren mermi omurga başını ve soluk borusunu parçalamış. Hastaneye ulaştırdığımızda zaten hayata gözlerini yummuş.
Bir haftadır yaşayan bir ölü gibiyim. Bir anda hayat tepeme yıkılıverdi. Geceleri yatağa yattığımda orada hemen o anda kafamı kaldırıma vurup paramparça etmediğime pişman oluyorum. İki gün evvel Hizbullah'ta üst düzeylerde görev yapan bir arkadaşımla konuştum. "Sizinle çalışmak istiyorum" dedim. O da bana "Allah'ın izniyle güzel kardeşim" dedi. Dün yeni bir eylem için toplantı yapıldı. Toplantıda gönüllü olmak istediğimi dile getirdim. Arkadaşım bana baktı, gözlerinin içinde ışık vardı. Mutluydu, ben de mutluyum.
Şimdi belime bağladığım yüklü miktarda patlayıcıyla bir İsrail kontrol noktasına doğru ilerliyorum. Üzerimde simsiyah çarşaf var, kadın kılığına girdim. Ölüm komandolarıyla ilgili çok şey duydum. Onlara uyuşturucu verildiğine dair şeyler okudum. Şuan kendimi düşünüyorum. Ne uyuşturucu aldım, ne de en ufak menfaatime dokunacak bir şey. Zaten gerimde kalan kimse yok. O yüzden sonsuz bir mutluluk ile bu işe gönüllü oldum. Bunu yaparken amacım kesinlikle kin, nefret ya da öfkeyle açıklanamaz. Kimseye karşı bir rövanş da gütmüyorum. Kafamı o kaldırıma vurarak parçalamadığım için daha fazla hayıflanmamak adına yapıyorum bunu. İşte az ilerde kontrol noktası. Hayal meyal seçebiliyorum askerlerin yüzlerini aralarında şakalaşıyorlar, belki onların da aileleri var, belki çocukları. Anneleri babaları, dayıları... Dayıları... Bak dayı ben de mertçe ölemiyorum, bir kılıç darbesiyle. Ben de paramparça olacağım. Ve ardımdan mertçe ölemeyen birkaç insanı daha sürükleyeceğim. Hava öyle sıcak ve bu siyah çarşaf öyle dayanılmaz ki... Sanki bedenim asfalta eriyip kaynayacak. Şimdi askerlerin yüzleri daha net, belki bir on, on beş adım daha atacağım ve sağ elimin başparmağına sıkıca bağlanmış pimi çekeceğim. Askerlerden biri durmadan bana bakıyor, galiba şüphelendi. Ama neyse ki yalnızca beş adımım var, adımlarımı hızlandırıyorum, pim elimde geriliyor, terlediğimi daha çok hissediyorum, hava çok sıcak, asker hala bana bakıyor, dayım, dayımın kılıcı, bombanın pimi, belimdeki ağırlığı, siyah çarşaf, daha hızlı bir adım daha,
Eshedu enlaa ilahe illallah ve eshedu enne Muhammeden abduhu ve resuluhu...
6 Eylül 2008
4 Eylül 2008
rede an den kleinen mann
Bu yazı Wilhelm Reich'ın 'dinle küçük adam' isimli şaheserine kendi dilimden ve zihnimden bir saygı duruşudur.
Dinle beni küçük adam dinle.
Bunca yıllık ömrümde senden hep aynı şeyleri duydum, sabırla dinledim seni. Şimdi de sen beni dinle. Sana değişimden bahsettiğim zaman, hep yüzün ekşidi küçük adam. Beni susturmak istedin. "ben böyleyim işte ne yapayım, bu yaştan sonra değişecek halim yok ya" deyip durdun bana. Yirmi beşindeyken, ellindeyken, yetmişindeyken hep bunu söyleyip durdun. Değişmeyi belki ölümle eşleştiriyordun ve ölesiye korkuyordun. Her işine egemen olan ve her işini yöneten 'korku', burada da ipleri eline geçirmişti bile. Değişime inanmıyordun. Kafka'dan bir ömür tiksindin. "bir sabah böcek olarak uyanmak da nesi?" dedin. "böyle bir saçmalık ömrümde duymadım". Hâlbuki Kafka öyle yorulmuştu ki senden ey küçük adam, böyle bir rövanş alıyordu senden. "siz kendini insan zannedenler, sadece birer böceksiniz" diyordu bağıra bağıra. Sizin o değişimden ürken taraflarınızın en ağır rövanşıydı bence bu. Ama onu da anlamadın. Sadece bir 'çatlak' adamın hayal gücü diye düşündün. Her zaman yaptığın gibi hiç üzerine alınmadın. Ne zaman sorumluluktan kaçmak istesen "bu halk böyle" dedin. Bir yandan da egemenliğin halkta olması fikri sana sorumluluğu çağrıştırdı. Hep böyle sığ ve ahmakça çelişkilerin oldu. Hâlbuki çok daha derin ve anlamlı çelişkileri, hayatın özündeki temelindeki, belki de evreni yöneten çelişkileri, anlayamadığın ve onlar karşısında kendini aciz ve beş para etmez hissettiğin için hep aşağılamaya çalıştın. "bu kadar da çelişki olmaz ki canım" dedin. "Düşünce dediğin biraz tutarlı olmalı."
Separe aude! Önce Horatius söyledi bunu sana. Her zamanki gibi dinlemedin, sonra Kant senin gözlerini ışığa açtığını düşündüğü bir dönemde alıntılayarak tekrar etti, fakat gözlerini ışığa açmış olduğunun tamamen iyi niyetli bir varsayım olduğunu çok geçmeden kanıtladın onlara küçük adam. Koca koca savaşmalarına, kahramanlık nutuklarına ara vermeden devam ettin bu da yetmezmiş gibi başına Hitler'i Mussolini'yi Stalin'i getirdin. Bu nasıl bir düşüş küçük adam? Sürekli düşüyorsun fakat kuyunun dibi yine de gelmiyor. İnsanlara işkence ettin, kafalarını kestin, "işte orada bir Yahudi yakın onu" diye yırtınırcasına bağırdın. Yahudileri yaktın senin o 'saf' ırkını kirletiyorlar bahanesiyle yaktın. Kafan o kadar küçüktü ki böyle bir bahaneye inandırdın kendini. Yahudileri yaktın küçük adam ya sonra? Sonra ne mi yaptın? Birden bire bir Yahudi'ye dönüşüp Arapların topraklarına göz diktin, o toprakların sana vaat edildiği bahanesiyle. 'Saf ırk' bahanesi ne kadar deli zırvasıydıysa 'vaadedelmiş topraklar' da o kadar deli zırvasıydı, ama sen böyleydin işte küçük adam, sadece 'fırsat'ın ve GÜCÜN sana geçmesini bekliyordun zulmetmek için. Fırsat senin eline geçince hemen unutuveriyorsun geçirildiğin işkenceleri ve aynı acımasızlıkla bu kez de sen işkence etmeye başlıyorsun. Bir Yahudi olarak yıllarca sana yapılan zulmü pespayelik sınırlarına getirerek her sinema filminde, her romanda sunduktan sonra fırsatı yakalayıp sen işkenceye başlıyordun küçük adam. Hiçbir şeyden ders almıyorsun, ahmaklığın da düşüşün gibi, sonu, ucu bucağı yok.
Ortaçağın bütün o karanlığında, kilise öğrenmeni istemediği bilgiyi senden gizlemek için her şeyi sembolize etti. Sembolizm böylelikle bilgiyi senden uzak tuttu ve erkler kalelerini sağlama aldılar. Kalelerin sallanması uzun sürmedi. Sembolizm yeraltına hapsoldu. Fakat sen ne yaptın küçük adam? Kalktın bıyık bıraktın ya da sakal, kafanı tamamen traş ettin, ya da saçını uzattın. Hitler binlerce simge keşfetti tarihin karanlık sayfalarından, sırf gücüne meşruiyet yaratabilmek için. Bir bıyık biçimiyle bir tarikata bağlı olduğunu gösterdin. Koca koca adamlar, çocukların bile tenezzül etmeyeceği saçma oyunlara giriştin. Böylesine ucuz oyunlar için sembolizmi tekrar yeraltından çıkardın ve düşmekte ne kadar gayretli olduğunu tekrar tekrar gözler önüne serdin.
Hiçbir şeyi üzerine alınmadın, sana yapılan eleştirileri hep "halk işte" diyerek görmezden geldin küçük adam. Fakat diğer yandan bütün dinsel öğretilerinin tam göbeğine kendini yerleştirdin. Bu dünyanın ve hatta evrenin senin emrine verildiğine bir çırpıda inanıverdin. Her zaman ki gibi söylenileni harfi harfine kabul ettin. "neden?" diye sormadın. Neden diye sorsan bir saniye sonra omuzların duyduğun o devasa sorumluluk hissiyle çöküverirdi, içten içe farkında mıydın bilemiyorum, ama sormadın. Kabullendin. Dünyayı ve giderek atmosferini ve sonra da yörüngesini bir çöplüğe çevirmekte hiçbir beis görmedin. Ben dinsel öğretilerine dil uzattığımda "çabuk kafasını kesin, onu ateşe atın, kırbaçlayın, çarmıha gerin" diye çığlıklar atmaya başladın. Daha kendini bilmezken, kendini aramazken, kendini kurtarmayı becerememişken, hiçbir sorumluluğa boyun eğmemişken, 'tanrı'nı benden koruyordun. Sen hep böyleydin işte küçük adam. Kendi günlük sorunlarını çözmeyi beceremezken, onlardan köşe bucak kaçarken, durmadan dünyanın sorunlarını çözme görevine soyundun. Sonuçta her geçen gün onu daha fazla pisliğe batırdın. Sorunları çözemediğin için, içindeki sevgiye uzak durduğun için, 'sorun yaratanları' ortadan kaldırdın. Sandın ki sorun yaratanları öldürerek sorunları çözeceksin. Sana bir şey söyleyeyim zavallı küçük adam, yok ederek, yıkarak, ortadan kaldırarak ve dahası öldürerek 'çözüm' bulamazsın. Çözüm yaşamak, yaşatmak, sevmek ve sevilmektir. İçindeki coşkunun önüne setler çekmek yerine onları serbest bırakmaktır. Çözüm "neden?" diye sorabilmek ve o sorunun getirdiği bütün o yıkıcı sorumluluğu göğüslemektir. Çözüm yıkmak değil, yıkıcı gücün karşısına hayatı, yaşatmayı koymaktır.
Sen hep böyleydin küçük adam, sana anlatılanları hep yanlış anladın, yanlış yorumladın, yanlış dersler çıkardın. En dünyasal olanına dahi gizemler katıp onları anlaşılmaz ve "kutsal" kılmaya gayret ettin. Sen hep bulutların ötesine, gaipten gelen seslere, var olmayan dağların arkasındaki ülkelere inandın.
Bütün küfürlerini hep sikmek üzerine kurdun küçük adam. Sevmeyi bilmediğinden sevişmek de senin için, o büyük, hayat verici gücünü yitirdi. O hayat verici, ışıl ışıl gücü, iki insanın birbirini kucaklamasını, öpmesini, sevmesini, bedenlerini birbirlerine sunmasını, bütün bunların altındaki güzelliği ve harikuladeliği göremediğin için, bu eylem senin için en güzel küfürleri kurmanın zemini oldu.
Önüne konanı hiç dert etmeden ve hiç sorgulamadan yiyişin beni hep hayrete düşürdü. Önüne konan ürünleri birileri kalkıp eleştirdiğinde ve hatta yerden yere vurduğunda da o eleştirmenleri hep "daha iyi biliyorsa kendi yapsın" diye tartakladın. Bir türlü 'kendin' üretmediğin fakat 'kendin' tükettiğin şeyleri eleştirebileceğin fikrine alışamadın. Şehirleşmenin ve sanayi devriminin ürettiği zorunlu koşullara bir gecede ayak uydurdun fakat zihnin, belleğin ve fikirlerin bir türlü şehirleşemedi, hep taşralı kaldın. Kendin üretmedikçe eleştirme hakkını kendinde göremedin. Ve böyle böyle, zaten cüce olan fikir dünyanı daha da ufalttın. Seni gericilikle suçladılar küçük adam. Onlara nefret püskürdün. Seni yontulmamışlıkla suçladılar, onları ukalalıkla yaftaladın. O yüzden demokrasi fikrine bayıldın küçük adam. Yeni bir faşizm yarattın dantel gibi ince ince işleyerek. Bütün o yetkini devrettiğin küçük küçük adamlar her gün kürsülerden senin adını haykırıyorlardı. Egemenlik halkındır diyorlardı. İçin geçiyordu küçük adam, bayılıyordun bu sözlere. Sanki sorumluluk sahibiymişsin gibi hissediyordun birkaç saniyeliğine de olsa. Hâlbuki asla bilmedin sorumluluğun ne olduğunu. Sorumluluğu hafif, içi boş, balon benzeri bir şey olarak düşlüyordun. Onun o ağır, bütün insanları kucaklayan, sevgi dolu dünyası sana uzaktı. Sorumluluk çok sevgi dolu bir şeydir küçük adam. Sana daha nasıl anlatabilirim bilemiyorum.
Senin o taşralı kalmış zihnin ve düşünce biçimin hep merkeze kendini koydu. Hep kendi dini, kendi ulusu, kendi vatanı, kendi kültürü diğerlerinden üstündü. Böylece diğerlerini bir kalemde harcayabilirdin. Onlar beş para etmezlerdi. Bir avuç aptal ineğe tapıyordu sana göre, bir avuç aptal, insanlar tarafından değiştirilmiş bir kitaba inanıyordu, bir avuç aptal tekrar tekrar dünyaya geleceğine inanıyordu. Ve o bir avuç aptallar da seni bir avuç aptal olarak görüyordu ve bir avuç aptalın bir çöl bedevisi peşine düşmesini anlayamıyordu. Ama homurdanışlarını duyar gibiyim küçük adam "hukuk yok mu bu ülkede, asın şu adamı, kutsal değerlerime hakaret ediyor" diye tıslıyorsun. Senin hukukun da zaten bu işe yarıyor ey küçük adam. Hukuku da kendini daha da küçültmek için harcıyorsun. Hatırlıyor musun küçük adam, senin hukukun bir kilo baklava çalan birkaç küçük çocuğu hapse tıkıvermişti. Tam da aynı zamanlarda koca koca bankaların içini boşaltan adamlara senin o yüce, o kutsal hukukun el sürememişti. Sen böylesin işte küçük adam, düşen kişi güçsüzse bir tekme de sen atmak istersin, güçsüz birini görünce ona saldırmak, onu parçalamak istiyorsun. Ama karşındaki senden birazcık güçlüyse sus pus olup bir köşeye siniveriyorsun. İçinde en derinindeki sevgiyi, hayatın bütün güzelliğini ve heyecanını hissedememeni bir türlü kabul edemiyorum, bir türlü bunu anlayamıyorum küçük adam. Bunca yıldır sana her yakınlaşmamda seni anlamak için insanüstü bir güç sarf ettim. Senin tarihini okudum, senin dinlerini okudum ve her fırsatta seni izledim.
Önce dilini değiştirmelisin küçük adam. O kullandığın kelimeleri. O kullandığın özne yüklem ilişkilerini. Senin bütün kelimelerin ve özne yüklem ilişkilerin seni daha da cendereye sokuyor. Her kelimende sevgiden uzaklara savruluyorsun. Hep 'istiyorsun'! İstemeyi her şeyin önüne koyuyorsun. Doymuyorsun. Homo economicus'unu sınırsız ihtiyaçları olan biri olarak tanımlıyorsun. İşte bütün bu tanımların başını yakıyor, kazanmak diyorsun, yenmek, kahramanlık, kutsal diyorsun küçük adam kutsal! Bir türlü bu dünyayla ve kendinle barışmıyorsun, huzuru hep Kaf dağının ardındaki bir hayal ülkesinde arıyorsun. Aynaları yaptın ama onlara bakıp kendine yaklaşmak yerine, karşısına geçip yüzüne kat kat boya sürüyorsun, kendine bakıp yaklaşacağına kendini başka birine çevirmeye uğraşıyorsun. Yediğin yemeği yemek yemiş olmak için, yaptığın işi yaptığın bir iş olsun diye yapıyorsun. Evlenmiş olmak için evlenip, çocuk yapmış olmak için çocuk yapıyorsun. Arkadaşların olsun diye arkadaşlar ediniyorsun, bütün bunlardan sonra içinden ılıkça akan sevgi denizi donuyor, denizi tekrar ılıtmak için alkole, kimyasallara başvuruyorsun. O kaskatı bedeninden ve zihninden birkaç saatliğine şen kahkahalar, samimi sarılmalar, sevgi itirafları dökülüveriyor, ama o kadar, birkaç saatçik. Hâlbuki bir ömür seveceğin bir insana kavuştuğun için evlenip, evrenin bütün o güzelliğinin hediyesini kabul ederek onun sana bir çocuk bağışlamasına yol vermek için çocuk yapsan. Kendini bir şeyleri yaratarak daha değerli hissettiğin ve kendine ve diğer insanlara hizmet etmek ve dahası şeylerin işleyişine ve doğasına dair ilişkileri anlamak için çalışsan. Yemek yediğinde dilinin üstünde ufacık parçalara ayrılıp sana can vermeye doğru yola çıkan o her bir zerreyi tüm tatlarıyla ve keyifleriyle hissetsen ve hepsinden sonra küçük adam, aynaya baktığında kendine tahammül etsen ve aynada gördüğün adamı tanımaya adanmış bir ömrün sana hediye edildiğini fark etsen. Böylelikle her işine sevgi karışsa, hayret karışsa, çelişki karışsa... Neden? diye sorsan. Ve çocukların neden? diye sorduğunda evreni en başından yaratıyormuşçasına onları ciddiye alsan ve her kelimeni özenle seçsen. Her kelimende sevginin o şen titreşimleri titrese ve çocukların anlamdan ve cevaplardan evvel sevgiyi her hücrelerinde hissetse. Çocuklarına kahramanlıkları, gelenek ve görenekleri, ulusal değerlerini, istemeyi ve kazanmayı öğretmek yerine YÜZLEŞMEYİ, fakat her şeyle yüzleşmeyi öğretsen. 'Hayata karşı dikilmelerine' değil de 'hayatın içinde' ve hayatla olmalarına yol versen. Ölümü bir cezalandırma değil, hayatın güzel ve şen bir bölümü olarak onların önüne sunsan ve ölümle hayatın nasıl da kıymetlendiğini onlara usul usul masal gibi anlatsan. Onları karşına alıp bir ebeveyn edasıyla onlara nutuklar çekmek yerine onlarla 'birlikte' yaşasan ve yeniden çocukluğu deneyimlesen ve onlarla yeniden öğrensen, öğretmek için çabalamak yerine öğrenmeyi denesen durmadan, bıkmak usanmadan, yeniden ve yeniden öğrenmeyi. Yeniden ve yeniden doğmayı. Ve sevmeyi. Hayatı. Yaşamayı ve YAŞATMAYI. Onlarla yaşadıkça ve yeniden öğrendikçe, onlar da yaşamın ve yaşatmanın nasıl bir kıymeti olduğunu şüphesiz ki o küçük yüreklerinde sezeceklerdir. O küçücük yüreklerinde sevginin ve yaşatmanın hazzı dolup taştıkça içlerindeki sevgi denizi onları geleceğe ve barışa taşıyacaktır. Böylelikle bizler de gericilikten ve barışsızlıktan adım adım uzaklaşıp yeni bir dünyanın kapılarını aralayan DEVLER olacağız.
Dinle beni küçük adam dinle.
Bunca yıllık ömrümde senden hep aynı şeyleri duydum, sabırla dinledim seni. Şimdi de sen beni dinle. Sana değişimden bahsettiğim zaman, hep yüzün ekşidi küçük adam. Beni susturmak istedin. "ben böyleyim işte ne yapayım, bu yaştan sonra değişecek halim yok ya" deyip durdun bana. Yirmi beşindeyken, ellindeyken, yetmişindeyken hep bunu söyleyip durdun. Değişmeyi belki ölümle eşleştiriyordun ve ölesiye korkuyordun. Her işine egemen olan ve her işini yöneten 'korku', burada da ipleri eline geçirmişti bile. Değişime inanmıyordun. Kafka'dan bir ömür tiksindin. "bir sabah böcek olarak uyanmak da nesi?" dedin. "böyle bir saçmalık ömrümde duymadım". Hâlbuki Kafka öyle yorulmuştu ki senden ey küçük adam, böyle bir rövanş alıyordu senden. "siz kendini insan zannedenler, sadece birer böceksiniz" diyordu bağıra bağıra. Sizin o değişimden ürken taraflarınızın en ağır rövanşıydı bence bu. Ama onu da anlamadın. Sadece bir 'çatlak' adamın hayal gücü diye düşündün. Her zaman yaptığın gibi hiç üzerine alınmadın. Ne zaman sorumluluktan kaçmak istesen "bu halk böyle" dedin. Bir yandan da egemenliğin halkta olması fikri sana sorumluluğu çağrıştırdı. Hep böyle sığ ve ahmakça çelişkilerin oldu. Hâlbuki çok daha derin ve anlamlı çelişkileri, hayatın özündeki temelindeki, belki de evreni yöneten çelişkileri, anlayamadığın ve onlar karşısında kendini aciz ve beş para etmez hissettiğin için hep aşağılamaya çalıştın. "bu kadar da çelişki olmaz ki canım" dedin. "Düşünce dediğin biraz tutarlı olmalı."
Separe aude! Önce Horatius söyledi bunu sana. Her zamanki gibi dinlemedin, sonra Kant senin gözlerini ışığa açtığını düşündüğü bir dönemde alıntılayarak tekrar etti, fakat gözlerini ışığa açmış olduğunun tamamen iyi niyetli bir varsayım olduğunu çok geçmeden kanıtladın onlara küçük adam. Koca koca savaşmalarına, kahramanlık nutuklarına ara vermeden devam ettin bu da yetmezmiş gibi başına Hitler'i Mussolini'yi Stalin'i getirdin. Bu nasıl bir düşüş küçük adam? Sürekli düşüyorsun fakat kuyunun dibi yine de gelmiyor. İnsanlara işkence ettin, kafalarını kestin, "işte orada bir Yahudi yakın onu" diye yırtınırcasına bağırdın. Yahudileri yaktın senin o 'saf' ırkını kirletiyorlar bahanesiyle yaktın. Kafan o kadar küçüktü ki böyle bir bahaneye inandırdın kendini. Yahudileri yaktın küçük adam ya sonra? Sonra ne mi yaptın? Birden bire bir Yahudi'ye dönüşüp Arapların topraklarına göz diktin, o toprakların sana vaat edildiği bahanesiyle. 'Saf ırk' bahanesi ne kadar deli zırvasıydıysa 'vaadedelmiş topraklar' da o kadar deli zırvasıydı, ama sen böyleydin işte küçük adam, sadece 'fırsat'ın ve GÜCÜN sana geçmesini bekliyordun zulmetmek için. Fırsat senin eline geçince hemen unutuveriyorsun geçirildiğin işkenceleri ve aynı acımasızlıkla bu kez de sen işkence etmeye başlıyorsun. Bir Yahudi olarak yıllarca sana yapılan zulmü pespayelik sınırlarına getirerek her sinema filminde, her romanda sunduktan sonra fırsatı yakalayıp sen işkenceye başlıyordun küçük adam. Hiçbir şeyden ders almıyorsun, ahmaklığın da düşüşün gibi, sonu, ucu bucağı yok.
Ortaçağın bütün o karanlığında, kilise öğrenmeni istemediği bilgiyi senden gizlemek için her şeyi sembolize etti. Sembolizm böylelikle bilgiyi senden uzak tuttu ve erkler kalelerini sağlama aldılar. Kalelerin sallanması uzun sürmedi. Sembolizm yeraltına hapsoldu. Fakat sen ne yaptın küçük adam? Kalktın bıyık bıraktın ya da sakal, kafanı tamamen traş ettin, ya da saçını uzattın. Hitler binlerce simge keşfetti tarihin karanlık sayfalarından, sırf gücüne meşruiyet yaratabilmek için. Bir bıyık biçimiyle bir tarikata bağlı olduğunu gösterdin. Koca koca adamlar, çocukların bile tenezzül etmeyeceği saçma oyunlara giriştin. Böylesine ucuz oyunlar için sembolizmi tekrar yeraltından çıkardın ve düşmekte ne kadar gayretli olduğunu tekrar tekrar gözler önüne serdin.
Hiçbir şeyi üzerine alınmadın, sana yapılan eleştirileri hep "halk işte" diyerek görmezden geldin küçük adam. Fakat diğer yandan bütün dinsel öğretilerinin tam göbeğine kendini yerleştirdin. Bu dünyanın ve hatta evrenin senin emrine verildiğine bir çırpıda inanıverdin. Her zaman ki gibi söylenileni harfi harfine kabul ettin. "neden?" diye sormadın. Neden diye sorsan bir saniye sonra omuzların duyduğun o devasa sorumluluk hissiyle çöküverirdi, içten içe farkında mıydın bilemiyorum, ama sormadın. Kabullendin. Dünyayı ve giderek atmosferini ve sonra da yörüngesini bir çöplüğe çevirmekte hiçbir beis görmedin. Ben dinsel öğretilerine dil uzattığımda "çabuk kafasını kesin, onu ateşe atın, kırbaçlayın, çarmıha gerin" diye çığlıklar atmaya başladın. Daha kendini bilmezken, kendini aramazken, kendini kurtarmayı becerememişken, hiçbir sorumluluğa boyun eğmemişken, 'tanrı'nı benden koruyordun. Sen hep böyleydin işte küçük adam. Kendi günlük sorunlarını çözmeyi beceremezken, onlardan köşe bucak kaçarken, durmadan dünyanın sorunlarını çözme görevine soyundun. Sonuçta her geçen gün onu daha fazla pisliğe batırdın. Sorunları çözemediğin için, içindeki sevgiye uzak durduğun için, 'sorun yaratanları' ortadan kaldırdın. Sandın ki sorun yaratanları öldürerek sorunları çözeceksin. Sana bir şey söyleyeyim zavallı küçük adam, yok ederek, yıkarak, ortadan kaldırarak ve dahası öldürerek 'çözüm' bulamazsın. Çözüm yaşamak, yaşatmak, sevmek ve sevilmektir. İçindeki coşkunun önüne setler çekmek yerine onları serbest bırakmaktır. Çözüm "neden?" diye sorabilmek ve o sorunun getirdiği bütün o yıkıcı sorumluluğu göğüslemektir. Çözüm yıkmak değil, yıkıcı gücün karşısına hayatı, yaşatmayı koymaktır.
Sen hep böyleydin küçük adam, sana anlatılanları hep yanlış anladın, yanlış yorumladın, yanlış dersler çıkardın. En dünyasal olanına dahi gizemler katıp onları anlaşılmaz ve "kutsal" kılmaya gayret ettin. Sen hep bulutların ötesine, gaipten gelen seslere, var olmayan dağların arkasındaki ülkelere inandın.
Bütün küfürlerini hep sikmek üzerine kurdun küçük adam. Sevmeyi bilmediğinden sevişmek de senin için, o büyük, hayat verici gücünü yitirdi. O hayat verici, ışıl ışıl gücü, iki insanın birbirini kucaklamasını, öpmesini, sevmesini, bedenlerini birbirlerine sunmasını, bütün bunların altındaki güzelliği ve harikuladeliği göremediğin için, bu eylem senin için en güzel küfürleri kurmanın zemini oldu.
Önüne konanı hiç dert etmeden ve hiç sorgulamadan yiyişin beni hep hayrete düşürdü. Önüne konan ürünleri birileri kalkıp eleştirdiğinde ve hatta yerden yere vurduğunda da o eleştirmenleri hep "daha iyi biliyorsa kendi yapsın" diye tartakladın. Bir türlü 'kendin' üretmediğin fakat 'kendin' tükettiğin şeyleri eleştirebileceğin fikrine alışamadın. Şehirleşmenin ve sanayi devriminin ürettiği zorunlu koşullara bir gecede ayak uydurdun fakat zihnin, belleğin ve fikirlerin bir türlü şehirleşemedi, hep taşralı kaldın. Kendin üretmedikçe eleştirme hakkını kendinde göremedin. Ve böyle böyle, zaten cüce olan fikir dünyanı daha da ufalttın. Seni gericilikle suçladılar küçük adam. Onlara nefret püskürdün. Seni yontulmamışlıkla suçladılar, onları ukalalıkla yaftaladın. O yüzden demokrasi fikrine bayıldın küçük adam. Yeni bir faşizm yarattın dantel gibi ince ince işleyerek. Bütün o yetkini devrettiğin küçük küçük adamlar her gün kürsülerden senin adını haykırıyorlardı. Egemenlik halkındır diyorlardı. İçin geçiyordu küçük adam, bayılıyordun bu sözlere. Sanki sorumluluk sahibiymişsin gibi hissediyordun birkaç saniyeliğine de olsa. Hâlbuki asla bilmedin sorumluluğun ne olduğunu. Sorumluluğu hafif, içi boş, balon benzeri bir şey olarak düşlüyordun. Onun o ağır, bütün insanları kucaklayan, sevgi dolu dünyası sana uzaktı. Sorumluluk çok sevgi dolu bir şeydir küçük adam. Sana daha nasıl anlatabilirim bilemiyorum.
Senin o taşralı kalmış zihnin ve düşünce biçimin hep merkeze kendini koydu. Hep kendi dini, kendi ulusu, kendi vatanı, kendi kültürü diğerlerinden üstündü. Böylece diğerlerini bir kalemde harcayabilirdin. Onlar beş para etmezlerdi. Bir avuç aptal ineğe tapıyordu sana göre, bir avuç aptal, insanlar tarafından değiştirilmiş bir kitaba inanıyordu, bir avuç aptal tekrar tekrar dünyaya geleceğine inanıyordu. Ve o bir avuç aptallar da seni bir avuç aptal olarak görüyordu ve bir avuç aptalın bir çöl bedevisi peşine düşmesini anlayamıyordu. Ama homurdanışlarını duyar gibiyim küçük adam "hukuk yok mu bu ülkede, asın şu adamı, kutsal değerlerime hakaret ediyor" diye tıslıyorsun. Senin hukukun da zaten bu işe yarıyor ey küçük adam. Hukuku da kendini daha da küçültmek için harcıyorsun. Hatırlıyor musun küçük adam, senin hukukun bir kilo baklava çalan birkaç küçük çocuğu hapse tıkıvermişti. Tam da aynı zamanlarda koca koca bankaların içini boşaltan adamlara senin o yüce, o kutsal hukukun el sürememişti. Sen böylesin işte küçük adam, düşen kişi güçsüzse bir tekme de sen atmak istersin, güçsüz birini görünce ona saldırmak, onu parçalamak istiyorsun. Ama karşındaki senden birazcık güçlüyse sus pus olup bir köşeye siniveriyorsun. İçinde en derinindeki sevgiyi, hayatın bütün güzelliğini ve heyecanını hissedememeni bir türlü kabul edemiyorum, bir türlü bunu anlayamıyorum küçük adam. Bunca yıldır sana her yakınlaşmamda seni anlamak için insanüstü bir güç sarf ettim. Senin tarihini okudum, senin dinlerini okudum ve her fırsatta seni izledim.
Önce dilini değiştirmelisin küçük adam. O kullandığın kelimeleri. O kullandığın özne yüklem ilişkilerini. Senin bütün kelimelerin ve özne yüklem ilişkilerin seni daha da cendereye sokuyor. Her kelimende sevgiden uzaklara savruluyorsun. Hep 'istiyorsun'! İstemeyi her şeyin önüne koyuyorsun. Doymuyorsun. Homo economicus'unu sınırsız ihtiyaçları olan biri olarak tanımlıyorsun. İşte bütün bu tanımların başını yakıyor, kazanmak diyorsun, yenmek, kahramanlık, kutsal diyorsun küçük adam kutsal! Bir türlü bu dünyayla ve kendinle barışmıyorsun, huzuru hep Kaf dağının ardındaki bir hayal ülkesinde arıyorsun. Aynaları yaptın ama onlara bakıp kendine yaklaşmak yerine, karşısına geçip yüzüne kat kat boya sürüyorsun, kendine bakıp yaklaşacağına kendini başka birine çevirmeye uğraşıyorsun. Yediğin yemeği yemek yemiş olmak için, yaptığın işi yaptığın bir iş olsun diye yapıyorsun. Evlenmiş olmak için evlenip, çocuk yapmış olmak için çocuk yapıyorsun. Arkadaşların olsun diye arkadaşlar ediniyorsun, bütün bunlardan sonra içinden ılıkça akan sevgi denizi donuyor, denizi tekrar ılıtmak için alkole, kimyasallara başvuruyorsun. O kaskatı bedeninden ve zihninden birkaç saatliğine şen kahkahalar, samimi sarılmalar, sevgi itirafları dökülüveriyor, ama o kadar, birkaç saatçik. Hâlbuki bir ömür seveceğin bir insana kavuştuğun için evlenip, evrenin bütün o güzelliğinin hediyesini kabul ederek onun sana bir çocuk bağışlamasına yol vermek için çocuk yapsan. Kendini bir şeyleri yaratarak daha değerli hissettiğin ve kendine ve diğer insanlara hizmet etmek ve dahası şeylerin işleyişine ve doğasına dair ilişkileri anlamak için çalışsan. Yemek yediğinde dilinin üstünde ufacık parçalara ayrılıp sana can vermeye doğru yola çıkan o her bir zerreyi tüm tatlarıyla ve keyifleriyle hissetsen ve hepsinden sonra küçük adam, aynaya baktığında kendine tahammül etsen ve aynada gördüğün adamı tanımaya adanmış bir ömrün sana hediye edildiğini fark etsen. Böylelikle her işine sevgi karışsa, hayret karışsa, çelişki karışsa... Neden? diye sorsan. Ve çocukların neden? diye sorduğunda evreni en başından yaratıyormuşçasına onları ciddiye alsan ve her kelimeni özenle seçsen. Her kelimende sevginin o şen titreşimleri titrese ve çocukların anlamdan ve cevaplardan evvel sevgiyi her hücrelerinde hissetse. Çocuklarına kahramanlıkları, gelenek ve görenekleri, ulusal değerlerini, istemeyi ve kazanmayı öğretmek yerine YÜZLEŞMEYİ, fakat her şeyle yüzleşmeyi öğretsen. 'Hayata karşı dikilmelerine' değil de 'hayatın içinde' ve hayatla olmalarına yol versen. Ölümü bir cezalandırma değil, hayatın güzel ve şen bir bölümü olarak onların önüne sunsan ve ölümle hayatın nasıl da kıymetlendiğini onlara usul usul masal gibi anlatsan. Onları karşına alıp bir ebeveyn edasıyla onlara nutuklar çekmek yerine onlarla 'birlikte' yaşasan ve yeniden çocukluğu deneyimlesen ve onlarla yeniden öğrensen, öğretmek için çabalamak yerine öğrenmeyi denesen durmadan, bıkmak usanmadan, yeniden ve yeniden öğrenmeyi. Yeniden ve yeniden doğmayı. Ve sevmeyi. Hayatı. Yaşamayı ve YAŞATMAYI. Onlarla yaşadıkça ve yeniden öğrendikçe, onlar da yaşamın ve yaşatmanın nasıl bir kıymeti olduğunu şüphesiz ki o küçük yüreklerinde sezeceklerdir. O küçücük yüreklerinde sevginin ve yaşatmanın hazzı dolup taştıkça içlerindeki sevgi denizi onları geleceğe ve barışa taşıyacaktır. Böylelikle bizler de gericilikten ve barışsızlıktan adım adım uzaklaşıp yeni bir dünyanın kapılarını aralayan DEVLER olacağız.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)