25 Eylül 2010
kader - zeki demirkubuz
Uzun hikaye. Karışık. Bu kaltakla aynı mahallede büyüdük. Mevlanakapıda. Babası zabıtaydı. Alkolik, hasta bir adamdı rahmetli; erkenden de gitti zaten. Bu anasıyla yoksul, perişan. Bizim tuzumuz kuruydu; hacı babam yapmış bir şeyler. Bir de Zagor vardı. Bizim eski evin kiracısının oğlu. Babası filmciydi Yeşilçam'da. Cepçilik, arpacılık... her yol vardı itte; ama sevimli, yakışıklı oğlandı. Bizimkini aşık etmiş kendine. Ben efendi oğlanım, okul mokul takılıyorum o zamanlar. Öylece büyüdük gittik işte. Ne bok varsa hep askerliği beklerdim. Dört sene kaldı, üç sene kaldı... sonunda o da geldi, gittik. Bizde de herkes bunu bekliyormuş, gelir gelmez yapıştılar yakama. Ev düzüldü, kız bulundu, çeyiz falan filan... nikahlandık. İki taksi bir dükkan verdi peder. Dükkanda koltuk moltuk satardım. Bir gün bu orospu çıkageldi. Hiç unutmam, görür görmez cız etti içim. Böyle basma bir etek, dizine kadar, çorap yok, üstünde açık bir bluz, saçlar maçlar... pırlanta anlayacağın. Şunun bunun fiyatını sordu, dalga geçti benimle. Kanıma girdi o gün. Tabii taktım ben bunu kafaya. Ertesi gün bir soruşturma... dediklerine göre yemeyen kalmamış mahallede; ama asıl Zagora kesikmiş. Zagor da kaftiden içerde o sıra. Bir gün, süslenmiş püslenmiş, zırt geçti dükkanın önünden. Yazıldım peşine. Tuhafiyeciye gitti, pastaneden çıktı, minibüs, otobüs, geldik Sağmalcılar'a. Benim içimde bir sıkıntı. İşi anladım tabii, Zagoru ziyarete gidiyor. Bir tuhaf oldum. Piçi de kıskandım. Uzatmayalım, çaresiz evlendik ötekiyle. O ara Zagor içeriden çıktı. Sonra bir duyduk, kaçmış bunlar. Altı ay mı bir sene mi, kayıp. Hep rüyalarıma girerdi orospu. O gün dükkana gelişini hiç unutamadım. Benimkine bile dokunamaz oldum. Sonra bir daha duyduk ki iki kişiyi deşmiş Zagor. Biri polis. İkisinin de gırtlağını kesmiş. Karakolda beş gün beş gece işkence buna. Arkadaşlarının öcünü alıyorlar. Kaltağa da öyle. Önce öldü dediler Zagora, sonra komalık. Ankara'da oluyor bunlar. Bizimki bir gün çıkageldi mahalleye. Zagor içeride, en iyisinden müebbet. Bir sabah dükkana geldim, baktım bu oturuyor. Önce tanıyamadım, anlayınca içim cız etti. Cız etti de ne? Tornavida yemiş gibi oldum. Çökmüş, zayıflamış, bembeyaz bir surat; ama bu sefer başka güzel orospu. Oranın şarkıları gibi. Kalktı böyle, dimdik konuşmaya başladı. Dedi 'Para lazım, çok para'. Zagora avukat tutacakmış. 'İleride öderim' dedi. Esnafız ya biz de, 'Nasıl?' diye sormuş bulunduk. 'Orospuluk yaparım' dedi, '... istersen metresin olurum'. İçime bir şey oturdu, ağlamaya başladım. Ama ne ağlamak! İşte o gün bir inandım orospuya, tam yirmi yıl geçti. Uzatmayalım, Zagor'a müebbet verdiler. Ama rahat durmaz ki piç! Ha birini şişledi, ha firara teşebbüs... o şehir senin bu şehir benim, cezaevlerini gezip duruyor... orospu da peşinden. Sonunda dayanamadım, ben de onun peşinden. Önce dükkan gitti, ardından taksiler. Karı terk etti, peder kapıları kapadı. Yunus gibi aşk uğruna düştük yollara. İş bilmem, zanaat yok. Bu durmuyor hiç. İlk yıllar ufak kahpeliklere başladı, sonra alıştı. Gözünü yumup yatıyor milletin altına. Gel dönelim diye çok yalvardım. Evlenelim, pederi kandırırım, Zagor'a bakarız... yok. Kancık köpek gibi izini sürüyor itin. Ne yaptı buna anlamadım. Kaç defa dönüp gittim İstanbul'a. Yeminler ettim. Doktorlar, hocalar, kar etmedi. Her seferinde yine peşinde buldum kendimi. Bir keresinde döndüm, biriyle evlenmiş bu... hamile. Beni abisiyim diye yutturduk herife. Nedense rahatladım, ohh dedim, kurtuluyorum. Bu da akıllanmış görünüyor. Yüzü gözü düzelmiş, çocuk diyor başka bir şey demiyor. Sinop'ta oluyor bunlar. Ben de döndüm İstanbul'a. Doğumuna yakın, Zagor bir isyana karışıyor yine. Hemen paketleyip Diyarbakır Cezaevi'ne postalıyorlar. Çok geçmeden bizimki depreşiyor yine. O haliyle kalk git sen Diyarbakır'a, üç gün ortadan kaybol... Herif kafayı yiyor tabii. Dönünce bir dayak buna... eşek sudan gelinceye kadar. Kızın sakatlığı bu yüzden. Sonra çocuğu doğuruyor. Durum hemen anlaşılmamış. Ortaya çıkınca bir gece esrarı çekip takıyor herife bıçağı. Çocuğu da alıp vın Diyarbakır'a, Zagor'un peşine. Allahtan herif delikanlı çıkıyor da şikayet etmiyor. Ben o ara İstanbul'da taksiden yolumu buluyorum. Epey bir zaman böyle geçti. Yine her gece rüyalarımda bu. Zagor'un Diyarbakır Cezaevinde olduğunu duymuştum o sıra. Bir gece bir büyükle eve geldim, hepsini içtim. Zurnayım tabii. Bir ara gözümü açıp baktım, karlı dağlar geçiyor. Bir daha açtım, başımda bir çocuk, Kalk abi, Diyarbakır'a geldik diyor. Baktım, sahiden Diyarbakır'dayım. Bir soruşturma... Kale Mahallesi vardır oranın. Bir gecekonduda buldum. Malımı bilmez miyim? Görünce hiç şaşırmadı. Hiçbir şey demedik. O gece oturup düşündüm. Oğlum Bekir dedim kendi kendime, yolu yok, çekeceksin. İsyan etmenin faydası yok. Kaderin böyle. Yol belli; eğ başını, usul usul yürü şimdi. O gün bugün usul usul yürüyorum işte.
12 Eylül 2010
diren
ı.
Derin derin bir sessizlikti. . . derin derin geçiyordu zaman. . . derin derin bir okyanus kıyısıydı. . . derin derin sallanıyordu salıncaklı koltuğunda. . . nefes bile almadan müziği dinliyordu , nefes bile almadan yaşıyordu. . . derin yaşıyordu. . . yaşamla derinden bir bağı vardı , hem yaşamdan kopmuştu hem de soluksuz yaşıyordu. . . hem yaşıyordu hem ölüyordu (herkes gibi mi ? hayır değil o gerçekten yaşıyordu ve gerçekten ölüyordu)
ıı.
Çözünmüştü kişiliği. . . ve tüm bedeninde çökelmişti. . . tüm kişiliksizliklerden arınmıştı. . . arı bir çökeltiydi kişiliği. . .
yekpare bir yüzü vardı. Sanki suratı gözlerden , dudaklardan , kulaklardan oluşmuyor da sadece bir surattan oluşuyormuş gibi bir izlenim yaratıyordu. . . yüzünde gözler , dudaklar , kulaklar yerine yalnızca bir yüz görülüyordu. . . sadece yekpare , hiç bozunmayacak bir yüz. . . (yüzlerce yüz yaratabilecek bir yüz)
ııı.
Gençliğine dair hiçbir anısı yok. Gençliğinin her gününü , her dününü unutmuş. . . aslında her geçen günü de unutuyor , her sabah dünü olmayan bir ‘bugün’e uyanıyor.
(dünsüz. . .) dün yol gösterdiği gemilerin tümü bugün birer hayal oluvermiş bile. . .
iyi ki bellek gerektiren bir hayatı (hayali) yok. . . tek hatırlaması gereken, her gece yakılması şart olan koca deniz feneri. . . belki kendisini çoktan kaybetmiş bu uçsuz okyanusta ama her gece bir yığın gemiye kıyıyı işaret ediyor. . . kendi kayıplığından bu şekilde sığınıyor büyük bir ihtimalle. . . kendi kayıplığına koca deniz fenerleri bile nafile. . . (batık bir enkaz belki de , kimsenin tanımadığı yolcular taşıyan kimsesiz bir gemi. . . dünsüz ve günsüz. . . balıkların bile yuva edinmediği. . .)
tüm gece fenerin başında. . . hep o akordeonlu şarkıları dinliyor. . . öyle yaralayıcı ki sesi akordeonun , öyle kırıcı ki; tüm gece ayakta tutuyor insanı , kilolarca kafeine kilolarca ayıltıcıya bedel o akordeon şarkıları. . . sonra piyano , sonra keman. . . bu çalan plak unutkanlığı kadar eski. . . akordeon şarkıları birer unutkanlık. . .
zaten çoktan unuttuğu dününü her gece akordeonlar iyice kazıyor belleğinden. . .
bu fenere geldiğinden beri dünyanın yalnız gecesini biliyor. . . dünya hep karanlık.
(dünyası kararmış mı ? ne kadar da bayağı bir tabir ama ne yazık öyle. . . ne yazık ki öyle!)
hayatı. . . ne dünü var ne gündüzü. . . karanlığın içinde yalnız kızıl ucuyla kendi imalatı olan puroları ve sallanan sandalyesinin gıcırtısı. . . (ha , bir de akerdeon plakları , zaten onların hepsi aynı. . . hepsi uyku tuturmayacak kadar yaralayıcı. . .) bu dünyanın hiçbir hatıra edindiremediği nadir insanlardan o. . .
ıv.
Kızın(ın) adı Diren. . . tüm bunları puslu , hafif yağmurlu ve akerdeon fonlu bir Istanbul gecesinde dinlemek insanın beynindeki elektiriği görünür kılıyor. . . tüm bunları Diren anlatıyor. . . kendi kendime böyle babası olan bir kadınla niçin yattığımı soruyorum. . . Diren’le niçin yatıyorum. . . belki de sırf böyle bir babası var diye. . . annesi mi. . . hiç olmamış. . . Diren doğarken annesi ölüyormuş. . . (ikisine bir dünya dar gelmiş belki. . . biri yaşayacakmış , birinin daha çok diren’mesi gerekmiş , daha dirençli olan Diren olmuş. . . işte bu yüzden babası Diren koymuş ismini , annesini öldürecek kadar dirençli diye. . .)
Yüksek ve geniş omuzlarının üzerinde alışılmadık bir asaletle dikilen sinsi güzelliğinin ‘yekpare’ yüzündeki yansıması gerçekten haylaz bir sevişme kadar davetkar. . . dekoltede çıplak kalmış omuzlarını örten siyah saçları da masadaki mumun yansımasıyla parıl parıl. . . diren sanki babasının yüzünü tasvir ederken kendi yüzünü tasvir ediyor. . .
birşeyler anlatırken hep kitap diliyle anlatıyor. . . sanki birşeyler anlatmıyor da bir şeyler okuyor. . . beni kendine en çeken yönü de bu zaten. . . onunla konuşmak zahmetsizce kitap okumaya benziyor. . . onunla sevişmek mi ?. . sevişirken tüm duyguları rafa kalkıyor sanki. . . suratına beton gibi bir değişmezlik oturuyor. . . sevişmekten hiçbir zevk almıyor belki de. . .
v.
kaldığı yerden devam ediyor Diren. . . babası. . .
vı.
Tüm bu karartıya inat , ismi Gündüz. . .
Gündüzün lanetlediği , gecenin sahiplendiği ve zamanın dışına savrulmuş bir yaşlı adam o. . . yaşlarını da unutmuş zaten gözyaşlarını da unutmuş. . . yüzlerce grostonluk gemilere yol gösteren o fener ; o incecik , ağarmış saçlı , nefessiz yaşayan adamı nasıl olmuş da böylesine kayıplığa savurmuş. . . anlaşılır şey değil. . . yıllarca o fenerde yaşamış , fenerde yaşadığının tek şahidi ; ona erzak ve benzeri şeyler taşıyan postacı. . . ilk yıllarda fenere bir kadının mektuplarını taşıdığını anlatmıştı postacı, plaklar işte o mektuplarla gelirmiş. . . sonra ansızın kesilmiş mektuplar. . . kadının ölüm haberi gelmiş bir telgrafın sırtında. . . o zamanlarda sesini yitirmiş yaşlı fener bekçisi. . . belleği o esrarengiz kadınla silinmiş. . . belkide bütün o bellek o kadına aitmiş de o ölünce bellek de ölmüş. . .
vıı.
‘Baba’ demeye bir türlü dili varmıyor Diren’in. . . sanki inanmıyor babası olduğuna. Utanmasa leyleklerin koynunda geldiğini öne sürecek. . . halbuki babasının mirası o yekpare yüzünü birkez görse aynada , birkez tadsa babasıyla aynı yüzü paylaşmanın sadakatini , belki anlayacak o zaman tüm ayrıntıları ama bir türlü yapamıyor. . .
(bazı miraslar hep hazine sandığında kilitli kalıyor. . .)
sahipsiz ve yekpare bir yüz , yekpare bir sahipsizlik. . .
vııı.
Fondaki akordeon müziği ritmini arttırırken ; Diren , çıplak bir sesle başlıyor bu kez konuşmaya. Sesi sonsuz korunaksız , sesi sessiz. Duygu giydirilmemiş bir ses bu , sürekli yankıyan bir ses. . .
Bir sabah derin derin bir eksiltiyle uyandım diyor. . . çok uzak bir parçam ama belki de en ‘ben’ olan parçam yoktu yerinde. . . ‘fener bekçisi mi ?’ dedim kendi kendime. Sonra derin derin bir soluk çekip ‘yok canım o’na birşeycikler olmaz’ dedim. Tam o sırada telefon içli bir sesle yırttı sabahımı. . . (işte tam bu cümleyle o yekpare surat darmadağın oluyor , müzik hiç dinmeyecekmiş gibi artan bir ritimle coşuyor. . .)
Ayaklarına o eski pikabı ve plakları bağlayıp fenerin tepesinden kendini okyanusa atmış ve ölmüş diyor Diren. . . suratı tanınamayacak kadar dağınık şimdi. Müzikse bitti. (akerdeon saygısından sustu belki , bir parça akordeon da yaslı şimdi. . .)
bir fener bekçisi , hem de yaşlı bir fener bekçisi , hem de plaklar ve akordeonlar kadar yaslı bir fener bekçisi ; fenerinde ölmeli. . .
sonsuza dek ancak böyle ışıyabilir. . .
vıv.
Meğer saatlerdir sinsi ve kayıp bir intihar romanı okuyormuşum.
Oysa bu kitabın kapağı açılırken Diren’in dudakları arasında , ne de masum görünmüştü. . . demek şu son sayfalarında hançerler gizli olan romanlardanmış bu , demek intihar ölümden daha öldürücü olabiliyormuş. . .
ötenazi bir roman ?
demek yaşam bazen aşkla susup , intiharla bitiyormuş.
1-2-17 eylül ’99
ankara
çağdaş atuğ
Derin derin bir sessizlikti. . . derin derin geçiyordu zaman. . . derin derin bir okyanus kıyısıydı. . . derin derin sallanıyordu salıncaklı koltuğunda. . . nefes bile almadan müziği dinliyordu , nefes bile almadan yaşıyordu. . . derin yaşıyordu. . . yaşamla derinden bir bağı vardı , hem yaşamdan kopmuştu hem de soluksuz yaşıyordu. . . hem yaşıyordu hem ölüyordu (herkes gibi mi ? hayır değil o gerçekten yaşıyordu ve gerçekten ölüyordu)
ıı.
Çözünmüştü kişiliği. . . ve tüm bedeninde çökelmişti. . . tüm kişiliksizliklerden arınmıştı. . . arı bir çökeltiydi kişiliği. . .
yekpare bir yüzü vardı. Sanki suratı gözlerden , dudaklardan , kulaklardan oluşmuyor da sadece bir surattan oluşuyormuş gibi bir izlenim yaratıyordu. . . yüzünde gözler , dudaklar , kulaklar yerine yalnızca bir yüz görülüyordu. . . sadece yekpare , hiç bozunmayacak bir yüz. . . (yüzlerce yüz yaratabilecek bir yüz)
ııı.
Gençliğine dair hiçbir anısı yok. Gençliğinin her gününü , her dününü unutmuş. . . aslında her geçen günü de unutuyor , her sabah dünü olmayan bir ‘bugün’e uyanıyor.
(dünsüz. . .) dün yol gösterdiği gemilerin tümü bugün birer hayal oluvermiş bile. . .
iyi ki bellek gerektiren bir hayatı (hayali) yok. . . tek hatırlaması gereken, her gece yakılması şart olan koca deniz feneri. . . belki kendisini çoktan kaybetmiş bu uçsuz okyanusta ama her gece bir yığın gemiye kıyıyı işaret ediyor. . . kendi kayıplığından bu şekilde sığınıyor büyük bir ihtimalle. . . kendi kayıplığına koca deniz fenerleri bile nafile. . . (batık bir enkaz belki de , kimsenin tanımadığı yolcular taşıyan kimsesiz bir gemi. . . dünsüz ve günsüz. . . balıkların bile yuva edinmediği. . .)
tüm gece fenerin başında. . . hep o akordeonlu şarkıları dinliyor. . . öyle yaralayıcı ki sesi akordeonun , öyle kırıcı ki; tüm gece ayakta tutuyor insanı , kilolarca kafeine kilolarca ayıltıcıya bedel o akordeon şarkıları. . . sonra piyano , sonra keman. . . bu çalan plak unutkanlığı kadar eski. . . akordeon şarkıları birer unutkanlık. . .
zaten çoktan unuttuğu dününü her gece akordeonlar iyice kazıyor belleğinden. . .
bu fenere geldiğinden beri dünyanın yalnız gecesini biliyor. . . dünya hep karanlık.
(dünyası kararmış mı ? ne kadar da bayağı bir tabir ama ne yazık öyle. . . ne yazık ki öyle!)
hayatı. . . ne dünü var ne gündüzü. . . karanlığın içinde yalnız kızıl ucuyla kendi imalatı olan puroları ve sallanan sandalyesinin gıcırtısı. . . (ha , bir de akerdeon plakları , zaten onların hepsi aynı. . . hepsi uyku tuturmayacak kadar yaralayıcı. . .) bu dünyanın hiçbir hatıra edindiremediği nadir insanlardan o. . .
ıv.
Kızın(ın) adı Diren. . . tüm bunları puslu , hafif yağmurlu ve akerdeon fonlu bir Istanbul gecesinde dinlemek insanın beynindeki elektiriği görünür kılıyor. . . tüm bunları Diren anlatıyor. . . kendi kendime böyle babası olan bir kadınla niçin yattığımı soruyorum. . . Diren’le niçin yatıyorum. . . belki de sırf böyle bir babası var diye. . . annesi mi. . . hiç olmamış. . . Diren doğarken annesi ölüyormuş. . . (ikisine bir dünya dar gelmiş belki. . . biri yaşayacakmış , birinin daha çok diren’mesi gerekmiş , daha dirençli olan Diren olmuş. . . işte bu yüzden babası Diren koymuş ismini , annesini öldürecek kadar dirençli diye. . .)
Yüksek ve geniş omuzlarının üzerinde alışılmadık bir asaletle dikilen sinsi güzelliğinin ‘yekpare’ yüzündeki yansıması gerçekten haylaz bir sevişme kadar davetkar. . . dekoltede çıplak kalmış omuzlarını örten siyah saçları da masadaki mumun yansımasıyla parıl parıl. . . diren sanki babasının yüzünü tasvir ederken kendi yüzünü tasvir ediyor. . .
birşeyler anlatırken hep kitap diliyle anlatıyor. . . sanki birşeyler anlatmıyor da bir şeyler okuyor. . . beni kendine en çeken yönü de bu zaten. . . onunla konuşmak zahmetsizce kitap okumaya benziyor. . . onunla sevişmek mi ?. . sevişirken tüm duyguları rafa kalkıyor sanki. . . suratına beton gibi bir değişmezlik oturuyor. . . sevişmekten hiçbir zevk almıyor belki de. . .
v.
kaldığı yerden devam ediyor Diren. . . babası. . .
vı.
Tüm bu karartıya inat , ismi Gündüz. . .
Gündüzün lanetlediği , gecenin sahiplendiği ve zamanın dışına savrulmuş bir yaşlı adam o. . . yaşlarını da unutmuş zaten gözyaşlarını da unutmuş. . . yüzlerce grostonluk gemilere yol gösteren o fener ; o incecik , ağarmış saçlı , nefessiz yaşayan adamı nasıl olmuş da böylesine kayıplığa savurmuş. . . anlaşılır şey değil. . . yıllarca o fenerde yaşamış , fenerde yaşadığının tek şahidi ; ona erzak ve benzeri şeyler taşıyan postacı. . . ilk yıllarda fenere bir kadının mektuplarını taşıdığını anlatmıştı postacı, plaklar işte o mektuplarla gelirmiş. . . sonra ansızın kesilmiş mektuplar. . . kadının ölüm haberi gelmiş bir telgrafın sırtında. . . o zamanlarda sesini yitirmiş yaşlı fener bekçisi. . . belleği o esrarengiz kadınla silinmiş. . . belkide bütün o bellek o kadına aitmiş de o ölünce bellek de ölmüş. . .
vıı.
‘Baba’ demeye bir türlü dili varmıyor Diren’in. . . sanki inanmıyor babası olduğuna. Utanmasa leyleklerin koynunda geldiğini öne sürecek. . . halbuki babasının mirası o yekpare yüzünü birkez görse aynada , birkez tadsa babasıyla aynı yüzü paylaşmanın sadakatini , belki anlayacak o zaman tüm ayrıntıları ama bir türlü yapamıyor. . .
(bazı miraslar hep hazine sandığında kilitli kalıyor. . .)
sahipsiz ve yekpare bir yüz , yekpare bir sahipsizlik. . .
vııı.
Fondaki akordeon müziği ritmini arttırırken ; Diren , çıplak bir sesle başlıyor bu kez konuşmaya. Sesi sonsuz korunaksız , sesi sessiz. Duygu giydirilmemiş bir ses bu , sürekli yankıyan bir ses. . .
Bir sabah derin derin bir eksiltiyle uyandım diyor. . . çok uzak bir parçam ama belki de en ‘ben’ olan parçam yoktu yerinde. . . ‘fener bekçisi mi ?’ dedim kendi kendime. Sonra derin derin bir soluk çekip ‘yok canım o’na birşeycikler olmaz’ dedim. Tam o sırada telefon içli bir sesle yırttı sabahımı. . . (işte tam bu cümleyle o yekpare surat darmadağın oluyor , müzik hiç dinmeyecekmiş gibi artan bir ritimle coşuyor. . .)
Ayaklarına o eski pikabı ve plakları bağlayıp fenerin tepesinden kendini okyanusa atmış ve ölmüş diyor Diren. . . suratı tanınamayacak kadar dağınık şimdi. Müzikse bitti. (akerdeon saygısından sustu belki , bir parça akordeon da yaslı şimdi. . .)
bir fener bekçisi , hem de yaşlı bir fener bekçisi , hem de plaklar ve akordeonlar kadar yaslı bir fener bekçisi ; fenerinde ölmeli. . .
sonsuza dek ancak böyle ışıyabilir. . .
vıv.
Meğer saatlerdir sinsi ve kayıp bir intihar romanı okuyormuşum.
Oysa bu kitabın kapağı açılırken Diren’in dudakları arasında , ne de masum görünmüştü. . . demek şu son sayfalarında hançerler gizli olan romanlardanmış bu , demek intihar ölümden daha öldürücü olabiliyormuş. . .
ötenazi bir roman ?
demek yaşam bazen aşkla susup , intiharla bitiyormuş.
1-2-17 eylül ’99
ankara
çağdaş atuğ
2 Eylül 2010
bilmiyorum ne olacak - ezginin günlüğü - http://fizy.com/#s/1lrn8i
bilmiyorum ne olacak, bakabilsem yarina
karanlik geldi her yol bana
her liman bana
dusmusum bir de ustelik hayat kavgasina
dusmusum bir de ustelik hayat dalgasina
ah anam benim garip anam, gene al beni kollarina
ah anam benim garip anam, gene dusmusum ask yollarina
bir dokun bin ah dinle, doner dunya dert icinde
ademoglu nisyan ile, biz isyan ile…
ah, bir aska yandim ki
yelkeni yok, ruzgari yok, derdi cok, dermani yok
gemiler yola cikmis, kuregi yok kaptani yok
ah anam benim garip anam, gene al beni kollarina
ah anam benim garip anam, gene dusmusum ask yollarina
karanlik geldi her yol bana
her liman bana
dusmusum bir de ustelik hayat kavgasina
dusmusum bir de ustelik hayat dalgasina
ah anam benim garip anam, gene al beni kollarina
ah anam benim garip anam, gene dusmusum ask yollarina
bir dokun bin ah dinle, doner dunya dert icinde
ademoglu nisyan ile, biz isyan ile…
ah, bir aska yandim ki
yelkeni yok, ruzgari yok, derdi cok, dermani yok
gemiler yola cikmis, kuregi yok kaptani yok
ah anam benim garip anam, gene al beni kollarina
ah anam benim garip anam, gene dusmusum ask yollarina
1 Eylül 2010
eylül - bana kalsın
ilk kez bu akşam üşüdüm. denizin kokusu da serindi bu akşam. garip bir sessizliğin içinden günbatımını izledim. içimde bir ezgi, o çok tanıdık içsesim tarafından enstrumanlar eşliğinde mırıldandı. ben mırıldanmadım. sustum. hayat kısaydı.
sağanakla başladı gün. eylül geldim dedi. parmaklıkların ardına geçip yağmuru izledim. binlerce şey geldi aklıma desem değil. tek bir kahkaha sesi geldi. onu dinledim. hava serinleyiverdi. sabahın hantal hali yerini eylüle bıraktı. eylül böylelikle geliverdi. yazı bitiriverdi. düşünsem saçmalayacaktım. sezmeyi denedim. sezdim. gözlerimi açtığımda akşam olmuştu. içimin sersefil halini ağzımdaki yaralar eleverdi. içim yara oluyordu. eylül geliveriyordu. tuz serindi. ben ben değildim. foça bana neler yapmıştı. ölçtüm biçtim. tarttım. çarptım. üzerinden azıcık aldım. paçalarını kısalttım. hayat daha düzgün durdu. daha düzgün. kesin denizdendir dedim. zaten aşka kabahat bulamayınca denize atıyor suçu insan. işte denizin güzelliği. sessizce açıyor kucağını, bütün hatanı, günahını kucaklayıveriyor. bir akşam vakti. üzerinde kızıl ışıkları izlemene de izin veriyor bir yandan. öyle samimi. öyle kendinden emin. "ay nerde dursa oradaydık." bütün bir yaz böyle geçti. ah kalbim bir gitti bir geldi.
sağanakla başladı gün. eylül geldim dedi. parmaklıkların ardına geçip yağmuru izledim. binlerce şey geldi aklıma desem değil. tek bir kahkaha sesi geldi. onu dinledim. hava serinleyiverdi. sabahın hantal hali yerini eylüle bıraktı. eylül böylelikle geliverdi. yazı bitiriverdi. düşünsem saçmalayacaktım. sezmeyi denedim. sezdim. gözlerimi açtığımda akşam olmuştu. içimin sersefil halini ağzımdaki yaralar eleverdi. içim yara oluyordu. eylül geliveriyordu. tuz serindi. ben ben değildim. foça bana neler yapmıştı. ölçtüm biçtim. tarttım. çarptım. üzerinden azıcık aldım. paçalarını kısalttım. hayat daha düzgün durdu. daha düzgün. kesin denizdendir dedim. zaten aşka kabahat bulamayınca denize atıyor suçu insan. işte denizin güzelliği. sessizce açıyor kucağını, bütün hatanı, günahını kucaklayıveriyor. bir akşam vakti. üzerinde kızıl ışıkları izlemene de izin veriyor bir yandan. öyle samimi. öyle kendinden emin. "ay nerde dursa oradaydık." bütün bir yaz böyle geçti. ah kalbim bir gitti bir geldi.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)