hep aynı terane şahenk. "ay denize kıyısı olmayan o gri şehirde nasıl yaşıyorsunuz?"
Ankara'nın nasıl bir dert olduğunu ona alışmayanlar anlamıyor şahenk.
zaten asıl önemli olan şehrin denize kıyısının olması değil, insanın denize kıyısının olması.
ılıman, nemli, güzel gün batışlı olanlar yalnızca şehirler değildir. insanın da öylesi vardır.
geçer karşına. bir kadeh rakı koyar. kuru kuru yani. ne mezesi, ne suyu... sonra pencereyi aralar.
o lanet olası karasal iklim şehrinde, pencereden ansızın deniz kokusu gelir. ilk anda rakının mahmurluğu sanırsın. ama denize kıyısı olan, ılıman, nemli ve güzel gün batışlı insanlar vardır.
insanların denize bakanını görmeyenlerin denize bakan şehirlere olan sevdası bana yavan gelir.
zaten kitap ne diyor, "iyi bir gezginin belirlenmiş planları yoktur ve varmak niyeti de yoktur."
şerefine şahenk.
24 Kasım 2013
16 Kasım 2013
6 Kasım 2013
5 Kasım 2013
tını
- en son seks beklentin olmadan bir kızın saçlarını ne zaman okşadın
- sanırım altı yaşımdayken...
velhasılı kelam durum budur. buda yine kendini aklamış bulunmaktadır. aldığınız kararlar sadece o anı değil geleceğinizi de şekillendirir derken. evet şekillendirdi. en son altı yaşındayken yaptıklarıma geri döndüm. içimdeki sevgi dolu adamı dinledim. insan bazen vücudunda gezen kanın mazisinden ürküyor. siz nasıl bu ürküntüden uzak, bihaber yaşıyorsunuz bilemiyorum tabi. ama benim için o korkular hep canlı. damarlarımda gezen kanı, bana taşıyan bu onlarca insanın hikayelerinin can alıcı kısımlarının tamamını bilmek, beni bazen bir köşede, hiçbir şeye karışamayacak kadar korku ve ürküntü içinde bırakıyor. öyle zamanlarda daha da kapsayıcı olan diğer fikre kulak vermeye gayret ediyorum. bu koca hikayede belirlenmemiş ayrıntıları, bir dantel gibi tek tek, nakış nakış örülmemiş bir an bile olamaz. kendini denizin üzerinde, yatay şekilde bırakıp akıntıyla hareket ederkenki o garip tanrısal his... işte o hisle hayatın içine bırakıyorsun kendini, tuzlu su misali seni kaldırıyor ve akıntı sana eşlik ediyor. ihtiyacın olan şeyler basit, tuzlu su, akıntı ve kendini bırakmak...
kasımı biliyorsun şahenk. o zıkkım olası söz çıkmadan evvel de kasım aşktı. kasım hep aşk hep aşık. düşüp kalkan bir sevgili gibi. bir o çukura düşüyor bir bu çukura. ömür böylelikle geçiyor. gerçekten de sözün hakikati var. geçen zaman değil ömür. bütün bunlar, dağlar, kayalar, denizler bütün bu her şey yani, hep varmış kadar eskiler. ben aralarına bir o biçimde bir bu biçimde katılıyorum. başo'nun emin olamadığı gibi ben de emin olamıyorum. en son kayalıkların içinde gezintide gördüğüm kelebek, kendini denizin üstüne doğru bıraktı. o ritmik iki kez kanat çırpışı, sonra duruşu ve tekrar iki kez kanat çırpışı, durduğu yere doğru çakılırcasına ani hareketi, bir hareketten ve bir yaşamdan çok bir melodiyi andırıyordu. beyaz, duru, iç burkan bir melodiyi. kanatlarını çırpmayı bırakıp bir aşka düşüyordu, sonra tekrar kanatlarını çırpıp başka bir aşka yol alıyordu. o kadar kısa bir ömürde denizin üzerinde kısacık bir gezinti, koca bir ömrün tüm aşklarını barındırabilir. çünkü geçen zaman değil, ömürdür. ve sizlere hep ifade ettiğim üzere bazı şeyleri zihnimizin çürük ve dağlanmış köşeleri idrak edemez. ben yüreğimizin atmaktan çok, bütün bu idrak edilemez ufak, ender ve rengarenk şeyler için yaratıldığını düşünürüm. yüreğin ufak odalarında beynimizin geniş düzlüklerinden daha derin sığınaklar vardır. zihninizin rüzgarlarında yıpranan insanlara gösterdiğiniz hoyratlığı, yüreğinizin sakinliğinde sakladığınız insanlarla karıştırmayınız. ölüyü odunlarla kuşatıp tutuşturmak ya da bir kefene sarıp mezara koymak gibi. kelimelerle anlatabileceğin bir hayat vardır. ve kelimelerin asla ve asla oraya dokunamayacağı, ulaşamayacağı bir hayat da vardır. galaksilerin uzay boşluğunda, birbirinden habersiz spiraller çevirerek dönüşü misali. birbirlerine göz kırpmaktan fazla birbirlerini etkilememeleri misali. bir süre daha burada kalacağız. bu akşamüstleri, bu buğulu bakışlar, rakı kokusu, deniz esintisi, kitap sıcaklığı, nefesin tatlı okşayışı... sonra bir başka aşka düşmek üzere kanat çırpmayı bir an bırakacağız ve başka bir kelebeğin bedeninde kanat çırpmağa başlayacağız. yüreğin sakin odalarından, zihnin esintili düzlüklerine... bir rüzgar gibi. bir tını gibi.
- sanırım altı yaşımdayken...
velhasılı kelam durum budur. buda yine kendini aklamış bulunmaktadır. aldığınız kararlar sadece o anı değil geleceğinizi de şekillendirir derken. evet şekillendirdi. en son altı yaşındayken yaptıklarıma geri döndüm. içimdeki sevgi dolu adamı dinledim. insan bazen vücudunda gezen kanın mazisinden ürküyor. siz nasıl bu ürküntüden uzak, bihaber yaşıyorsunuz bilemiyorum tabi. ama benim için o korkular hep canlı. damarlarımda gezen kanı, bana taşıyan bu onlarca insanın hikayelerinin can alıcı kısımlarının tamamını bilmek, beni bazen bir köşede, hiçbir şeye karışamayacak kadar korku ve ürküntü içinde bırakıyor. öyle zamanlarda daha da kapsayıcı olan diğer fikre kulak vermeye gayret ediyorum. bu koca hikayede belirlenmemiş ayrıntıları, bir dantel gibi tek tek, nakış nakış örülmemiş bir an bile olamaz. kendini denizin üzerinde, yatay şekilde bırakıp akıntıyla hareket ederkenki o garip tanrısal his... işte o hisle hayatın içine bırakıyorsun kendini, tuzlu su misali seni kaldırıyor ve akıntı sana eşlik ediyor. ihtiyacın olan şeyler basit, tuzlu su, akıntı ve kendini bırakmak...
kasımı biliyorsun şahenk. o zıkkım olası söz çıkmadan evvel de kasım aşktı. kasım hep aşk hep aşık. düşüp kalkan bir sevgili gibi. bir o çukura düşüyor bir bu çukura. ömür böylelikle geçiyor. gerçekten de sözün hakikati var. geçen zaman değil ömür. bütün bunlar, dağlar, kayalar, denizler bütün bu her şey yani, hep varmış kadar eskiler. ben aralarına bir o biçimde bir bu biçimde katılıyorum. başo'nun emin olamadığı gibi ben de emin olamıyorum. en son kayalıkların içinde gezintide gördüğüm kelebek, kendini denizin üstüne doğru bıraktı. o ritmik iki kez kanat çırpışı, sonra duruşu ve tekrar iki kez kanat çırpışı, durduğu yere doğru çakılırcasına ani hareketi, bir hareketten ve bir yaşamdan çok bir melodiyi andırıyordu. beyaz, duru, iç burkan bir melodiyi. kanatlarını çırpmayı bırakıp bir aşka düşüyordu, sonra tekrar kanatlarını çırpıp başka bir aşka yol alıyordu. o kadar kısa bir ömürde denizin üzerinde kısacık bir gezinti, koca bir ömrün tüm aşklarını barındırabilir. çünkü geçen zaman değil, ömürdür. ve sizlere hep ifade ettiğim üzere bazı şeyleri zihnimizin çürük ve dağlanmış köşeleri idrak edemez. ben yüreğimizin atmaktan çok, bütün bu idrak edilemez ufak, ender ve rengarenk şeyler için yaratıldığını düşünürüm. yüreğin ufak odalarında beynimizin geniş düzlüklerinden daha derin sığınaklar vardır. zihninizin rüzgarlarında yıpranan insanlara gösterdiğiniz hoyratlığı, yüreğinizin sakinliğinde sakladığınız insanlarla karıştırmayınız. ölüyü odunlarla kuşatıp tutuşturmak ya da bir kefene sarıp mezara koymak gibi. kelimelerle anlatabileceğin bir hayat vardır. ve kelimelerin asla ve asla oraya dokunamayacağı, ulaşamayacağı bir hayat da vardır. galaksilerin uzay boşluğunda, birbirinden habersiz spiraller çevirerek dönüşü misali. birbirlerine göz kırpmaktan fazla birbirlerini etkilememeleri misali. bir süre daha burada kalacağız. bu akşamüstleri, bu buğulu bakışlar, rakı kokusu, deniz esintisi, kitap sıcaklığı, nefesin tatlı okşayışı... sonra bir başka aşka düşmek üzere kanat çırpmayı bir an bırakacağız ve başka bir kelebeğin bedeninde kanat çırpmağa başlayacağız. yüreğin sakin odalarından, zihnin esintili düzlüklerine... bir rüzgar gibi. bir tını gibi.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)