26 Kasım 2012
arabesk
acılarımızın da bir tadı olduğunu bilmek ve acılarımızın da anlamlarını anlamaya çabalamaya çalışmakla, acılarımızı ilahlaştırmak ve onları kutsamak arasında fark vardır. hayat her anı güzelleştirilmesi, ince ince yontulması, kıymetlendirilmesi ve estetize edilmesi gereken bir cevher gibidir elimizde. hatta o kadar ki, yanlış bir darbe indiriverirsin ve artık asla hayalindeki heykele ulaşma şansın kalmaz. yani hayat kırılgan ve nazik bir şeydir. nezaketle yaşamak gerekir. rafine edilmemiş hangi üründen bir lezzet bekleyebiliriz ki? kişi kendi düşünce ve değerlerini rafine etmeye gayret etmeli. buna benzer olarak toplumlar da hayatlarını rafine etmenin yolunu aradıkça toplumsal huzur ve mutluluk pekişiyor. çünkü rafine değerler üretmekle, çare ve çözüm bulmak da eş zamanlı gelişiyor. tersine rafine edilemeyen değerlerle bahane bulmalar da eş zamanlı gelişiyor. ve bu iki yol iki ayrı uca ulaşıyor. bir tarafta hayatın kıymetli ve keyifli bir gelişime dönüştüğü, sorunların çözüme odaklandığı, sosyal bilincin gelişmiş olduğu, insanların kendilerine duydukları saygıyı karşılarındakilere de yansıttığı bir yapı ortaya çıkarken, diğer tarafta, hayatın kıymetsizleştiği, toplumdan çok kitleselleşen, hayat yerine ölümü kutsayan, çözüm üretmek yerine bahane üreten, polemik üreten, insanların tahammülsüz ve bencil olduğu devasa bir yapı ortaya çıkıyor. bu ikinci yapının yapıcıları ve yapının öylece sürmesini arzu eden kişilerin hep ağzına doladıkları "kutsal halk" metası buradan bakınca abes abes sırıtıyor. acının ve ölümün kutsandığı bir kitlenin dünyasında bahanelerden sıyrılmanın imkanı yoktur. çözüm bulmak anlamını yitirmiştir. evreni ve doğayı anlamanın, hayata yeni renkler ve boyutlar katmanın da manası ortadan kalkmıştır. insanlar kutsanmış acılarının ve kutsanmış ölümlerinin etrafında sıcak ve yapışkan bir sıvıyla birbirine eklemlenmişlerdir. bu bir toplum değildir. bu bir kitledir. değişmeyi arzu etmez. değişmenin tehlikelerinin ve zorluklarının tamamen farkındadır. o farkındalıkla öylece kalakalmanın bütün mantık dışı bahanelerini kendi içinde durmadan üretmektedir. üretmeye de devam edecektir.
17 Eylül 2012
insanın içi vardır
aşk bu değil şahenkcim. o veya şu da değil pek tabi. ne isterdim biliyor musun yaşadığım ülkeyi sevmek isterdim. yaşadığım dünyayı sevmek isterdim. ama sanırım buna insanlar hep engel olacaklar. gün doğuşları, gün batımları, karalar, denizler, hiç görmediğim çöller ve buzullarıyla dünya çok güzel. onu olduğu gibi çok seviyorum. insanları da çoğu zaman seviyorum. garip duygular besliyorum onlara. karman çorman. sanırım geldiğimiz noktada dün de söylediğimiz üzere sıyrılabilmek pek mümkün değil. çünkü üzerinize bulaşan şeyler vardır. örnek mi istersiniz. bir insanla sevişmek mesela. siz sabah uyanınca aldığınız duşla üzerinizdeki izler geçip gitti sanırsınız. halbuki insanların sıvıları kimyalarıdır da. birbirlerine bulaşır. hani yüzüme gözüme bulaştırdım derler ya. aynen öyle her yanınıza bulaşır. sizi biraz o kişi kılar yani sevişmeler. fakat asıl konu bu değil. insanlar söylenenlere çok kolay inanıyorlar. bu beni üzüyor. üzüntüden öteye geçen hislerim yok artık. sadece üzülüyorum. anlamaya çalışsınlar isterdim. sakın yanlış anlaşılmasın. kendi tarihime "ben anladım" notu düşmüyorum. anlamak bir şeyi çözmüyor zaten. ama anlamaya çabalamamak her şeyi daha çözümsüz kılıyor. her gün binlerce kez tecavüze uğrayan insanlar bir kadına tecavüz edilince ayağa kalkıyorlar. oysa bütün o tecavüzlerle o kadın arasındaki bağı kurmaktan yoksunlar. kadınlar tecavüze uğruyor çünkü siz de trafikte bir başkasının şeridine tecavüz ediyorsunuz, çünkü siz de iş yerinizde birinin haklarına tecavüz ediyorsunuz, çünkü siz de birine zarar verilirken sessiz kalmayı seçiyorsunuz. sonra bir gün, bir yerde, bir kadına tecavüz ediliyor. ve herkes homurdanmaya başlıyor. askerler öldürülüyor. terör hortladı diye homurdanmalar başlıyor. halbuki herkes günlük hayatında her saniye teröre maruz kalıyor. insanların üzerine süren dolmuş şoförüne kimse ses çıkarmıyor. politikacıların korku salan açıklamalarına da kimse ses çıkarmıyor. ama askerler ölüyor. ve homurdanma başlıyor. terör hortladı. ne terör hortluyor, ne tecavüz patlıyor. hepsi gündelik hayatınızdan yeşeriyor. sizin sessizlikleriniz, sizin boşvermişlikleriniz, sizin korkularınız onları besleyip yeşertiyor. sonra o yeşillikler bir gün meyve verince homurdanıyorsunuz. işte oradan kendi hayatıma uzanıyorum. o dışarının hoşnutsuzluğu, hoyratlığı ve samimiyetsizliğiyle içime sızmaya kalkıyorsunuz. işte bunun bulantısını varoluşçuluk bile anlatmaya kalkışamaz. aranızdan naiflerle tanışmıştım. çok zaman önceydi. onların da çoğunu saflarınıza çektiniz. ben de sizin safınızdayım. yanlış anlaşılmasın. ben ayrıyım, ben özelim, ben kendimi korudum, kirlenmedim, size benzemedim demeye getirmiyorum. başarıyla beni de kendinize benzettiniz ve ben de başarıyla size teslim oldum. fakat bir türlü kendimi kandıramadım. anlattıklarınıza inanamadım. aranızdaki bir virüs gibiyim kısacası. size benziyorum. ve siz de benim size benzediğimden eminsiniz. ama içim başka. onu koruyorum. korumaktan da öte, o kendini koruyor. bozulmuyor. hikayelerinize inanıyor gibi yapıyorum. hikayenin gereklerini bile yerine getirdiğim oluyor. onaylarcasına başımı sallıyorum. yüzünüzde bir memnuniyet oluyor. "yedi zokayı" diyorsunuz. ben de zokayı yemiş gibi bir yüz ifadesi takınıyorum. sizinle böylelikle geçinip gidiyoruz. diyorlar ki, onlar gibi davranıp, onlar gibi görünüyorsan geriye ne kalır ki!? SEN DE ONLARDANSIN! insanın içi vardır a dostlar. insanın içi vardır. fiko diyor ya yıldızlar şahidimdir. yıldızlar şahidimdir, insanın içi vardır.
3 Eylül 2012
ölümün ülkesi
yalnızlığımla oturuyoruz. şahenk yok. kendisini cepheye gönderdik. davulla zurnayla. altı ayımı beraber geçirdiğim o genç çocuklardan niceleri şahenk'le birlikte cephedeler. şahenk bazılarının öldüğünden bahsediyor. bizler bu yakada, ölmelerine tam olarak bir anlam veremiyoruz. gündelik hayatımızda bir değişiklik yok. trafik sıkışınca küfür edip, kornaya basıyoruz, kendi kişisel "saçma" hedeflerimizin peşinden koşuyoruz, yeyip içiyoruz. şahenk cephede savaşmanın, birilerini öldürmek üzere ateş etmenin, birilerinin de seni öldürmek üzerine ateş etmesinin çok garip bir şey olduğundan bahsediyor. geceleri uyumadığından, saatlerce durmadan yürüdüğünden, üzerindeki kamuflajın kokusundan, botun rahatsızlığından ve buna benzer bir yığın başka şey. başucumda cioran duruyor. doğmuş olmanın sakıncası üzerine lak lak ediyor. birileri dağlarda geceleri, büyük korkular içinde ölürken insan yaşadığı her andan, duyduğu her kelimeden derin bir tiksinti duymaya başlıyor. akşam haberlerinde apoletli adamla, apoletsiz adam kameralara el sıkışma pozu verme gayretindeler. ölen çocuklara dair hiçbir acı hissetmedikleri hemen belli oluyor. gülümsemeye çalışıyorlar. ellerini uzatıyorlar ve flaşlar patlıyor. insanın içini dökmesi ahkam kesmek değildir sevgili şahenk. sen daha iyi bilirsin. az kahrımı çekmedin. şimdi yalanları geçelim şahenk. "siz geceleri rahat uyuyun diye dağlarda askerler ölüyor" filan. birincisi artık biz geceleri rahat uyumaktan vazgeçelim şahenk. ikincisi ölülerden sadece, mezar kazanlar, mezar taşı yapanlar ve kefen bezi satanlar para kazanmaz. bütün sömürülerden para kazanan bir sınıf vardır dünyada. ve onları çok korkunç kılan şey şudur; onlar ölenin nerede olduğuyla ilgilenmezler. onlar o ölümden nasıl fayda sağlayabileceklerine bakarlar. ve mutlaka bir fayda sağlarlar. şahenk bizi dağlara onlar çıkarıyorlar dedi geçen gün. evet şahenk biliyorum. sizi dağa çıkaranlar onlar ama bizler de bunca kalabalığımıza rağmen sizi dağdan indiremediğimiz için özür dileriz. ölümünüzden tek tek her birimiz sorumluyuz.
28 Ağustos 2012
14 Ağustos 2012
sizler
sizler ne inançlarınız, ne fikirleriniz ne de ideallerinizsiniz. sizler yalnızca gündelik pratiklerinizsiniz.
8 Ağustos 2012
23 Mayıs 2012
tanrı?
oturduğu koltuğa hafifçe gömüldü. akşam güneşi perdenin arkasından odaya
boca edilmişcesine giriyordu. her şey turuncunun tonlarıyla boyanmış
gibiydi. havada uçuşan toz tanelerine bakıp evrendeki madde miktarını
düşündü. sonra dudaklarını ısırmayı bırakıp şöyle dedi;
- sence de tanrı halimize gülmüyor mu?
soru K.yi keyiflendirdi. yavaşça oturduğu yerden kalktı. bahçeye bakan pencereye yaklaştı. bahçedeki içi oyulmuş koca kütüğe baktı. içi oyulmuş ve su doldurulmuş kütüğün içinde yüzen iki kızıl balığı izledi bir süre. gülümsedi. içinde kabaran anlatma isteğini birkaç saniye daha bastırdı. bunun keyfini artıracağını biliyordu. öyle de oldu. saniyeler geçtikçe içindeki gıdıklayıcı zevk arttı. dudaklarını hafifçe yaladı ve söze şöyle başladı;
- yanılıyorsun. daha doğrusu sen değil. herkes. tanrı insanın yarattığı bir şey olarak insana benziyor olabilir. fakat insanın yaratmadığı bir şey olarak tanrı insana hiç benemiyor. insanın varoluşu bildiğimiz kadarıyla, şurada topu topu milyon yılı geçmiyor. ki bunun çok kısa bir bölümünde de gezinmekten vazgeçip, yerleşti ve senin kurduğuna benzer ukala cümleler sarfetmeyi öğrendi.
K.nin zekasını ve derinliğini bilen A. aldığı cevaptan hoşnuttu. K.nin henüz sözünü bitirmediğinin de farkındaydı. sessizce dinlemeye devam etti.
- insan için tanrı sorunsalı bir çatalla ikiye ayrılır. dünyevi bir kurgu veya varlık olarak tanrı ve dünyevi bir kurgu olmayan tanrı. bizim üzerinde konuştuğumuz, düşündüğümüz, varsayımlar geliştirdiğimiz, ibadet ettiğimiz ve sonuç olarak "tanrı" olarak adlandırdığımız kurgu hep ilkidir. elbette kurgumuzun detaylarına bakıldığında bahsi geçen tanrımızın "evrensel" ve "sonsuz" olduğuna dair lakırdılar görürüz. fakat işin aslı öyle değildir. bizim tanrımızın tarihi insanın varoluşundan önceye uzanmaz. bizim tanrımız insanlık tarihiyle birlikte ortaya çıkar ve yavaş yavaş olgunlaşır. bana kalırsa olgunlaştıkçada tadı kaçar. gelelim evrenin öncesinden beri varolan tanrıya. insanı yani ortalama insanı bu denli zavallı kılan şey tek bir cümleyle ifade edilebilir. evrenin büyüklüğünü algılayamamak. tıpkı gündelik hayatta kulaklarımızın bazı sesleri duyamaması misali, insan beyni de belli ölçeklerdeki büyüklük ve küçüklükleri algılayabilir. algısının bu kusurlu halinden dolayı yapacak çok fazla bir şey yoktur. bu büyüklük ona fazla geldiği iiçin olsa gerek, o, daha küçük, daha cicili bicili, daha "insancıl" bir tanrı yaratmıştır. diğer bir deyişle iki tanrı vardır. insanın yarattığı tanrı ve evreni yaratan tanrı.
- sence de tanrı halimize gülmüyor mu?
soru K.yi keyiflendirdi. yavaşça oturduğu yerden kalktı. bahçeye bakan pencereye yaklaştı. bahçedeki içi oyulmuş koca kütüğe baktı. içi oyulmuş ve su doldurulmuş kütüğün içinde yüzen iki kızıl balığı izledi bir süre. gülümsedi. içinde kabaran anlatma isteğini birkaç saniye daha bastırdı. bunun keyfini artıracağını biliyordu. öyle de oldu. saniyeler geçtikçe içindeki gıdıklayıcı zevk arttı. dudaklarını hafifçe yaladı ve söze şöyle başladı;
- yanılıyorsun. daha doğrusu sen değil. herkes. tanrı insanın yarattığı bir şey olarak insana benziyor olabilir. fakat insanın yaratmadığı bir şey olarak tanrı insana hiç benemiyor. insanın varoluşu bildiğimiz kadarıyla, şurada topu topu milyon yılı geçmiyor. ki bunun çok kısa bir bölümünde de gezinmekten vazgeçip, yerleşti ve senin kurduğuna benzer ukala cümleler sarfetmeyi öğrendi.
K.nin zekasını ve derinliğini bilen A. aldığı cevaptan hoşnuttu. K.nin henüz sözünü bitirmediğinin de farkındaydı. sessizce dinlemeye devam etti.
- insan için tanrı sorunsalı bir çatalla ikiye ayrılır. dünyevi bir kurgu veya varlık olarak tanrı ve dünyevi bir kurgu olmayan tanrı. bizim üzerinde konuştuğumuz, düşündüğümüz, varsayımlar geliştirdiğimiz, ibadet ettiğimiz ve sonuç olarak "tanrı" olarak adlandırdığımız kurgu hep ilkidir. elbette kurgumuzun detaylarına bakıldığında bahsi geçen tanrımızın "evrensel" ve "sonsuz" olduğuna dair lakırdılar görürüz. fakat işin aslı öyle değildir. bizim tanrımızın tarihi insanın varoluşundan önceye uzanmaz. bizim tanrımız insanlık tarihiyle birlikte ortaya çıkar ve yavaş yavaş olgunlaşır. bana kalırsa olgunlaştıkçada tadı kaçar. gelelim evrenin öncesinden beri varolan tanrıya. insanı yani ortalama insanı bu denli zavallı kılan şey tek bir cümleyle ifade edilebilir. evrenin büyüklüğünü algılayamamak. tıpkı gündelik hayatta kulaklarımızın bazı sesleri duyamaması misali, insan beyni de belli ölçeklerdeki büyüklük ve küçüklükleri algılayabilir. algısının bu kusurlu halinden dolayı yapacak çok fazla bir şey yoktur. bu büyüklük ona fazla geldiği iiçin olsa gerek, o, daha küçük, daha cicili bicili, daha "insancıl" bir tanrı yaratmıştır. diğer bir deyişle iki tanrı vardır. insanın yarattığı tanrı ve evreni yaratan tanrı.
12 Mayıs 2012
din
nasıl ki kişi gündelik hayatında vicdanı yoluyla eylemlerini tamamen "kendi kendine" meşru kılmaya gayret ediyorsa, insanlık tarihinde de aynı görevi dinler yapmaktadır.
6 Mart 2012
...
enver ibrahim'in udundan 'keşif'in bütün güzel renkleri bir bir
saçılıyor yatağıma. melodilerde hayatı ararsak bulabiliriz sanırım.
zaten hayatı nerede ararsak orada bulabiliriz. aramazsak da bir ömür
karşımıza çıkmaz.
19 Şubat 2012
onca yoksulluk varken
insanlığımızdan utandığımız da olur. biliyorum çok sık değil
ama olur. neyse ki benim de çok sık olmuyor. ama olduğu zamanlar dünyanın
dayanılmaz bir yer olduğunu söyleyebilirim. kendimizden utandığımız,
etrafımızdaki herkesten utandığımız ve hatta etrafımızdaki insanlarla olan
benzerliklerimizden bile utandığımız da olur. bunlar gayet doğal şeyler. siz de
birkaç gün orospu çocuklarıyla yaşarsanız ve ölmek üzere bir kadını hayatta
tutmak gayretinden çok, istediği şekilde ölmesine gayret ederseniz sizin de utançlarınız
oluverir. bunları büyütmeyelim. çünkü daha önce de söylediğim üzere ben
insancıl biri değilim. insanların öldüklerini biliyorum. yalnızca onlara
işkence edilmemeli. hayat zaten birçoğumuz için devasa bir işkence odası. bir
de buna sizler elbirliği edip, işkenceyi uzatmayın ve şiddetlendirmeyin. olan
oluversin yani. direnmenin de sanırım pek bir anlamı yok. yani gerçekten bir
anlamı yok. içimize sığınmanın da öyle. çünkü bizler zavallılarız. buna inanın.
buna inanmak istemiyorsanız da bu sizin bileceğiniz iş. karışacak değilim. bir
ışık ışını gibi dürüst yaşamaya kalkışmanızı dilerdim tanrıdan. ve tabi kendim
için de bunu dilerdim. yani tanrı olsa iyi olurdu sanırım. içimiz dışında
sığınabileceğimiz bir yerler daha olurdu. ama tanrı olmayınca kala kala içimize
kalırız. ve bazen içimizden de utandığımız olur. başka yerlere kaçmak filan
isteriz biz. dağlara çıkmak ya da denizin kenarına inmek. çünkü tam ortada
dikilmekteyizdir. hayatta kalmak için bu saçmalığa katlanıyor oluşumuz bile
başlı başına yüz kızartıcıdır. bazen gerçekten de yüzümüz kızarır. çünkü içimiz
yetmez. dışımız da işte yetecek gibi değildir. hem yetse ne farkeder.
30 Ocak 2012
celine
savaş uzadıkça da, vatan'ın midesini bulandıracak kadar mide bulandırıcı
kimse olamayacağını düşünmeye başladılar... vatan her türlü fedakarlığı
kabul etmeye başladı, çuvallar nereden gelirse gelsin... şehitlerinin
seçiminde sonsuz derecede hoşgörülü olmaya başladı vatan! artık silah
altına alınmayı hak etmeyecek kadar şerefsiz olduğu düşünülen asker
kalmadı, özellikle de silah altında silah zoruyla ölmek söz konusu
olduğunda... sonunda beni bile kahraman yapmaya karar verdiler, olacak
iş mi!... katletme çılgınlığı dayanılmaz hale gelmiş olsa gerek, öyle
ya, bir konserve kutusunun çalınması bile affedilebiliyorsa artık!
affetmek ne kelime? basbayağı unutulabiliyor! gerçi, bolluk içinde
yüzmelerini bizimle birlikte tüm dünyanın kutsadığı koskoca haydutları
her allah'ın günü hayranlıkla izlemeyi alışkanlık haline getirdik, kaldı
ki, biraz yakından incelendiğinde onların varlıklarının kanıtı her gün
yinelenen upuzun bir cürüm dizisi olarak ortaya çıkmaktadır, buna karşın
bu zatlar her türlü şerefe, şana, güce layık görülüyor, işledikleri
suçlar yasalar tarafından da taçlandırılıyor, oysa, tarihte ne kadar
gerilere gidilirse gidilsin -ve bildiğiniz gibi bana tarihi bilmem için
para veriyorlar- her şey bize şunu gösteriyor ki, basit bir hırsızlık
yapılmışsa, hele sıradan gıda maddeleri, bir dilim ekmek, jambon ya da
peynir çalınmışsa, o suçu işleyen kişi toplumun gözünde mutlak biçimde
yüzkarası olarak damgalanıyor, kesinlikle kınanıyor, en ağır cezaları
hak ediyor, kendiliğinden onurunu yitiriyor ve alnındaki kara leke ömrü
billah silinemiyor, bunun da iki nedeni var, öncelikle bu tür cürümleri
işleyen kişi genellikle yoksuldur ve bu zaten başlı başına vahim bir
utanç vesikasıdır, sonra da, yapmış olduğu eylem topluma karşı üstü
kapalı bir tür suçlama da içermektedir. fukaranın hırsızlığı haince bir
ihkakı hak'ka dönüşüyor, anlıyor musunuz... öyle olursa da bu işin sonu
nereye varır? dolayısıyla dikkatinizi çekerim, ufak tefek aşırmaların
cezalandırması dünyanın her yerinde en katı bir biçimde uygulanır,
yalnızca bir sosyal savunma yöntemi olarak değil, ama aynı zamanda,
özellikle de tüm zavallılara yönelik ciddi bir gözdağı olarak,
otursunlar oturdukları yerde, kendi sınıflarında, keyiflerine baksınlar,
yüzyıllar boyunca ve sonsuza dek açlıktan ve sefaletten gebermeye güler
yüzle razı olsunlar...ancak şimdiye kadar küçük hırsızların
cumhuriyetimizde sahip oldukları bir ayrıcalık vardı, o da vatansever
silahları kuşanmak onurundan mahrum bırakılmak. oysa yarından itibaren
bu durum değişecek, yarından itibaren, bir hırsız olan ben, ordudaki
yerime geri döneceğim... emirler böyleymiş... yukarıdaki birileri, benim
"gaflet anım" diye nitelendirdikleri şeye sünger çekmeye karar
vermişler, bunu da, dikkat buyurun, yine "ailemin onuru" olarak
adlandırılan şey adına yapmışlar. ne alicenaplık! sorarım size dostum,
ailem mi iç içe geçmiş fransız ve alman kurşunlarına hedef olup onları
birbirinden ayırmak için elek görevi görecek?... tek başına ben
göreceğim o işlevi öyle mi? peki ya ben öldüğümde, ailemin onuru mu
hortlatacak beni?... bakın işte, savaşla ilgili şeyler geçip geride
kaldığında ailemin neler yapacağını şimdiden görür gibiyim... her şey
unutulup gider... keyifli pazar günleri, geri gelen yazın çimlerinde zil
takıp oynar o canım ailem benim, şimdiden görür gibiyim... o sırada
ben, aile babası, yerin üç kat dibinde, içim dışım solucan olmuş, 14
temmuz milli bayramında sıçılan bir kilo boktan bile daha iğrenç, düş
kırıklığına uğramış tüm çuvalımla muhteşem biçimde çürüyor olacağım...
meçhul çiftçinin ekinlerine gübre olmak, gerçek askeri bekleyen gerçek
gelecek budur işte! ah! dostum! inanın bana, bu dünya aslında tamamen
insanlarla taşak geçmek için yaratılmış koskocaman bir kandırmacadır!
sf 86-87, luois ferdinand celine, gecenin sonuna yolculuk, yky.
sf 86-87, luois ferdinand celine, gecenin sonuna yolculuk, yky.
Kaydol:
Yorumlar (Atom)