01 Mart 2009, Pazar
saat: 19:00
odasına döndüğünde vakit henüz gece yarısını bulmamıştı. içtiği
bir kaç kadeh şarabın etkisiyle kendini bitkin ve işe yaramaz hissediyordu.
suskun ve aksak hareketlerle kapıyı açıp içeri girdi.
üzerindekileri çıkarıp değiştirmek için yatak odasına girdi, küçük
dolabından pijamalarını çıkardı, üzerindekileri tek tek özenli bir şekilde
katlayıp dolaba yerleştirdi, pijamalarını giydi ve mutfağa geçti, büyük bir
bardağa su doldurup yazma odasının yolunu tuttu.
bir mutfak, bir banyo ve iki adet küçük odadan oluşan bu
"derli toplu" eve, odam diyordu, zira alan hesabına vursak bütün bu
ev aklı başında ev denecek bir yerin ancak bir odası kadar büyüklükteydi.
yazma odasına girdiğinde gözüne ilk anda yıllardır alışkanlıktan
hiç de gözüne batmamış olan duvardaki yağlı boya resim takıldı. sandalyesine
oturamadan öylece bakakaldı. hayıflandı. "nasıl olur da böyle müthiş bir
tabloya 'alışabilirim', olsa olsa bir dangalağım ben, bu renklere, bu anlatıma,
bu en duygusuz insana kafayı yedirtebilecek kadar hisli manzaraya nasıl olur da
alışabilirim, olsa olsa bir dangalağım ben"
ayakta ne süre dikildi algılayamadı fakat dizleri çözüldüğü anda
kendini zorlukla sandalyeye bırakıverdi. sandalyeye yerleşirken elindeki büyük
bardaktan bir miktar su yere döküldü. bardağı çok acelesi varmışçasına masaya
bırakıverdi.
sandalye de çalışma masası gibi özel olarak yaptırılmıştı. rusya
ve sibiryadan ithal edilen birinci sınıf sarı çamdan kendi çizimi üzerine imal
ettirdiği sandalye ve masa tamamen kendi beden ölçülerine uygun biçimde
yapılmıştı. diz boyu, dirsek boyu ve bunun gibi ayrıntılı ölçüleri almış ve
rahat edebileceği masayı çizmişti. üzerinde hiç bir işleme olmayan bir masaydı.
son derece sade ve gösterişten uzak.
masanın üzerinde bir tomar beyaz kağıt, kağıtların üzerinde siyah
antika bir dolma kalem ve masanın karşı ucunda da yine antika bir kırmızı
daktilo durmaktaydı. sandalyeye kendini bıraktığında, sandalyenin üzerindeki
krem rengi kumaşla kaplı minderden biraz toz çıktı. toz odanın loş ışığında
büyük bir yavaşlıkla havada uçuştu. patates yiyenler tablosu, bu toz, loş ışık
ve içtiği bir kaç kadeh şarap onda zamanın yavaşladığına dair bir his
uyandırdı. ama bunu düşünmedi. sadece hiseediverdi ve üstesinden geldi. döner
sandalyeyi arkaya çevirip tekrar yağlı boya resmi izlemeye başladı. sanki resim
hareket ediyordu. o karanlıktaki hazin bakışlı kadınlar aralarında bezgin bir
sohbete dalmışlar ve söyledikleri de duyuluyormuş gibiydi. odadaki o yılgın
ışık, kadınların yüzündeki anlamsız aydınlık ve hepsinden ötede yoksulluk
denemeyecek boyutta bir sefalet. van gogh'u delirten ve ne pahasına olursa
olsun anlatmak zorunda hissettiği bu derin bu akıl almaz bu saçma sapan
sefalet.
arapça öğrenmek için mısır'a gittiğinde bir fransız misyonerle
tanışmıştı iskenderiyede. dünyanın en eski şehirlerinden birinde, ressam bir
misyoner, akdenizi uzak bir köşeden gören teras bir ev ve karşı konulmaz bir
teklif...
fransız misyoner terasta yedikleri yemeğin ardından, "senin
için yağlı boya bir resim yapmak istiyorum, beğendiğin bir resim varsa bana
söyle eğer bir şey söylemezsen ben kendi kafamdakini senin için
resmedeceğim."
akşamın kızıllığı akdenizi kızıl bir denize çevirmişken aldığı bu
içini zevkten köpürten teklif onu heyecanlandırdı. ama hafifçe kızaran yüzü
dışında dışarıya hiçbir belirti yansıtmadı. bir resim söylemenin ne kadar
nezaketsizce olacağının kesinlikle farkındaydı. fakat bu kadar iyi bir ressam
bulmuşken o hep hayalindeki tabloyu çizdirmekten nasıl imtina edebilirdi.
kendine söz geçiremiyordu. birden dudakları hafifçe aralandı "van
gogh!" deyiverdi. fransız şaşırdığı zamanlarda yaptığı üzere
"oui" diye mırıldandı. ah nasıl bir utançtı bu, nasıl bir
nezaketsizlikti bu yaptığı, tamamen size bırakıyorum demesi gerekirken yine
içindeki o koca adam ona sahip olmuş ve ona "van gogh" dedirtmişti.
her iki tarafın da ilk şaşkınlıkları geçtiğinde fransız kendini toparlamış bir
yüz ifadesiyle "van gogh'a büyük bir hayranlık beslerim fakat en zor
ressamlardandır hangi eserini çalışmamı istiyorsunuz acaba benden" dedi.
derin bir nefes alınca yüzündeki bütün kızarıklık geçen O. hiç tereddüt etmeden
"patates yiyenler" diyebildi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder