25 Ekim 2011

far away


31 Ocak 2010, Pazar
saat: 15:38


berilerinde yağmur yağdığı çok açık. yani yağmur yağmıyorsa bile o arka plana bir yağmur yerleştirilmeli. çocuk camdan dışarı bakarken bunu düşünüyor. bir yandan da "uzaklık"la ilgili bir şarkıyı mırıldanıyor. sesinin mırıltısı bir artıp bir azalıyor. sonra susuyor. elleri titremesin diye boynundan itibaren tüm kaslarını kasmaya çalışıyor. geçen yıllara küfrediyor biraz daha spor yapmış olsa şimdi bedenine söz geçirebilirdi belki. olmuyor. elleri titriyor. dışarda yağmur yağıyor. tekrar aynı pencere uzun uzun bakıyor. şarkıyı mırıldanıyor. söyleyen adama bırakıyor sonra o daha güzel söylesin diye. güzellikle hiçbir şeyi becerememiş olduğunu düşünüyor. abartıyor muyum? hırıltı gibi çıkıyor gırtladığından. dilini damağına değdirip sağ avcunun içine yerleştirmiş olduğu soğuk kabzayı daha sıkı kavrıyor. arkasına dönüyor. kız yatakta. bütün bunlar olmadan, yani elleri titremeye başlamadan,silahın soğuk kabzasını kavramadan ve "ben kimseye güvenmem" sözlerini duymadan... ne yaptığını düşünüyor. ömrü boyunca güvenmiş ve güvenmek için çırpınmış bir adam, ve ömrü boyunca kimseye değil hiçbir şeye güvenmemiş bir kadın. soğuk bir silah kabzası. yağmur. titreyen eller. beyaz bir ten. yeşil gözler. öğlen ışığı hafif sisli. şarkılarıyla odayı dolduran bir adam. bu dili anlamıyor olmayı çok isterdim. ah ben de hem de nasıl. bana güveniyor musun? evet! hayatımda ilk kez. öyleyse ağzını aç. silahın namlusunun soğukluğu, üstüne bastırılınca acıyan dili. metal kokusu ve tadı. bana güven. tetiği çekiyor. duvar kıpkırmızı. artık elleri titremiyor. kendi ağzına sokuyor namluyu. tetiğe basıyor. 

6 Ekim 2011

patates yiyenler


01 Mart 2009, Pazar
saat: 19:00


odasına döndüğünde vakit henüz gece yarısını bulmamıştı. içtiği bir kaç kadeh şarabın etkisiyle kendini bitkin ve işe yaramaz hissediyordu. suskun ve aksak hareketlerle kapıyı açıp içeri girdi.

üzerindekileri çıkarıp değiştirmek için yatak odasına girdi, küçük dolabından pijamalarını çıkardı, üzerindekileri tek tek özenli bir şekilde katlayıp dolaba yerleştirdi, pijamalarını giydi ve mutfağa geçti, büyük bir bardağa su doldurup yazma odasının yolunu tuttu.

bir mutfak, bir banyo ve iki adet küçük odadan oluşan bu "derli toplu" eve, odam diyordu, zira alan hesabına vursak bütün bu ev aklı başında ev denecek bir yerin ancak bir odası kadar büyüklükteydi.

yazma odasına girdiğinde gözüne ilk anda yıllardır alışkanlıktan hiç de gözüne batmamış olan duvardaki yağlı boya resim takıldı. sandalyesine oturamadan öylece bakakaldı. hayıflandı. "nasıl olur da böyle müthiş bir tabloya 'alışabilirim', olsa olsa bir dangalağım ben, bu renklere, bu anlatıma, bu en duygusuz insana kafayı yedirtebilecek kadar hisli manzaraya nasıl olur da alışabilirim, olsa olsa bir dangalağım ben"

ayakta ne süre dikildi algılayamadı fakat dizleri çözüldüğü anda kendini zorlukla sandalyeye bırakıverdi. sandalyeye yerleşirken elindeki büyük bardaktan bir miktar su yere döküldü. bardağı çok acelesi varmışçasına masaya bırakıverdi.

sandalye de çalışma masası gibi özel olarak yaptırılmıştı. rusya ve sibiryadan ithal edilen birinci sınıf sarı çamdan kendi çizimi üzerine imal ettirdiği sandalye ve masa tamamen kendi beden ölçülerine uygun biçimde yapılmıştı. diz boyu, dirsek boyu ve bunun gibi ayrıntılı ölçüleri almış ve rahat edebileceği masayı çizmişti. üzerinde hiç bir işleme olmayan bir masaydı. son derece sade ve gösterişten uzak.

masanın üzerinde bir tomar beyaz kağıt, kağıtların üzerinde siyah antika bir dolma kalem ve masanın karşı ucunda da yine antika bir kırmızı daktilo durmaktaydı. sandalyeye kendini bıraktığında, sandalyenin üzerindeki krem rengi kumaşla kaplı minderden biraz toz çıktı. toz odanın loş ışığında büyük bir yavaşlıkla havada uçuştu. patates yiyenler tablosu, bu toz, loş ışık ve içtiği bir kaç kadeh şarap onda zamanın yavaşladığına dair bir his uyandırdı. ama bunu düşünmedi. sadece hiseediverdi ve üstesinden geldi. döner sandalyeyi arkaya çevirip tekrar yağlı boya resmi izlemeye başladı. sanki resim hareket ediyordu. o karanlıktaki hazin bakışlı kadınlar aralarında bezgin bir sohbete dalmışlar ve söyledikleri de duyuluyormuş gibiydi. odadaki o yılgın ışık, kadınların yüzündeki anlamsız aydınlık ve hepsinden ötede yoksulluk denemeyecek boyutta bir sefalet. van gogh'u delirten ve ne pahasına olursa olsun anlatmak zorunda hissettiği bu derin bu akıl almaz bu saçma sapan sefalet.

arapça öğrenmek için mısır'a gittiğinde bir fransız misyonerle tanışmıştı iskenderiyede. dünyanın en eski şehirlerinden birinde, ressam bir misyoner, akdenizi uzak bir köşeden gören teras bir ev ve karşı konulmaz bir teklif...
fransız misyoner terasta yedikleri yemeğin ardından, "senin için yağlı boya bir resim yapmak istiyorum, beğendiğin bir resim varsa bana söyle eğer bir şey söylemezsen ben kendi kafamdakini senin için resmedeceğim."

akşamın kızıllığı akdenizi kızıl bir denize çevirmişken aldığı bu içini zevkten köpürten teklif onu heyecanlandırdı. ama hafifçe kızaran yüzü dışında dışarıya hiçbir belirti yansıtmadı. bir resim söylemenin ne kadar nezaketsizce olacağının kesinlikle farkındaydı. fakat bu kadar iyi bir ressam bulmuşken o hep hayalindeki tabloyu çizdirmekten nasıl imtina edebilirdi. kendine söz geçiremiyordu. birden dudakları hafifçe aralandı "van gogh!" deyiverdi. fransız şaşırdığı zamanlarda yaptığı üzere "oui" diye mırıldandı. ah nasıl bir utançtı bu, nasıl bir nezaketsizlikti bu yaptığı, tamamen size bırakıyorum demesi gerekirken yine içindeki o koca adam ona sahip olmuş ve ona "van gogh" dedirtmişti. her iki tarafın da ilk şaşkınlıkları geçtiğinde fransız kendini toparlamış bir yüz ifadesiyle "van gogh'a büyük bir hayranlık beslerim fakat en zor ressamlardandır hangi eserini çalışmamı istiyorsunuz acaba benden" dedi. derin bir nefes alınca yüzündeki bütün kızarıklık geçen O. hiç tereddüt etmeden "patates yiyenler" diyebildi.

2 Ekim 2011

eşya

eşyanın arasındaki o gizil ilişkiye, açıklanmamış sır perdesine dair bir şeyleri, zaman zaman sezinlemenin ve bu sezgiler üzerine bir çok hayati refleks ve bilinç geliştirmenin bir lanetlenmeye denk olduğunu hiç düşündün mü şahenk?

olric'ten

[...] sizden olabildiğimce alçakgönüllülükle af diliyorum, sizi terk ettiğim için değil, bu kadar uzun süre kaldığım için...

Marguerite Yourcenar,
Alexis ya da Beyhude Mücadelenin Kitabı
Metis Yayınları,
İstanbul 1999
s. 85


[...] belki de en korkuncu, başkalarının beni yalnızca, hayatla mücadele halindeki o kişi olarak tanıyacak olması.

Marguerite Yourcenar,
Alexis ya da Beyhude Mücadelenin Kitabı
Metis Yayınları,
İstanbul 1999
s. 53


Evim bana dedi ki: "Beni bırakıp gitme, çünkü senin geçmişin bende yaşıyor".

Ve yol, "Hadi düş peşime, ben senin geleceğinim" dedi.

Bense evime ve yola diyorum ki: "Benim ne geçmişim var, ne de geleceğim. Eğer burada kalırsam, bir gidiş vardır kalışımda; yok, oraya gidersem eğer, gidişimde bir kalış olacak. Çünkü her şeyi değiştirebilen sevgi ve ölümdür yalnızca".

Halil Cibran,
Kum ve Köpük
Bordo Siyah Yayınları,
İstanbul 2010
s. 18

O kadar çok yalan söyledik ve yalan yüzünden o kadar çok acı çektik ki, samimiyetin iyileştirici bir yanı olup olmadığını denemenin hakikaten zararı olmayacak.

Marguerite Yourcenar,
Alexis ya da Beyhude Mücadelenin Kitabı
Metis Yayınları,
İstanbul 1999
s. 14