21 Haziran 2008

bakış

19 Haziran 2008, Perşembe
saat: 22:26


yunanlılara göre dünya ikiye ayrılır

barbarlar ve helenler
siz ve biz
yunan heykellerinde kadınlar sırma gibi saçlara sahiptir
güzeldir
erkekler kaslı ve düzgündür
yunanda genel anlamda bir idealize etme ve abartma durumu söz konudur.
bugün batı dediğimiz şey siyasal sisteminden felsefik yapısına oradan sanatına ve hatta oradan da dinsel anlayışına kadar yunan anlayışını merkeze oturtmuştur.
yunan "yolu" dualisttir diyebiliriz.
tepkisel bir yoldur.
bu şablonun batıya ne kadar uygun olduğunu sadece batının geçen yüzyılki gelişmelerine ufacık bir göz atsanız bile görebilirsiniz.

gelelim dünyanın "diğer" tarafına
mezapotamyadan başlayıp japon adalarına kadar uzanan "diğer" medeniyet kendini çok farklı bir noktadan tanımlamıştır.
çin, hint, japon sanat eserlerine baktığımızda bir idealize etme ya da abartma görmeyiz.

olan olduğu gibi anlatabilmek temel prensip olarak belirlenmiştir. herşey, -popüler sözcükle- empati kurularak anlaşılmaya çalışılmıştır. mesela bir japon resminde gölün üzerindeki lotus resmedilmişse, resmeden kendi görüş açısını değil lotusun görüş açısını esas almıştır. sanki lotusun olduğu noktadan dünyaya bakıyormuş hissini uyandırmaya çalışır.

bütün bu aslında çok basit açıklamayı yapmamın sebebine gelince...

geçen gün bir arkadaşım dedi ki "sistem bizi öyle bir kuruyor ki eve gidip hiçbir şey yapmadan beş dakika bile oturamıyorum. ya televizyonu açıyorum ya bilgisayarı. halbuki geçen gün ormanda dakikalarca sessizce oturdum etrafı izledim on binlerce yıl buraları mesken edinmiş atalarımı düşündüm. onlardan ne kadar da uzaktım."

işte o uzaklığı kuran şey yunan yolu oldu. kadını sırma saçlı erkeği kaslı tasvir etti. doğal halinden uzaklaştırdı. günümüzdeki sistem de insanı hijyenize ederek bunu yapmıyor mu?
her geçen gün onbinlerce yıllık tarihimizden soyutlanıyoruz. daha kılsız tüysüz kaslı ve sırma saçlı olmaya çalışıyoruz bir çoğumuzun çamurlu ayakkabılara bile tahammülü yok.

öyleyse gelelim asıl can alıcı noktaya
bütün düşünce ve yaşam biçiminiz batılı ve helenik kökenlere dayanıyorsa nasıl olur da budizm zen taoizm hinduizm gibi binlerce yıllık karmaşık ve olağanüstü yapıları özümseyebilirsiniz. nasıl mı?

secretla :)

geçen bir güncede yazmıştım
sol denilen şey koca bir külliyatttır.
kalkıp marx'ı okumaya başlasanız sadece orijinal eserlerini okumanız bile birkaç yıl aılır ki bu eserlerin eleştirilerini okumaya ömrünüz yetmez. ama napabilirsiniz oturup televizyonda birkaç film birkaç dizi izlersiniz "solcu" olursunuz. bu durumda o felsefi geleneği ve mantığı anlamazsınız. mekanik ilişkileri çözmezsiniz. yani kafanıza birşey girmez sadece götünüze bir fitil girer. aydınlandım sanırsınız.

secret okuyup "valla çekim yasasıyla otu boku çekiyorum şahaneyim" modları bu fitilin yansımalarıdır.

reklamda diyor ki bankaya gelmek yok kefil yok dert yok tasa yok kredi var.

işte bu ekonomik düzen bize bu tür ucubeleri dayatıyor. emek olmadan okumadan araştırmadan yazmadan düşünmeden de aydınlanabilirsiniz. hayatınızda bir kitap okuyarak bütün gerçekleri öğrenebilirsiniz. hatta kitaba bile gerek yok sessizce oturun bir köşeye bir zaman sonra aydınlanırsınız.

hermann hesse'nin siddharta'sını herkese tavsiye ederim buddha bile oturduğu yerde aydınlanmamıştır. dolu dizgin yaşamıştır. acılar çekmiştir. hazlar almıştır mutluluğu tatmıştır.

zaten zen de aşama aşamadır
önce nehirler nehirdir
sonra nehirler bambaşka birşeylerdir
sonra nehirler tekrar nehirdir.

nehirler bir kitapla tekrar nehir olmazlar
binlerce kitapla da olmazlar
hatta kitapla da olmazlar

neyi neden nasıl ve hangi bağlamda düşündüğümüzün farkındalığı olmadıkça ne "gerçeklik" birşey ifade eder ne de "ego".

zaten psikanaliz okuyan biri freudyen ego tanımının bugün neresinde olduğumuzu da az buçuk kestirecektir.

biri ağzınıza kelimeler verir ve sizi konuşturursa bu konuşmak konuşmak değildir.

o yüzden EZLN dünyanın diğer ucunda diyor ki bizim bir "kozmovizyon"umuz var.
doğrudur
kendi kelimeleriyle kurdukları bir kozmovizyonları vardır. her halkın da kendi dili ve kozmovizyonu vardır ve bu korunmalıdır. fakat kalkıp başkasının diliyle konuşursanız yani helenik idealize etme kalıbına girerseniz lotusun bakış açısından dünyaya bakamazsınız. o zaman da kendi vizyonunuz olmaz.
dünya nasıl ortaya çıktı sorusuna "kendi" yanıtınız da olmaz.

bütün yanıtlarınız başkalarından alıntı olur. alıntı yapmak da kolaydır elbette.

ama önemli olan kendini varetmektir.

kendinle barışabilmektir.

içine dönebilmektir.

olduğun noktadan dünyaya bakabilmektir.

16 Haziran 2008

milli maç

16 Haziran 2008, Pazartesi
saat: 04:05


maçtan sonra ankara trafiğine çıkmak zorunda kaldım.

bir alt geçitte en öndeki iki araba durdu
yolu tamemen kapattı
ve içindekiler inip halay çekmeye başladı
benim maçla hiçbir ilgim yoktu
maçın sonucu da bende güzel bir filmin sonu kadar etki yapmıştı
o an için sevindim
sonra arabama binip olan biteni unuttum
diğerleri unutmamıştı
hatta çılgına dönmüşlerdi
arabaların camlarından sunrooflarından ve hatta bagajlarından insanlar taşıyordu.
topluca sevindikleri için trafikta hiçbir kural tanımayarak gezebiliyorlardı
birçoğu elinde silah patır patır şehrin ortasında şarjör boşaltıyordu.
nereden geliyordu bu cesaret
topluluk olmaktan
çoğunluk olmaktan
çoğunluk hukuku ezebilirdi
hele de mutluysa
kimse ses çıkaramazdı
kimse ona sen ne yapıyorsun diyemezdi

milli takım maç kazanmıştı
ülkenin başarı kazanan bir dış politikası
iç politikası ekonomisi eğitim sistemi olmayınca
en önemli şey futbol takımı oluyordu belki de?
kim bilir...

bütün bu anlattıklarımı tekrar düşünelim
çoğunluk coşmuşsa
mutluysa mutluluktan uçuyorsa ve çoğunluksa
kurallara kanunlara uymayabilir
kural ve kanunları ihlal edebilir
silah sıkıp arabasıyla hız yapabilir
arabanın her tarafından sarkabailir
trafiği tıkayıp halay çekebilir
eğer ÇOĞUNLUKSA

bunlar size birşeyleri anımsatmadı mı
hani şu demokrasi havarilerimizi
%47 oy aldık
anayasa mahkemesi de kim oluyor
herkes halka ran olacak diyenleri

neden?
çünkü biz çoğunluğuz
sevinçliyiz
hukuk da neymiş
herşeyi yıkabiliriz
bizim gibi düşünmeyenler
maça sevinmeyenler
bizden değiller
maça sevinmek öyle birkaç dakikalık coşkunlukla olmaz
bütün gece azıp dağıtmak hatta olmazsa birkaç kişiyi KAZA KURŞUNLARIYLA(!) öldürmek gerekir.
böylece ne kadar sevindiğimiz anlaşılabilir.

biz çoğunluğuz
azınlığı dinlemeye gerek yok
hukuka uymaya onu dinlemeye de gerek yok

işte siyaset sosyoloji ilişkisi böyle bir şey olsa gerek.

8 Haziran 2008

dağların tekrar dağ olarak görünmesi....

saat: 21:44


yine böyle bir gün kendisine "rüzgara binme sanatı" hakkında sorular sorulduğunda Lieh-tzu, başladı üstadı Lao Shang'dan aldığı eğitimin şöyle bir dökümünü sunmaya:

"ona üç yıl kadar bir süre boyunca hizmet ettikten sonra, zihnim doğru yanlış üzerinde düşünmek, dudaklarım kayıp kazanç konularında konuşmaktan vazgeçti. ondan sonra üstadım bir tek bakış bağışladı bana, işte hepsi buydu.

beşinci yılın sonunda bir değişiklik çıktı ortaya, zihnim doğru yanlış üzerinde düşünüyor, dudaklarım kayıp kazanç konularında bahsediyordu. ondan sonra ilk defa üstadım ciddiyetini biraz yumuşattı, ve gülümsedi.

yedinci yılın sonunda başka bir değişiklik daha geldi meydana. zihnimi, ne düşüneceği konusunda serbest bıraktım, fakat o bir daha kendisini doğru ve yanlışla meşgul etmedi. dudaklarımı da istediklerini konuşma konusunda tamamen serbest bıraktım ama onlar da bir daha kayıp ya da kazançtan bahsetmediler.

dokuzuncu yıl bitmişti. zihnim düşüncelerinin dizginlerini bırakmış, ağzım sözcüklerin yolunu açmıştı. doğru yanlışa, kayıp kazanca dair, kendim ya da başkaları hakkında bir bilgim yoktu. iç ve dış birlikte harmanlanmıştı. bu noktadan sonra göz ve kulak, kulak ve burun, burun ve ağız arasında farklar kalkmıştı, hepsi aynıydı onların. zihnim donmuştu, bedenim dağılmakta, etim ve kemiklerim birarada eritilmekteydi. bedenimin neyin üzerinde olduğunun veya ayaklarımın altında ne olduğunun farkında değildim artık. böyle doğmuştum ben, rüzgarın üzerinde, kuru bir saman parçası ya da ağaçtan düşen yapraklar gibi. aslında rüzgar mı bana binmişti yoksa ben mi rüzgara binmiştim, bunu bilmiyordum.

sf. 42-43
Zen yolu
Alan W. Watts
şule yayınları, 1998