25 Haziran 2015

uyduruk

şu bir gerçek ki, bir sel, bir fırtına, bir depremde ölmekle, bir uçak kazasına, bir trafik kazasına ya da bir cinayete kurban gitmek arasında bir fark yok. nereden geldiğimizi bilemedikçe, varoluşumuzun uydurulmuş kutsiyetine inanmaya devam edeceğiz. günün birinde varoluşumuzun gerçek sebebi ortaya çıksa bile, uydurulmuş kutsiyetler uzun süre daha tatlı gelecektir insanoğluna.

masaya konan sineği öldürmekte gösterdiğimiz hız ve umarsızlığı doğa da bizi öldürmekte gösteriyor. biz sineği öldürmekte gösterdiğimiz umarsızlığı, kendi hayatlarımıza kutsiyet olarak ekip biçiyoruz. sadece bu amansız kutsama sorunu bile, bizi inandığımız uydurmacaların ne kadar uyduruk olduğuna inandırabilmeli. ama bunu pek kafaya takmıyoruz. masaya konan sineği öldürüyoruz. sel de bizi alıp götürüyor. bütün bunların er geç birbiriyle bir ilgisi varmış gibi gelse de aslında ilgisi yok.

kendimizi bu medeniyeti kurabildiğimiz için kutsuyoruz. etrafta başka medeniyet kurmuş kimse olmadığı için de defalarca taçlandırıyoruz. koca bir evrende, bir gezegeni ele geçirip, tüm kaynaklarını kötürüm olana dek sömürmek ve yaşama elvermiş tek gezegeni "yaşanamaz" bir noktaya yavaş yavaş getiren bir medeniyet kurmak... evet gerçekten bizler bu büyük başarıyla, tanrının seçilmiş evlatları olduğumuzu ve üzerimize yüklediğimiz tüm kutsal payeleri hak ettiğimizi gösteriyoruz.

14 Haziran 2015

Mondo ve Koan


Sayın Mehmet Everest'e gönülden teşekkürlerimizle,
 
 
 
Zen yaşam biçiminde ustadan kalfaya bir aktarım yolu ...
Zen’in öğretmeye çalıştığı şey çevremize, olaylara, olgulara, bütün alışkanlıkların, koşullanmaların, ön yargıların ve art niyetlerin üzerinden sanki ilk defa görüyormuş, ilk defa rastlıyormuşuz gibi, heyecanla, şaşarak, yeni doğmuş bir çocuğun koşullanmamış bakışlarıyla... hatta bu bile değil. Budistlerin sık sık kullandıkları bir deyimle söyleyecek olursak “doğmamış zihnimizle” (1) bakmayı, görmeyi öğrenmek. Görenle görülen ikiliğinin ötesine geçerek gerçeği görmekle de yetinmeyip, gerçeği yaşamayı öğrenmek... Bu, aynı zamanda çok ihtiyacımız olan kıvancı da taşıyan bir yaşamı algılama şeklidir.
Nasıl başaracağız bu olağandışı şeyi?
Bunun için zihnimizin şimdiye kadar kullana geldiğimiz küçük bir bölümünün yerine tümünü devreye sokmak gerekli. Şimdiye kadar sorgulamaksızın kabul ettiğimiz tüm düalite kavramlarını, tüm ikici bakış açısını bir tarafa bırakıp, iç görüyü, sezgiyi, bilgeliği (prajna) uyandırarak elbette. Zen ayrıntılarla değil, işin özü, esasıyla uğraşır.
Descartes, zihnimizdeki tüm bilgileri akılcı açıdan kılı kırk yararak eleştirip, incelemiş, gerçeğe dayanak yapacak bir nokta ararken, üzüm sepetine benzettiği zihnimizi ayıklaya ayıklaya boşaltmış. Bize ait olmayanları ayıklayan bir sufi misali. Sufi geriye kalanın sadece Tanrı olduğunu söylerken, Descartes, ortada düşünmeyi sürdüren bir zihin görmüş. Böylece “düşünüyorum, öyleyse bir varlığım olmalı” (Cogito ergo sum) diyerek gerçeği üzerine yerleştirebileceği bir kaide bulmuş. Bir anlamda tümden gelip, gerisin geri tekrar tüme vararak insanı şöyle bir taramış.
Fakat işte burada zen eleştirel yaklaşımı devreye giriyor. Zen’in eleştirisine akılcı, mantıklı hiçbir çözüm direnemiyor... Batılı anlayışın “tamam, işte bu!” dediği yerde güneş bir kez daha Doğu’dan doğuyor... “Düşünüyorum, o halde varım” Ama, varlık nedir? sorusu halen ortada durup durmakta, etrafına utangaç gülücükler atmakta. İkici bakışla bakılırsa, varlığın arkasında saklanan şey yokluk (sunya) olacaktır, yoklukta varlık demek olmuyor mu? Göreceli anlayışı, mutlak anlayışa transfer ettiğimizde böyle bir sonuç çıkacaktır orta yere.
Bu tür kurgusal tartışmalarla ne kadar da Zen’den, Zen öğretisinden uzaklaşmış oluyoruz. Zen’in asıl karşı çıktığı şey; böyle bilgiççe tartışmalardır zaten... Her şeyden önce konunun girişinde bir yana bırakmak gereğinden bahsedilen “yargı yeteneğimizle” mutlak bir çözüme ulaşamayacağımızı iyice anlamalıyız.
Genç bir keşiş T’ang soyu döneminin en ünlü ustalarından Chao-chou’ya Zen öğretisi konusunda aydınlanmak istediğini söylemiş.
Usta buna karşılık;
"Kahvaltı ettin mi?" diye sormuş.
"Ettim usta." Yanıtını alınca da Chao-chou :
"Öyleyse, git kaplarını yıka." diye öğüt vermiş. Bu söyleşi üzerine de genç keşiş Zen gerçeğine uyanmış (2).
Yazının başlığında ki “ustadan kalfaya” sözü işte bunu açıklıyor, ustanın öyle bir sözü ile aydınlanabilmek için temelde belli bir disiplini almış olmak gereklidir, en azından düzenli meditasyon yapan, Zen öğretisinde akılla-mantıkla bir yere varılamayacağı gerçeğini hiç olmazsa sezmeye başlamış biri olmalıdır, işte o nedenle çırak yerine, kalfa dedik.
Zen öğretisinin bütün güçlüğü işte burada. Öyle mantıklı laflarla, anlamlı açıklamalarla beylik örneklerle Zen gerçeğinin iletilmek, aktarılmak olanağı yok. Zen ustaları bu iletişimi sağlamak için, bize akılcı yoldan baktığımız zaman oldukça yadırgatıcı gelen sorulu yanıtlı MONDO adı verilen söyleşi yöntemini uygulamışlar.
Mondo; genelde ustayla öğrencisi arasında, bazen de ustalar arasında gelişen ve ustanın olaylara, evrene bakış açısını, içsel algılayışını çok çarpıcı; mantıksal açıdan çelişkilerle dolu bir şekilde ortaya koyan ve hazır hale gelmiş olan öğrencinin (kalfanın) kurgulu zihninde köklü bir değişim yaşamasını, tümden bir dönüşümü amaçlayan bir söz ya da davranışın açığa çıkmasıdır. Mondonun yapmaya çalıştığı şey; mondoyu duyanda da benzer bir iç yaşantı oluşturacak iletişimi sağlamaktır. Zen gerçeğine gözleri açmaya çalışmaktır.
Bir gün Pai-chang, ustası Ma-tsu’yu görmeye gitmiş, birlikte kırda dolaşmaya çıkmışlar. O arada havada bir yaban kazları sürüsü belirince, usta Ma-tsu sorar :
"Nedir bunlar?"
"Yaban kazları ustam."
"Nereye uçuyor bunlar?"
"Uzaklara uçuyorlar."
Bu cevap üzerine Ma-tsu, öğrencisi Pai-chang’ın burnunu yakalar ve olabildiği kadar şiddetle sıkmaya başlar, canı çok acıyan Pai-chang “Ay ay ay” diye bağırarak çırpınırken, “Uzaklara uçuyorlar dedin, oysa bunlar en baştan dünya kurulalı beri buradalar...” diyerek zaman-uzay boyutunda aşkın bir gerçekliği, Zen gerçekliğini öğrencisinin zihninde oluşturarak, ona zen algılayışını aktarıvermiş.
Bu sorulu yanıtlı aktarım yolunda konular birbirinden çok farklı olabileceği gibi, ustanın kişiliği ile de farklılıklar artacaktır, fakat tüm Mondo’ların ortak özelliği; mantıklı bir anlaşılabilme ve açıklanabilmelerinin olmayışıdır. Zihnin kendini güvende hissettiği küçük anlayış yetisi açılmadan mondolardaki derin anlamın farkına varılabilmesi de mümkün olamayacaktır.
Ancak varlığımızın tümüyle çözümleyip özümleyebileceğimiz mondo’nun kabuğunu akıl ve mantık hiçbir türlü delip geçemeyecektir. Mantığın kısır ve katı kurallarını terkedip, zihnimizi bağımsızlaştırmadan, özgür bir zihne ulaşmadan Zen gerçeğine, Mondo’yla ulaşmak mümkün değildir.
Usta Chao-chou’ya bir keşiş sorar,
"Bodhi Dharma niçin kendi ülkesini bırakıp Çin’e geldi?"
"Avluda servi ağacı." Yanıtını verir Chao-chou... (3)
Bu yanıttan anlaşılan odur ki; keşişin hiç de bir anlamı olmayan, işe yaramaz sorusuna verilecek herhangi bir cevap keşişin salt, mutlak gerçekliğe uyanmasını sağlayamayacaktır, oysa salt gerçeklik sonsuz şimdinin yaşandığının farkına varılmasındadır... (karuna) şimdi her şeyden önemlidir, nefesi şimdi alıyor... şimdi nefesi veriyorsun... şimdi var olan “avluda servi ağacıdır...”
Gözlerimizin önünde apaçık, adeta kabak gibi açık halde duran Zen gerçekliği nasıl bir şeydir ki öyle kolayca algılanamamaktadır?... Nedir buna engel olan gizemli! güç?... Bu, bizim kurgulu zihnimizden başka bir şey değildir. Dış dünyaya sadece beş duyusuyla açılan insanın, duyularının farkına vardığı ayrıntılara, beyninin kurgularla dolu oluşu yüzünden kendini kapatıp, bir türlü bu algı kapılarından gelenlerin tam olarak farkına varamamasıdır. Hemen her normal sanılan insanda görülen bir içe kapanıştır bu, aslında bir tür zararsız delilik de denebilir bu içe dönük ve kendi sanılar dünyasında yaşamanın adına ... Herkes böyle olduğu için “delilik” adı konamamaktadır belki de...
Sung soyu döneminin Konfiçyus’çu şair ve devlet adamı Huang-shan-ku ünlü usta Hui-t’ang’a başvurup Zen öğretisini kendisine vermesini istemiş. Hui-t’ang demiş ki.
“Konfiçyus’çu metinlerde senin de çok iyi bildiğin bir bölüm var. İşte Zen’in öğretisi o bölümün içindeki sözlerdedir.” ve o bölümde ki Konfiçyus’un söylediği varsayılan sözleri hatırlatmış. “Sevgili öğrencilerim, sizlerden saklayacağım hiçbir şeyim yok.”
Bu sözleri dikkatle dinleyen Huang-shan-ku’nun aklı iyice karışmış. Hatta ustanın ustalığını gizliden gizliye kendince sorgular hale gelmiş. Ustaya bu sözlerine karşılık kendince bazı şeyler söylemeye kalkışınca usta onu
"Hayır, hayır" diyerek susturup konuşturmamış.
Birkaç gün sonra ikisi kırlarda huzurlu bir gezintiye çıkmışlar. Yabani defneler baştan başa çiçek içindeymiş, o buruk defne çiçeği kokusu her yanı sarıyormuş. Hui-t’ang: “Kokuları duyuyor musun?” diye sormuş. “Evet” diye yanıt alınca da; “Senden saklayacak hiçbir şeyim yok.” demiş. Bu söz de Huang-shan-ku’yu satoriye götürmeye yetmiş.
Zihin yeterince hazır hale gelmişse Mondo’nun yarattığı akıl dışı şimşek, yada kıvılcım demek daha doğru olacak, toptan bir dönüşümü başlatacaktır. Bunun ne olması gerektiği usta tarafından, ustanın kişiliğine de uygun olacak şekilde aniden keşfedilir ve en uygun, öğrencinin en hazır olduğu anda düğmeye basılır... Zen gerçeği denilen şey o kadar apaçık ki, onu mantıklı bir biçimde açıklamaya çalıştıkça onun üstünü de örtmüş oluyoruz, işte bu nedenle usta onu öğrencisine buldurmaya çalışır... Hatta usta yardımcı olacak yerde ona ek zorluklar çıkararak kurgulu zihnin iyice karışmasını sağlar... alışıldık zihinsel düzen iyice bir karışmalı ki kendiliğinden Zen gerçekliğine açık hale gelsin. Öğrencinin satori yaşamaya hazır olması, onun düzenli Zen meditasyonu olan zazen’i yapıyor olmasına bağlıdır, yarım saat oturarak, 5-6 dakika ise gezinerek (Kinhin), yapılabildiği kadar zazen yapılmalı her gün, mümkünse gün doğarken ve batarken tercih edilmeli, doğayla uyanıp doğayla beraber uykuya çekilmek gibi.
Kuşkusuz Mondo’nun etkinliği ansızın, beklenmedik oluşunda gizli. Bu beklenmediklik olmayınca Mondo da işlevini yapamayacaktır.
Öte yandan Zen yolunu izleyen öğrencilerin sayısında ki artış nedeniyle, ustayla çırak arasındaki kişisel ilişki artık eskisi kadar sık olamamaktaydı. Bunun üzerine Mondo öğretisinin özü, KOAN (adı verilen ve ustanın mantıkla açıklanamayacak kadar anlamsız bir sorusuna öğrencinin cevap arama çabası) öğretisine verildi.
Koan eğitimi Çin’de XII yy. da Sung soyu dönemi ustaları zamanında başladı ama XIII yy. dan sonra Japonya’da giderek daha sistemli bir duruma getirildi. Koan uygulamasına bugün uygulanmakta olan son ve kesin biçimini veren Hakuin’dir (1685-1768). Altı grupta toplanan 700 kadar koan vardır. Tam bir eğitim görmüş olmak için 50 kadar koanı çözmüş olmak gerekir. Koan eğitiminin 2 amacı var. Birincisi eski ustaların öğrencileriyle birebir görüşerek uyandırdıkları Zen bilinçliliğini yapay olarak oluşturmak. İkincisi ; aynı zaman diliminde daha çok öğrenciye Zen eğitimini uygulayabilmek. Bu şekilde Zen öğretisini yaygınlaştırabilmek. Koan, öğrenciye görev olarak verildikten sonra belli zaman dilimlerinde bir araya gelen usta ve öğrenci sanzen adı verilen görüşme yapabiliyorlardı. Böylece usta daha çok öğrenciyi eğitme görevini kolayca yerine getirebiliyordu.
Koan’lara örnek vermek gerekirse, şu ünlü Koan’lardan bahsedebiliriz;
Hui-neng’in kendisini yakalayıp pirlik alametlerini geri almaya gelen Ming’e söylediği; “Kendi gerçek yüzünü, hatta seni ananla baban tohumlamadan önceki durumuyla görmeye çalış” şeklindeki öğüdünü. (4)
Chao-chou’nun “Köpeklerde Buda yaratılışı var mıdır? Sorusuna verdiği “mu” (hayır, ama evet de nadiren olabilir tarzından çelişkili) cevabı.
Gene, Chao-chou’nun “Bodhi Dharma niçin memleketinden kalkıp Çin’e geldi?” sorusuna yanıt olarak söylediği “avluda servi ağacı.”
Hakuin’in bir Çin atasözünden esinlenerek aldığı, “iki elin sesi alkıştır, bir elin sesi nasıldır?” sorusu.
Bir gün bir usta öğrencilerine; “Zen’de lafla anlatılacak bir şey olmadığı gibi, öğreti olarak kutsal bir şey de yoktur.” dedikten sonra eklemiş, “bu sözlerimi onaylasanız da 30 sopa, onaylamasanız da 30 sopa...”
Bir başka usta, asasını kaldırıp göstererek sorar; “Buna asa derseniz çok olağan bir lakırdı etmiş olursunuz, yok asa değil derseniz de yanlış olur. Olumlu ya da olumsuz bir şey demeksizin, ona ne diyebilirsiniz?"
Kendisine çözsün diye koan verilen öğrenci, koan’ı çözeceğim diye uğraşır durur, ama koan aklın bütün atılımlarına direnir durur.
En sonunda öğrenci koan’ı çözmekte aklın, mantığın hiçbir yardımının olamayacağını yavaş yavaş anlamaya başlar. Usta da öğrencinin akıl yoluyla, mantık yoluyla bir çözüm bulamayacağını iyice kafasına sokmak için elinden ne geliyorsa yapar, işin zor tarafı bunu öğrencisine belli etmeden yapmasıdır.
Halil Cibran, 34 yaşında yoksulluktan ve türlü hastalıklardan ölüp giden hassas ruhlu, Lübnan’lı bir yazar... “Sizin en zayıf tarafınız, aslında en güçlü yanınızdır” demişti bir yazısında... Ustaya (Sensey) kesinkes inanıp da onun tarafından (kendi iyiliğiniz için) zorlanmaya açık bıraktığınız –zayıf- tarafınız... bağlantısını kuruverdim şu anda ... Bir de, Martı kitabının yazarının, (Richard Bach) Illusions / yanılgılar adlı fantastik romanında; “You seek the problems, because you need their gifts / problemleri ararsınız, çünkü onların size hediye edeceklerine ihtiyacınız var”... demişti ya...
Bir Zen ustası konuyu iyi özetlemiş: “Ben Zen yolunda çalışmalara başladığımda dağlar dağ, ovalar ova gibiydi, bu yolda ilerleme kaydettiğimde baktım ki ne dağlar dağ, ne de ovalar ova gibi... Yolun sonuna geldiğimde dağlar tekrar dağ, ovalar da ova gibiydi, ama artık her şey öylesine berrak görünüyordu ki... ” diyerek.
Aslında tüm bu; eskiden Mondo, sonraları Koan ile elde edilmek istenen şey, meditasyon yaparak gündelik bilinçliliğinden sıyrılıp, giderek “tam ve aşılmaz aydınlanmaya” (anuttura samyak sambodhi/ diğer adıyla nirvana) ulaşma evreleri olan satori açılımlarının yakalanmasına öğrencinin hazır hale gelmesi içindir.
Suzuki’ye göre; ustanın koanı çözmek için öğrenciye önerdiği yol, aklıyla düşünmeyi bırakıp, karnıyla düşünmeye başlamasıymış... Yani Suzuki usta şunu diyor: “Koan’ı varlığımızın bir parçası olan aklımızla değil, varlığımızın tamamıyla çözebiliriz... ”
Japonya’da Zen ekolleri iki ana temada toplanır; Rinzai (ansızın aydınlanmaya inanırlar, çünkü yöntemleri buna göredir) ve Soto (yavaş yavaş aydınlanma olacak şekilde çalışmalarını dizayn etmişlerdir) Her iki ekol de bana göre doğrudur, insanların fıtratları hangisine uygunsa o ekole gitmelidir.
Bu kadar açıklama ile sizleri Zen yaşam biçiminden iyice uzaklaştırdım, dilerim kesinlikle yanlış yapması olasılığı olmayan en büyük ustanın; kendi doğanızın yolunu izlersiniz...
 
Mehmet Everest
17. 06. 2004 / Yeşilköy
 
 
EKLER :
1-Yani zihnimizin bütün koşullanmalardan önceki yalın ve saf durumu. Buna çok güzel bir örnek, Zen’e çok yabancı ama satori yaşantısını hapishane de yaşamış bir Türk şairinin, Nazım Hikmet’in aşağıdaki şiirindedir.
Bu gün Pazar,
Bu gün beni ilk defa güneşe çıkardılar.
Ve ben ömrümde ilk defa gökyüzünün bu kadar benden uzak
Bu kadar mavi
Bu kadar geniş olduğuna şaşarak
Kımıldamadan durdum.
Sonra saygıyla toprağa oturdum,
Dayadım sırtımı duvara.
Bu anda ne düşmek dalgalara,
Bu anda ne kavga, ne hürriyet, ne karım.
Toprak, güneş ve ben...
Bahtiyarım...
2-D. T. Suzuki, Essays in Zen Buddism, First Series, Sf. 238
3-Yukarıdaki eser, Sf. 93
Edip Harabî’nin bir nefesindeki dörtlükteki gibi...  
 Yok iken Adem’le Havva alemde
 Hak ile Hak idik sırrı müphemde
 Bir gecelik mihman kaldık Meryem’de
 Hazreti İsa’nın öz babasıyız...
 Şiri’nin devriyesinden alınan bir kıta da şöyledir;
 Gâhı nebî gâhı velî göründüm
 Gâhı uslu gâhı deli göründüm
 Gâhı Ahmet gâhı Ali göründüm
 Kimse bilmez sırrım Kallaşidim ben
4- John Kingsley Birge, The Bektashi Order of Dervishes, Sf. 120-125

3 Haziran 2015

bulut

ayağımı bulutun içine uzattığımdan beri... bulut bizim yalnızlığımız. uzaktan pofuduk pofuduk duran, dokunsan yumuşacıkmış sandığın o bulut... nemli, ılık... bizi sarıyor. lacivert bir gece... bir sınır değer olarak tekrar beden... eğer beden bir sınır değer olmaktan çıksa, dışarıdaki dünya ne kadar daha genişleyebilir? biz ne kadar daha genişleyebiliriz... yalnızlık... bulut...