
şöyle başlayalım. bugün burada yaşamakta olduğumuz hayatın belirlenmemiş ve kendimizce şekillendirilmiş olduğunu iddia etmemiz büyük ölçüde yanlışlarla dolu olur. diğer bir deyişle; kurmacanın ortasına doğmuş durumdayız. "kurmaca"ya karşı koyabilmek içinse diğer "kurmaca"ların içine karışmak zorunda kalıyoruz. o yüzden kurmacalar iki şeyi çok severek benimsiyorlar. birincisi, terimleri. ikincisi, imgeleri. bu terim ve imgeler aracılığıyla kurdukları kurgu hem daha katı bir gerçekliğe dönüşüyor hem de imgeler yoluyla gerçeklikle bir eşleşme sağlayabiliyor. bu terim ve imgeler yoluyla kurmacaların sağladığı diğer fayda ise bir tür meşruluk ve inandırıcılık oluyor.
tarihsel akışın çok kısa (bir insan ömrü) ve kısıtlı (bir coğrafya ve erişebildiği bilgi kaynakları) bir kesimine yine çok kısıtlı bir biçimde şahit olan birey, iki şekilde kurmacaların oyun alanına dahil olur. birincisi ona sunulacak bir "geçmiş söylemi" oluşturulmalıdır. ikincisi aslında bu ilk ilkeyle eşgüdümlüdür. o da "şimdi söylemi"dir. geçmiş söylemi üretimi bir çok şeyin belirleyicisi olması nedeniyle can alıcıdır. geçmiş söylemi kişinin aidiyetlerini biçimlendirmek üzere kullanılır. kişi tarihsel akışın çok kısa ve kısıtlı bir kesimine erişebildiği için geçmiş söylemi kişinin aidiyet geliştirme mekanizması üzerinde önemli rol oynar. geçmiş söylemini yaratan "dil" de hiç kuşkusuz bugünün söyleminin kurulmasında çok kritik bir rol oynar. böylelikle iki türlü gerçeklik "kurulmuş" olur. geçmişin gerçekliği ve şimdinin gerçekliği. fakat burada asıl olarak üzerinde durmamız gerekn nokta başta belirtilen noktadır. zira "kurulmuş" bu gerçekliğin karşısında durabilmek için de "diğer kurulmuş" gerçekliklerin alanına girmek zorunda kalır kişi. bütün bunların suçlusu olarak akla ilk olarak dil gelmelidir. çünkü dil imgeleri bir kurguya hapseder. herhangi bir sözlük açıp baktığınız zaman karşınıza çıkan şey portakal sözcüğü için yuvarlak ve turuncu renkli bir meyvanın resmi değildir. mesela türk dil kurumunun sözlüğünde portakala biçilen tanım şöyledir:
portakal:
a. bit. b. 1. Turunçgillerden, Akdeniz ülkelerinde yetişen, yaprakları sert bir ağaç (Citrus aurantium). 2. Bu ağacın turuncu renkli, yuvarlak ve kabuğu güzel kokulu meyvesi.
imge, imgeliğinden çıkarılmış ve bir "anlam" hapishanesine kapatılmıştır. işte kurgu bu anlamları bozar, yıkar, yeniden yapar ve tekrar eder. böylelikle gerçeklik algımız bozulur, yeniden yapılır ve tekrar ettirilir.
gözleri gören insan, gözleri görmeyen insan, kulakları duyan insan ve kulakları duymayan insan. hepsinin ortaklaştığı şey aslında basittir: imge. yani aslında üleştiğimiz ortak payda gerçekliğin el değmemiş halidir. fakat dil o el değmemiş hale yeni bir şekil biçer ve bizi o kurguya hapseder. sanırım bu nedenledir ki, siyasal sistemler kendilerini dinç tutabilmek için heykellere sıklıkla başvururlar. zira imgeler yoluyla yaratılmış olan "geçmiş söylemi" en kuvvetli biçimde bu yolla ayakta kalır. elbette diğeri de terim ve kavramlardır. siyasal sistemlerin kurgularını kurgulamak için kurdukları terim ve kavramlar. bunları belirli etimolojik çerçevelerde ve bilinçli bir biçimde kurdukları da kuşku götürmez bir gerçektir. kısa ve öz bir biçimde söylemeye çalışırsak propaganda dört başı mağmur ve bilinçli bir gerçeklik kurmak üzere yapılır. bu gerçeklik ne kadar katı olursa o kadar inandırıcı olacaktır.
hawking'in "modelden bağımsız bir gerçekliğe sahip değiliz" sözü bizi çok zavallı bir noktada tanımlamaktadır. bizler emeksel yabancılaşmanın ötesinde yabancılaşmanın yabancılaşmasını yaşamaya başlayan bir kuşağız. baudrillard'ın simulasyon teoreminden ödünç alırsak bizler artık gerçekliğin bile içine doğmamış durumdayız. içine doğduğumuz ortam bile bir gerçeklik simulasyonudur. bu bağlamda kaynağa ulaşmak için çaba harcasak ve ulaşsak bile sadece gerçekliğin simulasyonuna ulaşmış oluruz. bu anlamda bohr'un einstein'la yaptığı tartışmalarda söylediği gibi "doğa bize kendisini anlatmıyor sadece sorduğumuz sorulara yanıt veriyor." matematiksel dilin imgeler ve anlam boyutuyla eşleşmeyen yapısı dahilinde bile durum bu denli zavallıdır. buradaki çıkmazın iki ayağı vardır. birincisi, geçmiş ve şimdi söyleminin kurulması, yani gerçekliğin "yeniden" inşası, ikincisi ise bu inşa edilmiş gerçekliğin bile bir simulasyondan ibaret olması.
bu ikili çıkışsızlığın ilk evresi sanıyorum endüstri devriminin ilk eleştirilerinde görülmüş olan emek yabancılaşmasıydı. gerçekliğin yeni kurgusu içinde kişi emeğine yabancılaşmış bir biçimde yaşama hapsolmuştu bu da köklerine dair bir endişe ve hatta köksüzlük hissi uyandırmaktaydı. fakat ikinci evredeki yabancılaşmada emek yabancılaşmasının ötesinde bir yabancılaşmayla kişi katı gerçekliğin bile bir simulasyondan ibaret olduğu noktasına varmıştır. bu da yabancılaşmanın yabancılaşmasıdır. böylelikle gerçeklik artık yalnızca 2. hatta 3. boyuttan tanımlanabilir hale gelmiştir. gerçeklikle ilişkimiz tamamen askıdadır.