12 Ekim 2008

ara güler

ara güler dedi ki "benim için modernlik daha ucuzudur anladın mı?"

anladım ara usta
anladım

dişlerinin arasına sıkıştırdığı o öfke
öyle güçlüydü ki
ağzından püskürüp yüzümü yakacak sandım

eski Istanbul'dan bahsetti
kokusu vardı dedi
şimdi bütün o arnavut kaldırımlı yollara asfalt döküyorlar dedi
"bütün romantizm öldü artık yağmur bile yağmak istemiyor o sokaklara anladın mı?" dedi.

sanat insana dair değil mi
bir kutunun binbir açıdan çekilmiş abuk sabuk fotografları sanat değildir dedi.

bir kuşak gözlerimizin önünde buharlaşıp gitti adeta

hepsi son günlerinde o ara güler'in dilindeki öfkeye kapılmıştı.

onlar ucuzu sevmiyordu topluca
hepsi emeklerini, didinmelerini, tırnaklarının altında toplanan 'hayatın kirlerini' seviyorlardı.

hemen bir isim söylesem attila ilhan derim mesela.
cem karaca derim.
ara güler de o kuşağın son temsilcilerinden.

ucuza hala o yaşıyla karşı çıkıyor.
bayağılığa karşı çıkıyor.

geçen gün bu küçük televizyonlardan birinde lisanstan benden bir üst dönem olan bir arkadaşıma rastladım.
program esnasında isminin altında 'ortadoğu uzmanı' yazıyordu.

işte ara ustanın öfkesine kapıldım o anda
26 yaşında bir 'çocuk' ki ben nasıl bir eğitim aldığını biliyorum, nasıl olur da ortadoğu uzmanı olur?

ucuzluk bu işte
modernlik bu
"ben ekrana çıkarıyorsam büyük adamdır anlayışı"

beni üzüyor, öfkeye kapılıyorum. günlerce içime çöküyor. ben enayi değilim, ama neden bütün bu ülkenin karar alıcıları beni enayi yerine koyuyor.

ara usta şöyle söyledi, ben istiyorum ki bu halk bilsin, bu ülkenin yöneticisi onlardır yoksa dört beş karar alıcı değildir.

zaten bütün sorun da bu değil mi ustam?
hiçbir şeye sahip çıkmıyor insanlar...
daha ucuzunun peşinden koşuyorlar, koşarken başları dönüyor, akılları şaşıyor, neyin peşindeler unutuyorlar, kimdiler unutuyorlar.

her sabah belleği silinen amnezi hastaları misali bir halk, her sabah yataklarından kalkıp yollara düşüyor.

amnezi olmamak için tırnaklarını hayata geçirmişler de var aramızda... ara güler var, can yücel var, cemil meriç var...

halbuki hiçbiri yoklar.

edebiyat müfredatımızda yoklar, sanat müfredatımızda yoklar.

hatıramızı canlandırabilecek her tür kudretli düşünür hızla dışarı itiliyor bu amnezik topluluk tarafından. böylece yönetenler bir avuç görgüsüz, estetik anlayıştan uzak, zevksiz, hantal, kaba-saba, taşeron oluyor.

içimi öfke basıyor.
taşıyorum.

11 Ekim 2008

no madic no!

bakalım eskisi gibi anlatabilecek miyim derdimi...

kelimeleri unutuyorum zira bu aralar.
çocuklar gibi eblek gebelek konuşmaya çalışıyorum.
kısa bir tekrar yapacağız, son iki yüzyıllık dünya tarihine kısa bir tekrar.

öyleyse önce şununla başlayalım,
elimizden alınan şey "varolan" tek şeydir.
elimizden "kendi"mizi alıyorlar.
küçük bir kesinti yaparak, fakat bu kesintiyle ilerleyelim. "bülbülü altın kafese koymuşlar, yurdum demiş" bülbülün yurdu neresidir peki. bu hikayeyi bize neden anlatırlar? anafikri nedir bu hikayenin? bize vatanseverlik enjekte etme isteyidir anafikir. halbuki kim dönüp sorar bülbülün yurdu neresidir diye? bülbülün yurdu göklerdir. bülbülün yurdu özgürlüktür. bülbül bile özgürlüğüne düşkündür. özgürlüğünü özlemektedir. dahası bülbül bile altın kafesin saçmalığının farkındadır. biz farkında mıyız? cebimizdeki, etrafımızdaki küçük renkli ekranlarda bir hayat arıyoruz. o renkli, o cafcaflı çerçevelerde "kendimizi" arıyoruz. işin daha kötü yanı da var. buluyoruz.

aşık olduğumuzu sanıyoruz, hüzünlendiğimizi, öfkelendiğimizi, ağladığımızı... sizlere bu ıssız çöl gecesinden üzülerek ve utanarak bildiriyorum ki; hepsi yalandı.

sevmedik, üzülmedik, ağlamadık.
kandırıldığımızı da iddia etmeyeceğim size.
ben buna gönüllü kandığımıza inanmışlardanım. eski bir hikaye babam anlatırdı. dedem batmanda köyün yakınlarında bir tarlada çalışırken, gömülü bir kil kavanoz bulmuş, kırınca ne görsün, içi altın dolu. uzun süre ne yapacağını bilememiş. öylece saklamış altınları. sonra ankara'ya gelince bir arkadaşı "ünlü bir tacirde kocaman bir elmas var gel seninle altınlarla değiştirelim" demiş. değiş tokuş yapmışlar. elmaz gerçekten kocamanmış ve parıl parılmış. dedem çok mutlu biçimde eve dönmüş. evdekilere elması gururla göstermiş. büyük oğlu: "baba bir kuyumcuya gösterelim bunu" demiş. göstermişler. meğersem elmas değil güzel parlak bir kristal parçasıymış, değeri de dedemin verdiği altınların binde biri kadar filanmış. zavallı adam, ancak hayy'dan gelen hu'ya gider diyebilmiştir herhalde.

zavallı dedem gibiyiz. elimizdeki herşeyi veriyoruz. gerçek kıymeti olan şeyi. "gerçek"i. kendimizi. bunun karşılığında parlak parlak şeyler alıyoruz, ve zavallı bir yaşlı adam gibi sevinç içinde etrafımıza elimizdeki bu ucuz parlak şeylerle cakas atıyoruz. kimse bize bunun karşılığında ne verdin diye sormuyor.

gökleri verip, altın kafes alıyoruz fakat kafamız bülbül kadar çalışmıyor. işte beni de en çok üzen yanı bu olsa gerek. yaklaşık iki saat kadar çingeneleri izledim. romanları değil ÇİNGENLERİ. ÇİNGENELERİ. neymiş efendim toplum bu isme kötü yakıştırmalar yaptığı için kelime ROMAN'la ikame edilmişmiş.

tecavüzün böylesi. hani neyzen diyor ya "bu türkler gariptir söversin kızar da sikersin ses etmez" o misal. zihnimizi, varlığımızın kapladığı bütün alanları sikiyorlar fakat hepimiz hala ve hala altın kafesin parıltısına bakıyoruz. bu bakış da öyle normal bir bakış değil, ağzımızdan salyalar akıyor, gözlerimiz salaklaşmış, büyük bir istek ve arzuyla bakıyoruz. kafesin arkasındaki gökyüzünü göremiyoruz.

gerçek.
gerçeğimizi bizden saklıyorlar.
educree; education kelimesinin yunan ya da latince kökü. educree bildiğini ortaya çıkarmak demek. ortaya saçmayalım diye olabildiğince erken yaşta bizi yuvalara, anaokullarına, yada moda deyimiyle preschool lara yolluyorlar. iyice herşeyi unutalım diye.

ilkokul ve lise boyunca tek öğrendiğimiz şey ülkemizi nasıl daha fazla sevebileceğimiz. bunun "hayali" sebepleri ard arda sıralanıyor. sonra üniversiteye geliyoruz. ilk ders temel ekonomi. "evet çocuklar sizler homo economicus olduğunuzdan dolayı mutlu olabilmeniz için gerekli olan tek şey daha fazla tüketmenizdir"

evet artık tükendiniz.
son noktayı koydular size.
nasılsa hiçbiriniz derste bir adım öne gelip "neden?" diye sormadınız.

zaten neden diye sormayın diye ellerinden gelen herşeyi yapıyorlar. bir yandan o renkli ekranlar, bir yandan da o renkli "kitaplar". neden mi tırnak içinde o kitap. çünkü onlar kitap değil. onlar bestseller. çok satıyorlar. çok mu satıyorlar aman allahım çok başarılı olmalılar. hemen ben de alayım. "aaaa zikrıtı okudun mu abi ya mıgnatız gibin oldum ne iztesem cuk oluyor."

ne isterseniz yapabilirsiniz, biraz sabırlı olun ve olumlu düşünün. olacak.

bugün akşamüstü hafif soğuk rüzgarda şehirde yürüdüm. binaların arasından bulduğu boşluklardan her fırsatta haylazlıkla sızan son ılık güneş ışınları tenime deydiler. ben de onlarla haylazca oynadım. sonra yürüdüm. yürümenin güzelliği tam da burada işte. önünüze duvar dikerlerse yürüyemezsiniz. o yüzden hapislikler "yürüyüşe" değil "volta"ya çıkarlar. işte o yüzdendir ki yürümek ya da hadi gelin baklayı çıkaralım ağzımızdan "göçebelik" duvarlara karşı bir duruştur. hem yürür hem durur. göçebelik bir duruştur yani.

göçebelik gerçeğimizle yüzleşmenin güzel bir örneğidir. yerleşmeyen, bağlanmayan, kendini hiçbir şekilde renkli aptallıklara kaptırmayan, kirli yüzleri elleriyle asıl parıltıyı kovayan insanlardır çingeneler.

bizler mi?
bizler de parıltıyı kovalıyoruz elbette. fakat zavallı yaşlı dedem gibi değersiz ve sanrı bir parıltıyı.

şimdi ben "kendimle" "bir" yürüyüşe gidiyorum. size de güzel bir gece diler büyüklerimin yanaklarından küçüklerimin popolarından öperim.

waking life

ne arıyoruz diye düşünüyorum...
waking life'tan sonra uzun bir sohbet ve düşüncelerin akışı.

filmde bir ara chopin çaldı geride bir yerlerde
tam da chopin gibi derinden çaldı
yazdığım bir şiiri anımsadım
hayatımda yazıp da tek beğendiğim şiir
her neyse
kendimi arayışımda bu idealizmden sembolizmden kastçılıktan elitizmden sıyrılmalı mıyım

"sana kendimi başkasına anlatır gibi anlatırsam, sen de başkası oldun demektir. başkasına git. sana kendimi kendime anlatır gibi anlatıyorum. bu benim sana ait oluşum. anlıyor musun?" ali alkan inal'ın bu sözü durmadan beynimi kemiriyor

kendimi nasıl anlatabilirim.
yeni kelimeler bulsam
tertemiz el değmemiş kelimeler.

dur bak bir de şunu dene.
şöyle düşün.
anlatacağın şeyleri iyice bilmelisin değil mi?
bilmeden anlata bilir misin
öyleyse kendimi biliyor olmalıyım.
ne ukalayım
ne şen şakrak

her neyse
biz hayattan o "dört başı mağmur" kişiyi, ülkeyi, evi, işi, hayatı bekliyoruz.
biraz ondan biraz bundan alıp o "mükemmel"i yaratmak istiyoruz.

bunun iki nedeni var
birincisi mükemmeli birleşik halde bulacağımıza dair hiçbir ümidimiz yok
ikincisi de mükemmel olamayan dışındakilere tahammülümüz yok

ideayı arıyoruz
keklerin kalıbını
orası burası kalıplarda kalmış kekler değil
kalıpları
parıl parıl ve eksiksiz olan

yunan heykellerindeki oğlanları ve kadınları
gerçek hayata ve onun yarım yamalaklıklarına katlanamıyoruz.

bir de şu şartlanmışlıklarımız var elbette.
sahip olmalar sahip olunmalar
aldatmalar
aldanmalar

op.10 no.6 in e flat minor

size bir sırrımı vereyim
ama bana deli demeyin sakın
bu melodi
bence evrenin sırrının notalarla şifrelenmiş hali.

o yüzden sahiplenmeyi yada sahiplenilmeyi anlamlı bulmuyorum

sırf bu melodi yüzünden

zaten anlamın içini köpük köpük doldurduğu birçok güzel, pırıltılı ve hayranlık uayndırıcı şeyi de anlamlı bulmuyorum.

ama sen beni boşver olric
delinin tekiyim ne de olsa.