3 Ocak 2023

 uzun zamandir kafamda donen bir carpma cumlesi var. 'buyuk bir hizla duvara carpisim sizlerin gozleri onunde gerceklesti.' ya da 'buyuk bir hizla duvara carptim.' ya da 'duvara carpisim o denli hizli oldu ki.'


bu sabah, cok rutin bir sabahta insanin duvara degil buyuk bir hizla kendine carptigini idrak ettim. hayat uzun sahenk. o havasiz pasajda karsilastigim yasli sahafin dedigi gibi kisa filan da degil. insanin kendine carpmaya baya vakti ve sansi oluyor. bizler bu gezegen uzerinde hayatta kalmaya calisan diger tum hayvanlar gibi buyuk bir mucadele veriyoruz. ve ilkokulda lacivert sert kapakli, yuce devletimizin o donem bize ucretsiz verdigi 'hayat bilgisi' kitabi aslinda butun olayin ozetiymis. yani hayatin bir bilgisi var sahenk. ve bu bilgi lacivert sert kapakli bir kitapta yaziyor ve bu kitabi yuce devletimiz bize erken denebilecek yaslarda, ucretsiz dagitiyor. duvara hizla carptigini saniyorsun fakat sonra donup bakinca burada kendinden baska ne bir duvar ne de bir bosluk var. buyuk bir ivmelenmeyle hayatin icinde suzulen bir sen varsin ve zaman zaman yine 'bir sen' o buyuk ivmeyle suzulen senin onune cikiyor. hayat uzun yani. carpismalar, zerrelerinin dort bir yana savrulmasi, sonra buyuk bir kutle cekimle tekrar biraraya gelmeleri ve ivmelenerek hizlanmaya devam etmeleri. sonra bir carpisma daha. hayatin surekli degisen, buyuk ve belki kutsal bile sanilabilecek bir bilgisi var. lacivert sert kapakli bir kitapta yaziyor ve yuce devletimiz bize bunu erken yaslarimizda bedava dagitiyor. duvara carptigimda kafam baska bir seylerle mesguldu ama carpma anini cok net hatirliyorum. nasil ki, oyunlarda bolum sonu canavarlari vardir, hayatta da surekli sonraki asamaya gecebilmen icin karsinda duran azametli bir sen varsin. buyuk bir ivmeyle gidip kendine carpip, zerrelerine dagilip, yeni bir biraraya gelisle toparlanip yola devam ediyorsun. peki biz kim miyiz? bu soruyu soranlarin zerreciklerin dunyasi hakkinda en ufak bir fikri yok degil mi sahenk?

- haklisiniz lordum!

29 Ekim 2021

Kutsal Kitap

Uzak 

1. Sen ki ey ölümlü varlık, kendini ölmeyecek sanırsın. 
Ve konuştuğunda, mutlaka, anlaşıldığını da sanırsın. 
Halbuki bilmez misin, dillerinizi böldüm. 

2. Şimdi bu diller ile uzaksınız birbirinizden adalar gibi. 
Ve adaları kayıklar birbirine bağlayabilir de, sizi bağlayacak bir şey bulamazsınız belki sonsuzca arasanız da. 

3. İnsan ki öğrenmez ve ders almaz ve aç gözleri asla doymaz. 

4. Sanırsınız ki, tek bir hayatınız vardır. 
Kuma gömülmüş kafalarınızdan geçtiği ve dilinizin döndüğü kadar. 
Aldanışınızda bağışlanırsınız.
Ve her bağışlanışınızda, bir yeni hayatınız daha vardır. 

5. Fakat siz bilmezsiniz. 

6. Suyun dala inişi, arının çiçeğe konuşu ve kurbağanın göle atlayışı misali, sizler de ait olduklarınıza, güçlüklü zarafetlerle ulaştırılırsınız. 

7. Siz güçlüğü görürken, O, zarafeti gören ve bahşedendir. 

8. Kelebek ki, yırtar kozasını o uzun yolculuktan sonra, sen de kozadasın. 
Ancak yerin çekimine karşı koyabileceğin zaman, yırt kozanı. 
Kanadındaki zarafet, bil ki, güçlüğe üstün gelecek. 
Çünkü, O, zarafeti bahşetti sana. 

9. Uzak.


14 Mart 2021

sevinc

Sebastiao Salgado - Dinka Man
 insan. kayıp. yitik.

kurduğumuz medeniyet en sonunda gezegen ve insan da dahil olmak uzere her seyi tüketti. geriye büyük bir posa gibi, devasa bir cop yigini kaldı. 

human kelimesi Latince humus, yani topraktan geliyor. tum tek tanrılı dinler insanin cennette işlediği bir günahtan dolayı buraya (dunyaya) atildigini söylüyor. halbuki human kelimesi buna karşı cikiyor. topraktan yani gezegenden geldik diyor. yaratıldıysak da gezegen tarafından yaratıldık. 

bunlar zaten bin kez uzerine düşündüğümüz seyler. fakat yeni olan ne? yeni olan insani tanimladigim aralık. daha onceleri insani tum marksistlerin yaptigi uzere emek uzerinden tanımlıyordum. fakat burada koca bir boşluk oluşmaya başlıyor. insan emegi gitgide degersizlesiyor. insanin emegiyle yapilan birçok seyi robotlar, akilli makineler yapmaya başlıyor. insan Harari'nin de dediği gibi faydasizlasmaya başlıyor. başlıyor mu? insan bedeni bir makine midir? insan beyni bir bilgisayara yüklenip sir silikon cip uzerinde de yasayabilir mi? evet o müphem soruya yüzyıllar sonra tekrar tekrar geliyoruz. insan bir ruha sahip mi? 

bu kavşakta bizi Spinoza karsiliyor. gülümseyerek. "dalga gecmemeli, ağlayıp sızlanmamalı, nefret etmemeli, anlamalı" diyor. anlamalı. nasıl mi? dalgalarla. fluctuio. Spinoza bir azizdi ama goksel bir aziz degildi, buralı, yerli, yersel bir azizdi. tipki insanin topraktan gelişine, gezegenden dogusuna iman eden Latince köken gibi. 

isleri karmasiklastirmayalim. insani diger tum canlılardan ayıran, emegi degildir. düşünebilir olması midir peki? düşünce bir rasyonel algoritma doğrultusunda üretilebilecek bir form mudur? iste burada Spinoza resme giriyor ve diyor ki, duygularımız durmadan dalgalanan devasa bir okyanus gibidir. bu devasa dalgalardan da düşüncelerimiz meydana gelir. peki duygularimiz nasıl ortaya çıkar? iste sihir tam da burada. topraktan gelen bedenimiz. gezegenin bir parçası olan bedenimiz. gezegeni goren, duyan, hisseden, koklayan, tadan bedenimiz. bu bes duyunun ne geniş (ve dar) bir spektrumda işlediğini tekrar gozden geçirelim. ucsuz bucaksız bir evrenin, issiz bir kosesindeki mavi bir gezegende, sesler duyuyoruz, tatlar tadıyoruz. hem de bu tatlar ve sesler çok geniş bir tanim araliginda yayılıyor. iste bu algilarimiz, bizde duygulanimlara sebep oluyor, o duygulanımlar da düşüncelere. düşünceler de eylemlere, hayallere, yeniliklere ve Dunya uzerinde insan elinden cikmis olarak gördüğümüz her seye. 

insan, emegi degildir. müthiş ve yenilikçi fikirleri de degildir. insan, duyularından dogan duygulanimlardan, düşüncelerini yaratan bir simyacidir. duygular her biri, her bir insanla birlikte biriciktir. tarih sahnesinde teker teker varolur ve sonra da yokolurlar. 

iste basliktaki sevinc tam da buradan gelir. insan asla ve asla faydasizlasamaz. bizleri köleleştiren ve daha siki kolelestirmek isteyen tum rejim sözcülerini bir kenara birakin. kendinizi dinleyin. milyarlarca yillik evrendeki biricik varolusunuz. biricik duygulanimlariniz, düşünceleriniz, emeginiz. varolusunuz. iste bu varoluş sevincin kaynağı olmalıdır. çünkü bu duyan bedenin, duygulanan bedenin ve düşünen bedenin, butun bu karmakarisik akisi icinde, mavi gökleri goruruz, yildizlari, agaclari. camin kokusu gelir burnumuza. gunes yakar. bir yudum su ferahlatır. bunları bizden kimse alamaz. karmakarisik algilarimizla biricik duygular yaratırız. bu biriciklik devasa bir sevinc kaynagidir. yakınmayı bırakıp bu biricik deneyime sarılmak gerekir ve spinoza'nin da dediği gibi anlamak gerekir. bu biricikligi. sevinc buradadır. toprakta. 

20 Mart 2020

apalebluedot

doğmak. dünyaya gelmek. bir canlı olarak beden bulmak. ne olarak beden bulduğunuzun bir farkı yok. kedi, köpek, insan ya da komodo ejderi. dünyaya düştünüz. evet kocaman uçsuz bucaksız bir evrende, eminim bambaşka gezegenlerde, bambaşka hayatlara gözlerinizi açabilirdiniz. ama olmadı. gözlerinizi burada, bu gezegende açtınız. atmosferini azot ve oksijenin oluşturduğu, yüzeyini büyük okyanusların kapladığı, güneş isimli kendi yıldızı etrafında dönen, bu küçük, mavi gezegende. bir portakal ya da bir salatalık olarak bu dünyaya gelebilirdiniz. hatta bir kaya parçası olarak da. tüm bunlar canlıdır. sizinle canlılığı tekrar tekrar tartışmaya niyetim olmadığı için, bu ön kabullerle ilerleyeceğimi şimdiden bilmenizi isterim. 

uzay ya da evren denen, şimdilik devasa sıfatıyla tanımlamakla yetineceğimiz, yıldızlardan, gezegenlerden, kaya parçalarından ve henüz keşfedememiş olduğumuz farklı enerji biçimlerinden oluşan koca bir boşluğun ya da doluluğun içindeyiz. uzay gemimizin atmosfer isimli bir kalkanı var. bu kalkan bizi uzay boşluğunda başıboş gezinen kaya parçalarından koruduğu gibi, gezegen üzerinde oluşmuş yaşamın tüm temel ihtiyaçlarını da gideriyor. mesela suyun gezegen üzerinde devirdaim yapabilmesini atmosfere borçluyuz ya da güneşin radyoaktif ışınlarının emilmesi ve böylelikle canlıların hayatta kalabilmesini de öyle. 

insandir. ogrenir. ogrendiginiz sandigi bircok sey vardir. yani kendisi de ogrendigini sanir, siz de sanirsiniz. bazen ogrenir. ogrendiklerinin orani ogrenemediklerine kiyaslayinca cok buyuktur. ben burada kendime dair koca bir zavallilik bulup onun icine kapanmistim bir sure. sonra etrafimdaki hadsizleri benimsedim. sevdim hatta onlari. onlar cikiyorsa ben de cikarim dedim. ciktim zavalliligimdan. zavalliligim anne karni gibiydi sahenk. bilirsin. sicak, guvenli, kalp atislarini duydugun, islak. hadsizlerin dunyasi ise tam tersiydi. betimlemeye gerek yok, hepimiz biliyoruz. yesil bir patikadan asagiya dogru iniyordum. durdum. manzara inanilmazdi. denizin uzerini beyaz bir sis kaplamisti. ufuk, sanki dunya orada gercekten bitiyormuscasina net ve sonsuzdu. net ve sonsuzu siz tersi anlamlarda kullaniyorsunuzdur. bazen ayni anlama da gelebildiklerini o ufka bakarken anladim. sonra aniden uzerimde gunes acti. ve tekrar aniden hava kapandi. kafami kaldirip buluta baktigimda anladim. insan cok alingandir sahenk. her sey onun icin ya da onun yuzunden oluyor sanrisindadir daima. onbes milyonluk sehirde yagmur onun icin yagdi sanir. onceki aksam bilmem ne giyecegini dusunmustur de sansi olsa yagmur mu yagarmis da. kucucuktur insan. anladigini sanir. anladigini sandigi pek cok sey vardir. buluta bakarken anladigimi sandigim sey bulutla aramda bir bag oldugu oldu. halbuki butun bu sanrilardan cok yorgundum. bunalmistim. okumak istemiyorumdum. yeni birisiyle tanismak istemiyordum. bach ya da handel dinlemek istemiyordum. anladigima dair yeni sanrilara kapilmak istemiyordum. fakat kafami kaldirip buluta bakmistim. anladigim bir andi bu. yani ilk anladiginiz kelimeyi hatirliyor musunuz. ilk anladiginiz seylerin icinizde yarattigi o engin gidiklanma hissini. cok gulerdim cocukken. hep bu anlarda gulerdim. bir seyleri anladigimi sandigim zaman sanki gorunmez bir el gobegime oturur ve beni gidiklamaya baslardi. buluta bakinca da gidiklandim. bu kez hafifce guldum. bulut tekrar cekildi gunesin onunden. uzerime yakici isinlar tekrar dustu. isindim. gobegimdeki gidiklanma artiyordu. goge bakip guluyordum. bulut tekrar kapandi. gulmem artti. cunku artik oyunun icindeydim. tekrar acildi. bu kez gozlerimi kirpmadan goge baktim. ince, mavi battaniyemize. bizi disaridan koruyan derimize. yavasca yuzumu tekrar denize dogru indirince denizin yuzeyindeki isiltiyi gordum. ellerime baktim. isildiyorlardi. uzerinde dikildigim cimenler de geceden kalan islaklikla isildiyorlardi. butun bu isiltilar icinde insanin anladigini sanma zavalliligi daha berrak bir hal alir. eminim bunu hissetmissinizdir. onu hissedenler artik hep buyuk bir arafta yasarlar. cennetten dusmusturler. cehennemi de hakedememistirler. araf da dunya gibi kocamandir. turlu turlu kosesi vardir. sizi kucaklar. hizli bir carpmayla yavas bir kucaklama arasinda fark olmadigini da cok kucukken anlamistim. dedim ya anlamak, anladigini sanmak, o gobek gidiklanmasi. insanin kendini unutusu. kendini ozleyisi. alinganligi. bir canli olarak burada, bu gezegende hayat bulmus olusu. bunlarin hicbirini kendi secmemis olusu. secmedigi bir seyleri her gun yeni bastan yaratmak zorunda olusu. zamanla kabullenisi. ve butun bunlarin arasinda zaman zaman gobeginde bir gidiklanma hissedisi. anlayisi. her sey ne kadar icice degil mi. artik bach ya da handel endiselendirmiyor beni. chopin endiselendiriyor. anladigimi sanmiyorum. hissettigim oluyor. ve zannetigim. kendimi bulut zannettigim. sari bir cicek zannettigim. deniz zannettigim. kopek zannettigim. tirtil zannettigim. sonra uyanip kendimi bir insan zannederken buluyorum.

interconnectedness

22 Mayıs 2019

kelime, ışık, güç, kelime, güç, ışık

anlama inananlar için hayat zordur. ama dahası evren de zordur.

zifiri karanlık bir yerlerde bir süre şaşkın bir körlük geçirmiş olanlar bunu çok iyi bilir.

mesela yer altında bir tünelde yürürken ansızın kafa lambanız söndüğünde birden kendinizi bütün hesapların bozulduğu bir yerde buluverirsiniz. parmak uçlarınızın hissetiği şeyleri anlamaz, burnunuza gelen kokuyu tanıyamazsınız, seslerin nereden geldiğini kestiremez, tam bir kaybolmuşluğun orta yerine düşüverirsiniz.

ışıksız dünya.

ışık bizim bütün tanım aralığımızdır.
ışıkla tanımlarız.

oysa tıpkı güç (power corrupts absolute power corrupts absolutely) gibi ışık da bozar. hatta ne kadar ışık o kadar bozulma diyebiliriz belki.

bizler sınırlara inandığımız ve bu sınırlar aracılığıyla düşünmeyi düstur edindiğimiz için, ışığı hissetmek biraz problemlidir. halbuki ışık bir kez yola çıktığında sınırlarla olan bütün anlaşmaları yıkar. milyonlarca yıl durmadan seyahat eder ve sırtında da milyonlarca hikaye taşır. bu azim ve bu sınırsızlık onun değdiği şeyi bozmasına yol açar diyebiliriz belki de.

ışık bozar.

ışığın sınırsız doğası sınırların "varsayıldığı" doğaya değdiğinde o varsayılan sınırlara yıkım etkisi uygular. atom altı parçacıklar üzerlerine düşen quanta parçacıklarını görünce hem quanta paketlerini hem de kendilerini şaşırtırlar. ve bu şaşkınlık bazı "bilinmezliklere" sebep olur.

işte o bilinmezlikler sınır sanrılamızın kırıldığı yerlerdir.

sınır sanrılarımız gerçeği bozar. ışık gibi.

yaprağın yeşiline oturmuş ışık ve anlam bütün bu saçmalaşmanın örneği gibidir.

kelime.
kelimesiz dünya.

anlamayı çalışan insanın sınırları kelimelerde başlar onların içinde gezer ve sonra da tepetaklak bir şekilde tekrar içine düşüverir.
kelimenin kendinden kendine yolculuğu bu kadarcıktır. tepetaklak kendi içine düşüşü. kadar.

kelime bozar.
kelimeleri güçsüz, kimsesiz, zavallı sananlar vardır. zavallı kelimeler. kelimenin nasıl bozduğundan habersiz olanlar ve zavallı kelimeler.

tıpkı ışık. yola bir kez çıkar ve azimle yola devam eder. sırtında hikayeler taşır. ve elbet bir yere ulaşır. tıpkı ışık gibi kelime bozar, daha çok kelime daha çok bozar.

güç, kelime, ışık. bozar. çünkü sınırlar saptar. sınırlara riayet eder. ve belli ilişkiler kurar. bu yolla bozar. anlamı her arayan bulacak değildir fakat bulanlar mutlaka bozulmuş bir şeyler bulacaklardır.

sessizce seyredip hiçbir şey aramayanlara, bulmayanlara, bozmayanlara, kelimeye, ışığa ve güce inanmayanlara.

10 Mayıs 2019

dönüşüm

geçen sabah şahenk, evet geçen sabah, ilkbaharın ilk izlerinin ortalıkta belli belirsiz gezinmeye başladığı geçen sabah. yol kenarında ağaçtan dökülmüş pembe yapraklar gördüm. yere pırlantalar saçılmış ve etraftaki aptallar toplamayı akıl edememiş gibi heyecanlandım. heyecanlandım dediysem abartma hemen. yüzüm kızarmadı, yüreğim hoplamadı, ellerim terlemedi. ne içe doğru, ne de dışa doğru patladım. eskidendi çünkü, dışa patlamak (explosion) yerine, implosion (içe patlamak) gerektiğine çokça vurgu yapardım. sen de bilirsin şahenk, yaşın var epey, insan yaş aldıkça illaha akıllanacak diye bir kural yok. dönüşümün kuralları kaostan logosa, logostan kaosa ve hatta bazen başka yönlere sürekli değişiyor. borges efendimize kulak kabartırsak, dünyadaki tüm aynalara baktım, kendimi göremedim mealinden bir şeyler söylediği duyuluyor. demem o ki, elinde bir balyoz, bir cımbız, bir keski, bir at nalı, bir bisiklet gidonu ve bir çaydanlık var. önünde de koca bir mermer blok. hadi yarat kendini demişler. işin kötüsü aynan da yok. kendisine bakabilen kimseyi de görmedim ben. borges de listeye son sıradan dahil oldu. o zaman zavallı insan neden etrafta ben ben diye gezinip, bağırıp, ortalığı velveleye verir acaba? mermerine once caydanlıkta demlediğin ılık yeşil çayı dök. kaskatı taş, ılısın, kıvrımları bir ortaya çıksın, tozu toprağı aksın değil mi? yok ben ilk önce balyozu aldım elime. koca bloğu tek hamleyle ikiye ayırdım. sanırım o yüzden yaprak döken ağaçlar, özellikle pembe çiçeklerinin yapraklarını dökenler beni derinden etkiliyor.
tipsy tipsy
drunk leaves
fall

santoka taneda