4 Ekim 2009
ironi?
saat: 03:41
hayatı yalnızca yaratılan bir dilin kullanıcısı olarak algılamak her şeyden önce insanın kendisini çılgınca bir aşağılayışıdır.
yalnızca yaratılan bir dilin kullanıcısı olmak, dili konuşan kişi olmak, dilin yarattığı dünyaya da hapsolmak demektir. kelimenin tek-iki-üç-dört boyutlu varoluşlarını algılamak ve onlara gezintiler düzenlemek yerine yalnızca bir yalnızca iki ya da üç boyutlu hallerine kısılıp kalmak. anlam bir varoluş sorunundan öte bir tını sorunudur da.
retorik tam da burada tosladığımız duvardır sanırım. retorik ile söylem birbirine çok güzel şekilde örtüşüp birbirlerini gizleyiverirler. ve onlara diğer eşlik eden şey de sağduyudur.
mesela "insan ahlaklı olmalıdır". ya da "insan önce kendisini değiştirmelidir".
işte söylem ve retorik bu şekilde üstüste geçerler. retorik sayesinde aforizmik yargılara varılır. bu yargıları söylem hiç zaman kaybetmeden işgal eder ve içlerini dolduruverir. elbette art niyetlere yer bile vermiyorum. fakat söylemin yıkıcı ve işgalci gücünü bilememiş insanların aforizmik yapılardan da uzak durmasını salık verebiliriz böylece. zaten bu tarz bir yazın dilinin ortaya çıkmasını da biraz bu noktada anlamlandırabiliriz.
oysa söylemin hemen bittiği o eksozferimsi yerde, yani uzayın karalığının soğuğunun ve sessizliğinin en yoğunlaştığı o yerde, aslında sessizliğin yeni bir dil yaratacağı umudu ağır basarken, birdenbire dilin ışığın suda kırılması misali kırıldığını görüveririz. o kırılma ironidir. kelime aynı kelimedir. hatta belki cümle yapıları bile değişmemiştir. fakat gerçeklik, eğilip bükülmüştür. işte bu tınıya yansır. kelimenin tınısı başkalaşıverir. sanki a'nın üstüne şapka koymak gibidir. dil yumuşamış hatta hafifçe gevşemiştir. aforizmik bile konuşabilir zaman zaman. ama kendini ciddiye almadığı çok hissedilebilirdir. tınısı hafiflemiştir. suyun içinde ışığın kırılıp yön değiştirmesi hatta renklerine ayrılması misali kelime de alt tonlarına ayrılıverir. bütün tınılarına. o yüzden artık retorik burada tutunamaz. bu rengarenk alemde tek rengin egemenliğini ilan edebileceği bir "söylem"in kendine alan açabilmesi imkanı kayboluverir. ekzosferde atmosferin uzaya kaçışına benzer biçimde söylem de bu noktada sonsuza doğru buharlaşıverir. tutunamaz. iktidarın yüce kütle çekimin onu çekip soğurmasını bekler. fakat artık eşik geçilmiştir. çok geçtir. retorik darmadığın olmuştur. ironinin o bir zar kadar ince alanı sonsuz sessizlikten hemen önce tınının son varoluş alanı bütün varoluşun şeklini eğip bükerek anlama karşı adeta buharlaşarak ayakta durmaktadır.
işte anlam böyle katmanlanırken retoriğin ele geçirdiği alanın genişliğinin sebebi yaşamın devamlılığı için elzem oluşundandır.
retorik biraz seyrelince orada kendini ekzosfer zanneden bir termosfer çıkıverir karşımıza. o alandakiler hala söylemin ve retoriğin tını dünyasındaki anlamlarla bağlamlanmışlardır. fakat hafifledikleri hissi içindedirler. o yüzden komiktirler. zannedişleri onları gözümüze komik gösterir. hala aynı kelimeler ve dahası aynı tınılardadırlar ama dahası hala aynı anlamsal bağlamlara denk düşüvermektedirler. yani a'nın üstüne bir şapka koyamamaktadırlar. ha o şapkayı koymak da öyle bir kalem darbesiyle olacak iş değildir elbet. o şapkayı koyabilmek aslında dünyayı yeni bir çift gözle görebilmektir. işte retorik-komik-ironik arasında böyle bir geçişlilik ya da geçimsizlik ilişkisi vardır.
son satır olarak da haydi şunu ekleyelim. kelimelerin sırtı yeterince büküktür. yani sorumlulukları, kırılmış düşlere yaptıkları ev sahiplikleri, her ağızdan çıktıklarında köşeli bir yerlere çarpıp param parça dökülmüş olmaları ve babilden bu yana hep başka yönlere savrulmuş olmaları onları yeterince savunmasız ve yaralanabilir kılmıştır. şimdi bir de söylem onların o savunmasızlıklarını korkunç bir acımasızlıkla kullanıyorsa, insan, onlara biraz bebek ihtimamı göstermeyi çok görmemelidir. yani illaha insancıl olacaksınız diye illaha devrimci olacaksınız diye illaha özgür kız olacaksınız diye illaha müslüman olacaksınız illaha kürt olacaksınız kısaca illaha bir "şey" olacaksınız diye kelimelere bu kadar acımasız da olunmaz yani hani. kelimelere ve tınıya biraz ihtimam, ve söyleme biraz uyanıklık arzuladığım yalnızca bu.
kelimeyi kuş yuvası kadar incinebilir yatağında biraz huzura bırakmak ve kendi komedimizi onun sırtına daha fazla yüklememek. bütün a'ların üstüne birer şapka.
18 Ağustos 2009
Eğer bana bir gün mektup yazarsan....dedi adam
....
bütün diyaloglar her an bitecekmiş gibi geliyor bana,korkuyorum çoğu zaman,anlam veremiyorum,sonra bir bakıyorum ki öteki beni almış götürmüş yanında, olması gerektiği gibi yani, insan her zaman kendine yetmeyebilir,bunu anlamalıyız,kavramalıyız
Belki de çok içimize düşmüşüz, pert olmuşuz, öööyyle bakıyoruz aleme.
Ötekinden o kadar umutlusun yani.
Pek değil aslında,aklım o kadarını kavrıyor şu anda,peki gelme üstüme,bilmiyorum.
Deliriyorum galiba, anlamıyorum. Rahat bir delilik bu,travmaları da bazen..biz ne alakayız ya?şartlı refleks.
İnsan ('cinsiyetsiz cinsiyetli') bazen de tutkusunun peşine düşer,hayalerinin peşinden gider,kendinindir,şu andadır,kopar yani.
Öteki ne oldu?
İnsan yalnızdır. Mutlu olalım!
17 Ağustos 2009
saat: 02:37
hayatımın kıvamlı bir sıvı gibi yavaş yavaş her geçtiği girintiye uyum sağlamasını sonra da oraya buraya hiç yapışmadan öylece akışını izliyorum ve bu beni çoğu zaman hayran bırakırken bazen de tarifsiz hislere sürüklüyor.
çoğunlukla cehaletin o keyifli dünyasında kendimi zeki, akıllı hatta bilgili sanıyorum. ama sonra işte mesela bir akşamüstü. güneş ışınları filan.
ya da daha iyimserinden bir paragraflık tam olarak "hiçbir şey" anlayamadığım bir metin.
hayatımın kapısı bu ara ardına kadar açık kaldı sanıyorum. gelen giriyor. bir süre şaşkınlık ve eğlenceyle etrafı izledikten sonra da hepsi sıkılıp çekip gidiyor. ne de olsa ben sürprizleri olmayan tek düze ve işe yaramaz bir adamım.
kapısı açık olan hayatımda bir pencere açmamamın nedeni kesinlikle cereyan yapar korkusu değil tabi. yataktan bedenini çıkarmak için kendine söz geçiremeyen bir adam nasıl hayatın pencerelerini açabilir ki.
büyük bir oto-kontrol sorunu yaşıyorum. geçenlerde bir arkadaşıma ifade ettiğim gibi tam anlamıyla hayatın üzerinde (roaming) amaçsızca geziniyorum. tıpkı o başta benzettiğim kıvamlı sıvı gibi.
bütün bunlar sorun değil ama olric. sorun yada engel değil. nasıl anlatabilirim sana elbette bilmiyorum. kelimelerin dünyası çok kendi içine bükük ve kırılgan. oysa gerçek dünya tam tersi.
o yüzden yaşam kazanılması gereken bir meydan savaşı değil. olsa olsa serin bir denizde güzel bir yüzme keyfi.
saat: 11:04
yazı yazmanın başka bir yolu olmalı. bu basit "klişe" hallerden bizi kurtarabilecek, çukurlarla değil de boşluklarla dolu bir dil ve kelimeler olmalı. sürekli aynı dilin aynı çukurlarına düşmekten öte, başka dillerin aynı çukurlarına düşmek de bunaltıcı.
öyleyse şöyle söyleyelim, notalardan, harflerden ve sayılardan oluşan bir dil olmalı.
b3k Cm 45tyhFF kjhm4j7
saat: 11:11
gramsci'nin büyük dehası insanın ne kadar çabucak "ezberleyebildiği"ni keşfetmesiydi sanırım. zira biraz gücünüz varsa ve bir insanın günde 3 yada 5 defa bir şeyi duymasını sağlayabilirseniz o insan o şeyi ezberler ve sonra da çok benimsemiş bir şekilde onu kullanmaya başlar. birkaç kullanımdan sonra da o kelime onunmuş sanır. böylece kişi kelimelere ve kavramlara sığınır ve onlardan kendisine kaleler yapar. o kalelerin sarsılmayacağını umar. daha sarsılmaz kılmak için de o kelimeleri daha düzenli, daha tutarlı kılar felsefe yoluyla. fakat tıpkı nietzsche'yi delirten wagner gibidir hayat. notalar havada gezintidedir ve sizin kalenize de mutlaka bir gün biri isabet edecektir. o yüzden beni seviyorsanız aynı kelimeyi on seferden fazla kullanmayın bir ömürde.
16 Ağustos 2009
saat: 23:30
öğleden sonra
bütün pazar öğleden sonraları gibi alabildiğine miskin ve bir o kadar telaşlı. nokta koyup miskinin karşısına telaşlıyı yerleştiriyor bu da yazarımızın zihin yapısı hakkında bize güçlü bir ipucu veriyor olmalı. halbuki o ipuçları vermeyi sevmeyen ukala ve kendini beğenmiş bir adam. ama bunun bir önemi yok yani en azından şimdilik. ama şu camın önünde dışarıyı çıkabileceğini sanan sinek ya da bize öyle sandığını göstermeye çalışan sinek, vızıltısı, havadaki nem ve sıcağın üzerimize akan hareketsizliği ve deleuze. deleuze diye yazınca yine nokta koyuyor üçkağıtçı yazarımız evet evet kesinlikle bir üçkağıtçı bu adam ya da kadın, adam ya da kadın diye ayrım yapılmasını anlamıyorum aslında adam deyince eskiden hepsini kapsardı insan adamdı yani ama sonra adam gibi adam diye bir tanım çıktı bu tanım bir kısmının içini gıcıkladı ne yalan söyleyeyim yazarımızın benim ve tüm sevdiklerimin içini gıcıkladı. hatta ben bu tanımdan tiksindim tiksintim çok uzun sürdü hatta her alkol alıp kustuğumda bahanemin bu tanım olduğunu düşündüm işte insan böylelikle kendinden uzaklaşır okuyucu. ey okuyucu. yazarımızın ruh haline dair yeni bir ipucu daha böylelikle elimize geçer. yazar ey okuyucu yazıp nokta koyar yazarımız için noktaların özel bir önemi vardır noktayı güç eylem iktidar bağlamlarında düşünmeye meyleder ve bu bağlamlar arasındaki gezintisi esnasında oradan oraya savrulur eylemsizliğe inanası vardır ama eyleme de içten içe bir sempati besler gandhiyi bir solcu marxı ise bir hindu gibi görür. sonuçta birisi söyleyip ruhunu kurtardığını iddia etmiş oysa bir diğeri susarak bir halkı özgürleştirmiştir. yazarımızın kafası karışıktır ama bu karmaşa hayatın karmaşıklığından mı yoksa yazarımızın bir boşluğuna gelip çok okumuş olmasından mıdır bunu net bir şekilde bilemiyoruz. zaten öykümüzü gizemli ve dinlenesi kılan ayrıntılar da bu ve buna benzer gizemlerdir. oysa yalnızlığımız bütün bir hayatta topu topu birkaç saniyedir diye sanmaktadır yazarımız. sanrılarının gücü onu kuşatmaktadır ve bu sarmalın içinde bazen nefessiz kaldığı hissine kapılıverir. bu krizlerin büyük filozofların yaşadığına benzer krizler olduğunu düşünüp kendini avutur ve kimse onu tanımamasına ve kendisi de kıytırık bir adam olduğunu netlikle bilmesine rağmen yine de kendine büyük filozof payeleri yapıştırmayı sever. belki de budala bir romantiktir kendisi. ama bu belki de kelimesinden de anlaşılacağı üzere bu da bir başka muallaktır hikayemizde. ne de olsa biz kimsenin kafasının içini bilemeyiz. en keyifli şey de bu değil midir zaten ey okuyucu. ortalıkta kocaman boşluklarla doldurulmuş kafalar gezinmektedir ve boşluğa aç doldu kafalar. ama hiçbiri bir diğerinden haberdar değildir. o yüzden de dünya bir taverna pisti gibi rengarenk ve sıkıcıdır. akşam şehirde ışıklar yandığındaysa karanlık insanlara ölümü hatırlatır ve işte o zaman suratlarda bir huzursuz ifade seyreder. yazarımız bu ifadeye şaşkınlık ve huşu içinde bakar. çünkü yazarımız bir ölüm hayranıdır. hadi ama itiraf edin sizler de öylesiniz.
3 Temmuz 2009
yeşil
dalganın içinde gezintideki güneş
yüzyıllar önceydi
oradaydın
kumsalda
bu gamı çalışıyordun
tanrı çamur karıyor
sen üflüyordun
bu gamı üflüyordun
dalga sesinin arınmışlığı
gamlı (gamla) yaradılış
tanrı çamur karıyor
sen piyano çalıyordun
bir gam çalışıyordun
gök morla tanışıyordu
çamur karıyordun
bir yandan gam...
insan doğuyordu
o ortak notadan
IV.IV.MM
4 Mayıs 2009
güçlünün dünyası
güçlünün dünyası da başka dünyaya bakışı da güncecim. adamcağız taa şikagodan kalkmış gelmiş, ne de güler yüzlü ne de sevecen ne de nazik... uzmanlık alanı intihar saldırıları. adam oturmuş bütün terörist saldırılar arasından intihar saldırılarını ayıklamış, dünyada en çok hangi örgüt, hangi ülkede, kime karşı, neden yapıyor, besleyen faktörler neler falan filan bütün bilgiyi toparlamış ve belli başlı sonuçlara ulaşmış. mesela "şok edici" bir sonuç şu: dünyada en çok intihar saldırılarını düzenleyen ve başarılı olan gruplar funadamentalist islamcı terrorist gruplar değil, marxist ve seküler terörist gruplar, bunların başında tamil kaplanları geliyor. listede pkk da yer alıyor. adam anlatıyor da anlatıyor. şurda şu olay oldu, bu yüzden burda bu olay oldu vs vs. olayların neden sonuç ilişkilerini hangi dinsel grubun hangi dinsel gruba saldırdığı vs vs. slaytlar boyunca grafikler, listeler, yüzdeler, arada bir intihar saldırısından önce saldırganın vidyoya kaydedilmiş görüntü ve konuşmaları... işgal güçlerinin (abd, fransa, ingiltere vs vs) daha çok kara kuvveti yerleştirdiği ve işgal ettikleri ülkede tam hakimiyet sağlamaya çalıştıkları dönemlerde intihar saldırılarının da arttığını belirtiyor. arada bir demokrasi diyor tabi. demokrasiyi de iç demokrasi dış demokrasi filan gibi garip ayrımlarla karmaşıklaştırıyor. bazen yüzlerce insanın ölmüş olduğu terör saldırılarından gülümseyerek bahsediyor. ve sonuç olarak da intihar saldırılarını akciğer kanserine benzetiyor. sebebi çok belirgindir diyor tıpkı sigara gibi. ve diğer terör tiplerine yani kanserlere kıyaslandığında ölümcüllüğü de çok daha yüksektir diyor. öğrencilerden biri peki yabancı işgali olmasa da bu saldırılar da olmasa nasıl olur deyince çok pişmiş bir şekilde sırıtıyor ve ben zaten onu bir ön kabul olarak söylediğimi düşündüğüm için bunu dillendirmedim diyor. ve evet bence de kara kuvvetlerini arttırmak yerine deniz ve hava kuvvetleri kullanılan operasyonlar ve bunun yanında ekonomik ve diplomatik araçlar kullanılmalı diyor. yani işgalin hiç olmadığı bir durum bu adamın hayal dünyasında tam anlamıyla "imkansız". ilginç değil mi günce? işte bu güçlünün dünyası ve güçlünün dünyaya bakışı.
ya sen günce? sen başka olduğunu mu sanıyorsun? sayfalarını karıştırdığımda kimsenin açlıktan, sefaletten, "böyle" yaşadığımız için kendiliğinden ezdiğimiz insanlardan bahsettiğini görmüyorum. "hayat var"ı izlediysen anlarsın günce. bizim bu küçük parıltılı ve güzel dünyamızın, dışında, yani gerçekten "dış"arda, çok dışlanmış ve ötekileştirilmiş bir alanda, gözlerin kör olduğu bir alanda "birileri" yaşıyor. ama hayvan desen değil. insan desen değil. hadi itiraf et günce, sen de öyle düşündün defalarca. arabanın camını yumruklayan küçük, ayakkabısız çocukları görünce içinde bir merhametten çok öfke hissettin. hepsini gebertmek lazım bu itlerin dedin. sonra gaza basıp ışığı geçince yani beş yada altı saniye sonra hepsini unuttun. aklına sevgilinin akşam söyledikleri, yediğin çizkekin tadı, dün gördüğün renkli ayakkabı, tez ödevin geldi. yanından geçen arabadaki güzel kız yada yakışıklı oğlan ilgini çekiverdi ve gaza biraz basıp peşine takıldın vs vs vs günce. orta sınıf burjuvasının dertleri tasaları seni yönetti işin özeti. aşık olup ağladın, bukowski okuyup küfrettin, dostoyevski okuyup uzak hayallere daldın. gece fazla geç yatmadın, sabah da fazla geç kalkmadın. birkaç saatten uzun aç kalmadın. renkli elbiselerin, belki bir yada birkaç çift adidas ayakkabın oldu. zaten yüz çiftle bir çift arasında hiçbir farkın olmadığını da anlayamadın. fark açlıkla tokluk arasındaydı. sen hiç aç kalmadın. aç kalmayı iki öğün arasında hissettiğin mide yanması sandın. hergün aynı yemeği ve aynı porsiyonda yemek zorunda kalmak açlıktır diye tarif etseler de kafan da canlanmazdı. başka şeylerin tadına ne olursa olsun bakamamak ve hergün aynı şeyi yemek zorunda olmak, dahası bir türlü sofradan tam bir doymuşluk ve keyifle kalkamamak... nasıl da yabancı sana bunlar. tıpkı onlar gibi... sokakta görünce kafanı çevirdiğin, arabana abandıklarında kapılarını kilitlediğin o çocuklar gibi. onları nasıl görmüyorsan, duymuyorsan, hissetmiyorsan, bunları da öyle anlamıyorsun. varoluşçuluk tartışıp, kahve zevklerinden bahsediyorsun. bir adam kendi üzerine bir bomba bağlayıp neden kendini havaya uçurur diye sormuyorsun. islami fundamentalizm yada deli diyorsun. ne kadar da kolay senin için dünya bir zen rahibi olmalısın.
25 Nisan 2009
şükür
Derler ki; Şakiki Belhi Hazretleri bir gün İbrahim Ethem Hazretlerine şükür hakkında ne dersiniz diye sorar ?
İbrahim Ethem Hazretleri de; Bulduğumuz zaman Allah'a şükrederiz. Bulamadığımız zamanda sabrederiz der.
Şakiki Belhi Hazretleri sizin bu yaptığınızı Horasanın köpekleri de yapıyor. Onlarda buldukları zaman yiyip, bulmadıkları zaman sabredip bekliyorlar der.
Bu cevaba şaşıran İbrahim Ethem Hazretleri peki siz ne yaparsınız ? diye sorunca, Hazret bulunca elde olanı dağıtırız, bulmayınca da şükrederiz der.
12 Nisan 2009
advice
before meeting the right one
so that when we finally meet the right person,
we will know how to be grateful for that gift.
When the door of happiness closes, another one opens
but often times we look so long at the closed door
that we don’t see the one that has been opened for us.
The best kind of friend is the kind you can sit on a porch
and swing with, never say a word and then walk away
feeling like it was the best conversation you’ve ever had.
It’s true that we don’t know what we’ve got until we lose it,
but it’s also true that we don’t know what we’ve been missing
until it arrives.
Giving someone all your love is never an assurance
that they will love you back!
Don’t expect love in return, just wait for it to grow in their heart.
But if it doesn’t , be content it grew in yours.
It takes only a minute to get a crush on someone,
an hour to like someone, and a day to love someone,
but it takes a lifetime to forget someone.
Don’t go for looks; they can decieve.
Don’t go for wealth; even that fades away.
Go for someone who makes you smile,
because it takes only a smile to make a dark day seem bright.
Find the one that makes your heart smile.
11 Nisan 2009
yasa
4 Nisan 2009
2004
27 nisan ’04 / ankara
güneş bir mezarlığın üstünden batıyor…
yeşil bir düzlük , hafif bir bahar esintisi, ışınları ılık güneş , yavaş yavaş yerini kızıla ve mora ve laciverte ve siyaha bırakıyor. kayısı ağaçlarının çiçekleri , beyaz birer taç gibi yeşilin üzerine saçılmış , ılık esinti çiçeklerin aromasını ölümden yaşama taşıyor , çürümüş bir beden böyle güzel kokar mı… toprakta gözyaşlarının nemi ve tuzu var , iki yüzyıl önce düşmüş bu gözyaşları toprağa ve sabah yağan yağmurla , uzun bir yolculuktan sonra , tekrar onları ağlayanların toprak olmuş bedenleri üzerine inivermiş , büyük bir titizlik ve özenle… her damla tam da sahibinin üzerine , büyük bir isabetle…kendinden kendine bir isabettir bu , uzaklaşamamanın , menzilin en uzak kalesinin kendinde oluşudur , kendi kendine yaşamak , kendi kendine ölmek , kendinle haz almak ve kendinle basamakları tırmanmak , düşünce de acıyı kendi kendine yaşamaktır. Yalnızlık değil , kendi kendinelik… yalnız değiliz , çiçekler , böcekler , çimenler , hayvanat ve bir evren etrafımızda hınçla yaşarken ve biz de o yaşama katılırken ya da o yaşamı paylaşırken yalnız olamayız , yalıtılmış olamayız , göz yaşlarımız elbet bir gün kurumuş kemiklerimizin üzerine iner de huzur neymiş tadarız bir kez daha… hatta iki sevgili oturur çimlenmiş mezarımızın toprağına , o sevgi sözleri ruhumuzu kutsayan dualara dönüşür ve o sevgilililer uzak uzak akrabalarımız çıkarlar , kanımızın devindiği yeni genç ve kıvrak bedenler ve tekrar kendinden kendine bir hikaye kendini yeniler ama yinelemez asla , yepyeni bir senden yepyeni bir sene doğru akan tek kişilik evren – tek kişilik hayat , TEK başına bir kendinden kendinelik - kayısının çiçekleri hala aromalarını bedelsiz paylaşıyorlar etrafla , güneş batıyor , rüzgarın ıslığı eski bir türküyü andırıyor , iki yüzyıllık bir türküyü , büyük bir çember tamamlanıyor… gerçekten büyük bir çember tamamlanıyor , seni hatırlıyorum unutur gibi…
yorum kısa
bloguna yazıların altına yorum linki eklememişsin, despot adam:)
şu son yazı hakkında bişeyler yazayım dedim. peki bunu bilmemiz biz de neye yol açıyor?
ironi süreklilik içinde anlamını buluyor galiba,kürenin çeperinden bakan adam diyorsun ya,bakmak meselesi yani, an be an değil, sürekli bakmak..
arkadaşlarımız,üstatlarımız ölmüşler. biz de kendimizden öyle bir sürpriz mi bekliyoruz?hayatın cilvesi,ne olur ne olmaz..
-vay be diyecez belki o zaman.
-bak bildin işte
-ben öyle olduğunu sanmıyorum. durduralım akıllarımızı.
-boşluğa atalım,cesur olalım biraz, ateş kutsaldır,yakalım kendimizi.
-ve hayat ünlü veya ünsüz, bir şekilde boy verecek yine.hayatımıza bakalım yani.
bence ironi kavramını anlamaya çalışarak bize dayatılan bir konseptten bakmaya çalışıyoruz, bizim amcamızı okurken ölümüne bile gülümsememiz neyin ifadesidir?saçma şeyler,ironi dediğimiz şey buna tekabül ediyor mu bilmiyorum, sikmişim ironiyi adam güzel,saçma, derin, komik işte, ne bileyim işte öyle bi şey anlatamadığım..
-bizim özer, ahmet inamın felsefe dersinde vermiş olduğu 'ironi' ödevinde Nasrettin Hoca'yı konuşturmuştu.ödevin ingilizce hazırlanması zorunlu ve dostumun ingilizcesi kötü olduğu için bir diyalog hazırlamıştı, kendisi nasrettin hocayla ingilizce, hoca da onunla türkçe konuşuyordu..konusu da ödevi felsefe hocasına niye hazırladığını anlatmak,ingilizce ve türkçe konuşmak üzerineydi.. baya komik ve hoş olmuştu, ironikti..kendisi gibi..dersi de geçti hem.
-yani bizim eylemlerimiz bunu belirleyen şey.o yazı ironik,dostum da öyle. ve ironi mi artık neyse o, sezgilerimiz de olabilir,bizi eyleme çağırıyor.ironisi ölümünde gizlidir yaşayanın diyelim senin dediğin gibi, bu bir eyleme ve hayata davet çağrısıdır!.
20 Mart 2009
ironi ve diskur (discourse)
belki bilirsin günce michel foucault diye bir amcamız var. amcamız parıldayan kel kafası, entel havası veren gözlükleri ve kondom kullanmadığı için aids den ölmesiyle öne çıkıyor. bazıları onun için post-modern filozof diyor bazıları da foucault, derrida vs gibi isimler filozof değildir düşünsel alanda yeni bir şey sunmamışlardır diyor. foucault yu anlamak için söylem (discourse-diskur) kavramı özellikle iyice idrak edilmelidir. çünkü foucault ya göre söylem tüm kaleleri ele geçirmiştir, bu öyle derin ve güçlü bir fetihtir ki diskura karşıt oluşan yani muhalif söylemler dahi diskurun içinde kendilerine yer bulabilmişlerdir. işte bu noktada şunu not etmeliyiz. diskur bir dilsel biçimdir. yani diskur öyle bir dildir ki zihinleri her taraftan kuşatmıştır. zihinler bu etkinin dışına çıkabilecek durumda değillerdir. çünkü zihinler aynı dil üzerinden konuşmakta ve aynı dil üzerinden düşünmektedirler. mesela sembollerle doldurulmuş zihinler... bu zihinlerin üreteceği her tür fikir her tür davranış doğuştan diskura bağımlı ve hatta diskurun içine doğmuş kabul edilebilir.
işte diskurun bu kuşatıcı, fethedici, yıkıcı ve kapsayıcı etkisinden kurtulabilmek için ya da bir nebze bu etkiden sakınabilmek için foucault bir çözüm geliştirmiştir. bir uzay aracı yörüngede belli bir noktaya yerleşmezse ya hızla dünyaya düşer ya da sonsuz uzayda sürtünmesizlikten dolayı sonsuza doğru yol alır. fakat eğer yörüngeye oturursa o noktada durur ve dünya etrafında döner. bu da nereden mi çıktı?
las meninas isimli makalesinde foucault entelektüelin rolüne dair belli saptamalar yapmıştır. diego velazquez in ünlü tablosundan esinlenerek yazılmış makale bu tabloya atıf yaparak sözü entelektüelin rolüne getiriverir. tıpkı tablodaki ressamın resmi oluşturan asıl öğelere uzak duruşu hatta kenar bir köşeye ilişmiş hali gibi entelektüel de topluma ilişmiş bir halde bulunmalıdır. ressam tablosunu çizdiği mizansenin kenarında dururken bunu kanvasa da aktarmaktadır. diğer bir değişle birey hem sosyal gerçekliğin yaratıcısı hem de öznesidir. ve bu ilişik hal sosyal gerçekliği çözümlemek için en uygun alandır.
buraya kadar hiçbir sorunumuz yok. hatta keyifle okuyup ağzımızı yaya yayada gülümsüyoruz. fakat dil konusuna tekrar dönersek eğer bu ilişikte duran ressam ya da aydın hala diskurun sembolleri kelimeleri özne yüklem ilişkileri vs bağlamında bir bakış açısına sahipse tasvir ettiği gerçeklik de tepetaklak diskur içine yuvarlanıverecektir hiç şüphesiz. bu anlamda ilişikte duran aydınımız ya da entelektüelimiz yaptığı çözümlemeyle diskurun kenarına ilişmiş pozisyonunu kaybedip tepetaklak diskurun içine düşüverecektir. o zaman dil bu noktada hayati önem taşıyan bir araca dönüşüverir.
elbette burada dilden kastettiğimiz yalnızca konuşma dili değildir. burada dilden kastettiğimiz bir anlatım biçimi olarak yaşamdır diyebiliriz. nitekim yine foucault ya atıf yaparak ilerlersek "neden hayatlarımızdan sanat eserleri yaratmıyoruz" diyen de foucaultdur. bu anlamda dili hayatı yaşama biçimi olarak kabul edebiliriz diye düşünüyorum. asıl sorunumuza dönüp tekrar sert ve soğuk bir yüzleşmeyle diskura dönersek dil sorunsalı devsas bir mermer blok gibi orada dikilmektedir.
öyleyse bu dil sorunsalına dair bir argüman geliştirmek zorundayız. önce kısa ama çarpıcı örnekler vererek konuyu istediğimiz yöne doğru çekme gayretine girişelim. stalkerı çekebilmek için andrey tarkovski çernobilin radyoaktif bölgesine girmiştir. yani riski bilerek ve isteyerek üstlenmiştir. zaten birkaç yıl içinde de kanserden ölmüştür.
hayatı diskuru tanımlamak ve onu tanıtmaya çalışmakla geçen foucault kondomun, diskurun cinsel hayatlarımıza bir müdahelesi olduğu fikrini savunmuş ve kondom kullanmayı reddetmiştir. bu reddedişi onu aids hastalığıyla başbaşa bırakmıştır. dahası var dostlar, martin edeni intihar ettiran adam intihar etmiş, anna kareninayı bir tren altında öldüren adam bir tren garında son soluğunu vermiştir. bütün bu ölümleri okurken gülümsemediysediyseniz sizleri tekrar okumaya davet ederim. çünkü bu ölümler foucault nun bahsettiği hayatından sanat eseri yaratan insanların diskurun nasıl da köşesine iliştiklerinin yaşayan kanıtları gibidir. diskurun köşesine ilişen dil hiç kuşkusuz güçlü kuvvetli ve yarı-dünyalı bir dildir. ironidir.
işte şimdi en can alıcı yere doğru elimizde kılıcımızla koşmaktayız. birisi size şöyle bir hikaye anlatsa ona gülümsemez misiniz?
bir adam. mühendislik bitiren bir adam, bilimin en mekanik yanlarıyla içli dışlı olmuş bir adam, kalkıp bir roman yazsa ve romanında insanın en mekanik olmayan en görünmez en dokunulmaz en "tutulmaz" yerlerini saptasa ve bunları tutunamayanlar ismi altında yayınlasa. romanın kahramanı selim günlüğüne beynimde ur var galiba diye yazsa ve banyoda ölse ve romanın yazarı da beyninde çıkan bir ur yüzünden yıllar sonar bir banyoda gözlerini hayata yumsa...
romanlarının ve romancılığının kıymeti yaşarken bir türlü anlaşılmasa, ve bu adam öleceğini öğrendiğinde eski bir sevgilisiyle evde otursa ve birbirlerine karşılıklı ölüm şiirleri okusalar. ve hepsini kapsayan bir "şey" olarak bu adam bütün romanlarında dil olarak "ironi"yi kullansa. yani yaşadığı gibi ölse. yani yaşamakla aldığı o derin o engin o tarifsiz sorumluluğu ölümüyle tamamlasa. tıpkı diğerleri gibi. tıpkı onların hikayelerindeki sorumluluğun, hayatlarını sanat eseri yapışlarının ve yaşamı yaratmak uğruna yaşamalarının derin ironisi gibi. tam çeperde kalan. diskuru yıkıp geçen. diskuru hepimiz için görünür kılan ve belki bir nebze de olsa yıkan ve yakan. öyleyse tekrar aynı şeyi söylemek durumundayız bir toparlama olması bakımından da belkide. dışta duran, tam kenarda, tam ilişikte duran duruş tek başına yeterli değildir. o duruşun kendi eğretiliğini ifade edebileceği ve bir anlamda sembollerden ve diskurdan bağımsızlaşmış kendi hayatını kuran ve o hayatı sanatsallaştıran bir dile de ihtiyacı vardır. ve bu dil ironidir.
bu yazı ismini hiç anmadan, bir yazara, yüreğimin derinliklerinden sevgi dolu bir saygı duruşudur.
3 Mart 2009
I-II
karşısındaki kalabalığa baktı
ellerinde içkileri, nezaketten kırılmak üzere olan dudakları, burunları, gözleri ve kulakları vardı.
sanki göz, kulak, burun değildiler de nazik olmaya çalışan "şey"lerdi. şeyler. eşya.
"sizlerle bir şeyler paylaşabileceğimi bilsem bir saniye bile duraksamadan paylaşırdım" diye geçirdi içinden. bu devasa iki-üç-beş-sekiz ve katları maskeli kalabalık ona sadece yabancı geliyordu.
o da kendini unutmaya çalışıyordu. unutursa belki bir buz kütlesinin ılık suya karıştığı gibi bu kalabalığa karışabilirdi ve onlardan biri olabilirdi. neden olmasındı. ah bir unutabilseydi. unutamıyordu. fazla kendini önemseyen bütün sarsak ve aşırı onurlu insanlar gibi, kendisinin üstesinden gelemiyordu. kendisini fazla ciddiye alan, fazla seven, fazla gören ve bu görüşüne bütün dünyayı uyduran insanlar... onlardan korkun... birden yıllar öncesinden bir hocası geliverdi aklına. "bu ülkeden uzaklaşıp dışardan bakma fırsatını bulunca farkettim ki burada kimse sade vatandaş olmak istemiyor, herkes bu ülkeyi kurtaran adam, kahraman, büyük adam vs olmak istiyor."
hocasının alaycı yüzü ve bu sözler aklına üşüşünce elindeki şarap kadehi çok ani ve sert bir tiksinti hissi uyandırdı içinde. kadehin ağzını dudaklarına yaklaştırdı, yudumu almak üzereyken, "ben bir kahramanım" diye fısıldadı şaraba ve bir yudum alıp tekrar kalabalığı izlemeye koyuldu.
II.
odasına döndüğünde vakit henüz geceyarısını bulmamıştı. içtiği bir kaç kadeh şarabın etkisiyle kendini bitkin ve işe yaramaz hissediyordu. suskun ve aksak hareketlerle kapıyı açıp içeri girdi.
üzerindekileri çıkarıp değiştirmek için yatak odasına girdi, küçük dolabından pijamalarını çıkardı, üzerindekileri tek tek özenli bir şekilde katlayıp dolaba yerleştirdi, pijamalarını giydi ve mutfağa geçti, büyük bir bardağa su doldurup yazma odasının yolunu tuttu.
bir mutfak bir banyo ve iki adet küçük odadan oluşan bu "derli toplu" eve, odam diyordu, zira alan hesabına vursak bütün bu ev aklı başında ev denecek bir yerin ancak bir odası kadar büyüklükteydi.
yazma odasına girdiğinde gözüne ilk anda yıllardır alışkanlıktan hiç de gözüne batmamış olan duvardaki yağlı boya resim takıldı. sandalyesine oturamadan öylece bakakaldı. hayıflandı. "nasıl olur da böyle müthiş bir tabloya 'alışabilirim', olsa olsa bir dangalağım ben, bu renklere, bu anlatıma, bu en duygusuz insana kafayı yedirtebilecek kadar hisli manzaraya nasıl olur da alışabilirim, olsa olsa bir dangalağım ben"
ayakta ne süre dikildi algılayamadı fakat dizleri çözüldüğü anda kendini zorlukla sandalyeye bırakıverdi. sandalyeye yerleşirken elindeki büyük bardaktan bir miktar su yere döküldü. bardağı çok acelesi varmışçasına masaya bırakıverdi.
sandalye de çalışma masası gibi özel olarak yaptırılmıştı. rusya ve sibiryadan ithal edilen birinci sınıf sarı çamdan kendi çizimi üzerine imal ettirdiği sandalye ve masa tamamen kendi beden ölçülerine uygun biçimde yapılmıştı. diz boyu, dirsek boyu ve bunun gibi ayrıntılı ölçüleri almış ve rahat edebileceği masayı çizmişti. üzerinde hiç bir işleme olmayan bir masaydı. son derece sade ve gösterişten uzak.
masanın üzerinde bir tomar beyaz kağıt, kağıtların üzerinde siyah antika bir dolma kalem ve masanın karşı ucunda da yine antika bir kırmızı daktilo durmaktaydı. sandalyeye kendini bıraktığında, sandalyenin üzerindeki krem rengi kumaşla kaplı minderden biraz toz çıktı. toz odanın loş ışığında büyük bir yavaşlıkla havada uçuştu. patates yiyenler tablosu, bu toz, loş ışık ve içtiği bir kaç kadeh şarap onda zamanın yavaşladığına dair bir his uyandırdı. ama bunu düşünmedi. sadece hiseediverdi ve üstesinden geldi. döner sandalyeyi arkaya çevirip tekrar yağlı boya resmi izlemeye başladı. sanki resim hareket ediyordu. o karanlıktaki hazin bakışlı kadınlar aralarında bezgin bir sohbete dalmışlar ve söyledikleri de duyuluyormuş gibiydi. odadaki o yılgın ışık, kadınların yüzündeki anlamsız aydınlık ve hepsinden ötede yoksulluk denemeyecek boyutta bir sefalet. van gogh'u delirten ve ne pahasına olursa olsun anlatmak zorunda hissettiği bu derin bu akıl almaz bu saçma sapan sefalet.
arapça öğrenmek için mısır'a gittiğinde bir fransız misyonerle tanışmıştı iskenderiyede. dünyanın en eski şehirlerinden birinde, ressam bir misyoner, akdenizi uzak bir köşeden gören teras bir ev ve karşı konulmaz bir teklif...
fransız misyoner terasta yedikleri yemeğin ardından, "senin için yağlı boya bir resim yapmak istiyorum, beğendiğin bir resim varsa bana söyle eğer bir şey söylemezsen ben kendi kafamdakini senin için resmedeceğim."
akşamın kızıllığı akdenizi kızıl bir denize çevirmişken aldığı bu içini zevkten köpürten teklif onu heyecanlandırdı. ama hafifçe kızaran yüzü dışında dışarıya hiçbir belirti yansıtmadı. bir resim söylemenin ne kadar nezaketsizce olacağının kesinlikle farkındaydı. fakat bu kadar iyi bir ressam bulmuşken o hep hayalindeki tabloyu çizdirmekten nasıl imtina edebilirdi. kendine söz geçiremiyordu. birden dudakları hafifçe aralandı "van gogh!" deyiverdi. fransız şaşırdığı zamanlarda yaptığı üzere "oui" diye mırıldandı. ah nasıl bir utançtı bu, nasıl bir nezaketsizlikti bu yaptığı, tamamen size bırakıyorum demesi gerekirken yine içindeki o koca adam ona sahip olmuş ve ona "van gogh" dedirtmişti. her iki tarafın da ilk şaşkınlıkları geçtiğinde fransız kendini toparlamış bir yüz ifadesiyle "van gogh'a büyük bir hayranlık beslerim fakat en zor ressamlardandır hangi eserini çalışmamı istiyorsunuz acaba benden" dedi. derin bir nefes alınca yüzündeki bütün kızarıklık geçen O. hiç tereddüt etmeden "patates yiyenler" diyebildi.
1 Ocak 2009
tijen
gün gelir zaman bizi aklar...
yıkanır ihanetler, yıkanır ahlar
ne olur sen de beni affet
kahır değil bu kıyamet...
cezamızı çekiyor gibiyiz
belki de nihayet
sanki çalınırsa kapımız
tekrar anılırsa adımız
o zaman sarılır kanayan yaramız
uyanıp ekmek almak için aşağı indim
çok yavaş ama iri tanelerle sakin bir kar yağıyordu
sessizlik güzeldi
sonra eve çıkıp bir ritüel gibi müzik setini açıp cd'yi koydum ve çalmaya başladım.
artık iyiden iyiye geçmişin yokluğuna inanıyorum galiba
sadece bir düştü düşledik bitti
şimdi zamanın bizi aklayacağı günü beklemekle zamanı geçirmeye uğraşıyoruz ya da ona benzer birşeyler.
geçen pahalı bir saat markasının gazete reklamını okurken tekrar aynı saçmalıklara boğulmuş halde buluverdim beynimi.
reklamda diyorduki "size zamanı tam ölçen saatler sunuyoruz" sonra da teknolojilerinin ne kadar üstün olduğunu anlatıyorlardı. ah zaman ah. seni teknolojileriyle ölçüyorlar. benim arsız kızıl saçlı çil yüzlü biricik evladım. gözlerinde bir merkep saflığı taşıyan küçük veledim. kafalarımızın içindeki devasa yanılgı. binlerce yokluğa biat edişimiz gibi senin önünde de boynumuz bir giyotin önündeki kadar nazik. sana da boyun eğiyoruz. çok güçlü olduğundan mı? öyle mi sanıyorsun? gücün yokluğundan geliyor ey zavallı zaman! birçok koca güç gibi sen de gücünü yokluğundan alıyorsun. bilginin bilgelikten güçlü oluşu gibi mesela. cehaletin nezaketten güçlü oluşu gibi ya da... yokluk herşeye benzetilebilir tijen. bunu anlıyor musun bilmiyorum. yıllardır düşündüğüm halde bunu anlamıyorum tijen. hayatıma nerede girdiğini de anlamıyorum. gözlerini tanıyorum, dudaklarını da zira. yemyeşil gözlerini yıllar önce bir dağın tepesinde gördüğüm ufak bir göle benzetişimi de hatırlıyorum. seni kafamın içinde yaratıp sonra da her gece yatağıma alışımı da hatırlıyorum. ama hikaye nerede başladı? hatırlamıyorum tijen. sesinin tınısını, yumaşka dokunuşunu ya da şöyle söyleyeyim hiddetlenince alnındaki çizgileri... hepsini hatırlıyorum tijen. yoksa diren miydi adın? herşey karıştırıyorum tijen. yaşlı bir adam gibiyim. yavaşça dolduruyorum çayımı. sabah uyanıp çiçeklere su veriyorum. gezegenimde mutluyum tijen. gezegenimin ucunda durup gün batımları izliyorum ve gün doğumlarını kaç yıllardır yakalayamıyorum. halbuki üzerime gün doğurmamalıyım uyanıp ben onun üzerine doğmalıyım falan filan bütün bu saçmalaıklarla doldurduğum kuşbeyinli kafamda mutluluğumu ve umudumu, hocanın sağlam direğe bağladığı merkebine benzer şekilde cennette kalın bir ağaç gövdesine bağladım. o günden bu yana onlarla uğraşmıyorum. kötülükler ve katliamlar içimdeki sesi bastıramıyor. bazen başım ağrıyor tijen. hani şu şakak tarafları. içimde haykıran sese katlanamadığımdandır diyorum. o yüzden de ne ilaç alıyorum ne o ağrıdan kurtulmaya çalışıyorum. kafam için o ağrılar bir ödül gibi. ben de tadını çıkarmaya çalışıyorum. içimdeki o gümbür gümbür sesin olumlaması belki de. evet içimde bir haykırış var diyorum böylece. aslında tijen, sen de çok seversin ya hani bu 'aslında'ları. aslında şöyle düşünüyorum tijen. sık sık seni de düşünüyorum hemen asma yüzünü lütfen. senin de benim gibi içinde uslanmaz bir antigonist barındırdığını biliyorum. ve bilginin çöp olduğunu düşündüğünü de arada bir de olsa satır aralarında bile olsa konuşmalarında yakalıyorum. ama yine de çılgınlar gibi okuyuşun araştırışın beni sana hayran bırakıyor. bu hali neye benzetiyorum biliyor musun tijen? şu hintlilerin kutsal tanrıçası krişna'nın haline. yılan soktuktan sonra içindeki hayat çekilir ve mosmor olur ama yine de yaşamaya devam eder. ve içinde hayatın nefesi olmamasına rağmen flüdünü üflemeye devam eder. bilgiye inanabilmek isterdin değil mi tijen. ah ben de, hem de nasıl... ama galiba artık çok geç tijen. biz önce kendini kaybedip sonra da bir ömür arayanlardanız. halbuki bazısı daha ilk günden yapışır kendine, bir duru suda aksini görür ve ölesiye aşık olur kendine. işte onların dünyasıdır bu dünya. bizler lanetlenmiş üç beş zehir dolu yılan ya da belki bir avuç baykuş ya da kargayızdır. daha fazlası değil. kesinlikle insan değil tijen kesinlikle insan değiliz. o yüzden içimizde insanca düşler, sevgiler, hisler de barındırmayız. unutamadığım bir anımdır bu mesela sana da anlatayım. bir gece, baykuşun teki gelip apartmanın önündeki koca çama oturmuştu. ve o uğursuz sesiyle uğuldayıp duruyordu. kafası sadece bu saçmalıklarla dolu insan, bu saçma sapan 'bilgiyle'... o uğultunun ölüm getireceğine inanan bir adam, silahını alıp dışarı çıktı ve baykuşu hedef alarak en az altı el ateş etti. silah patladıkça baykuş sessizliğe büründü. ama kalkmadı dalından orada öylece, o adamı delirtmek istercesine oturdu. adam ateş etmekten vazgeçince de tekrar uğuldamaya başladı, aynı sinir bozucu, aynı aksak ritimle. apartmana ölüm gelmedi, ama adam sinirden titreyerek evine döndü ve baykuş sabah olduğunda ağaçtan uçup gitmişti. bana öyle bakma lütfen tijen. bu bakışlarında anladığını sezdiren bir ifade var. anlaşılmaktan nefret ediyorum. o yüzden daha karmaşık konuşup kafaları karıştırmak ve anlaşılmamak istiyorum. anlam yoktur çünkü. anlam bir ışık hüzmesi gibi sonsuza yakın hızlarda tüm evreni gezmekte olan bir gezgindir olsa olsa. senin beni anlaman o gezginin, o göçecenin o çingenenin yerleşmesidir. otoritenin etkisine girmesidir. asimile olmasıdır. kendini yitirmesidir. aramaktan vazgeçişidir. buna katlanamam tijen. buna katlanamam. ama bir yandan o yeşil gözlerine baktığımda o gözlerin beni anlamasını, o dudakların hafifçe tebessüm edip rahatlamasını ve alnının hafifçe gerilmesini öyle çılgınca arzuluyorum ki. seni hep kendime benzetiyorum işte tijen. hep kendime benzetiyorum. kendini bilemeyen bir insanın benzetişi bu, çok sağlıklı ya da güvenilir bir benzetme değil yani bu. bir kez gördüğün birini yada hiç görmediğin birini bir başkasına benzetmek gibi. bütün bunları neden yapıyorum tijen? ya sen neden yapıyorsun? bir kalkan mı istiyoruz kendimize? sana acıdığım gibi kendime de acıyorum. bir kelimenin etrafında dönüp içine düşmüyorum. tanrıya ianıyor musun tijen? asma hemen öyle suratını. şakaydı sadece. tanrı bizi bilir biz de onu değil mi tijen? evet işte tam da bu gülümseyişinden bahsediyorum. öyle güzel öyle tatlı ki... anlaşıldığımı hissediyorum, tüm imkansızlığına rağmen ve azıcık da olsa anlaşılmak ah ne büyük lanettir o üzerimize salınmış olan. ilk neden ve son sonuçtur tanrı. gerisi yalnızca bizi ilgilendirir ey ahali. fakat bu herşeyi esrarlı havaya büründüren güç düşkünleri... hani şu sevmediğim atasözlerinden birisi; kurt puslu havayı sever. ne kadar namert ne kadar aşağılık tabirlerimiz var tijen. seni bu yüzden de seviyorum. yıllar önce bana dönüp sevgili hocam kafalarının içindeki tohumlardan bile haberdar değiller demiştin. o tohumlar ağaç oldu tijen ve sen bütün o ağaçlaşan tohumlar, kafaları, zihinleri uzaktan izledin. dersi çıkardın ve için tarifsiz bir bulantıyla çalkalanıp durdu. herşeyi o esrarlı havaya büründürenlerin ne de büyük bir zayıflıkla en önde koştuklarını izledin. en önde koştular, koşmak zorundalardı çünkü berilerindeki herşeyden kaçıyorlardı. "ben bu türden başka bir sefalet hayal edemiyorum" demiştin bir seferinde. biz kargalar, baykuşlar, zehirli yılanlar... biz sorumluluğumuzu alıyoruz. mesela sizin kafalarınızdaki aptalca dogmalar yüzünden gecenin bir yarısı üzerimize boşaltılan kovanlardan ürküp başka bir ağaç aramıyoruz. orada durup silah sesinin gecenin sessizliğindeki yankısının sona ermesini bekliyor ve sonra da kaldığımız yerden uğuldamaya devam ediyoruz. biz bu dünyanın parçası olduğumuzu, bu dünyanın bize bizim de ona ait olduğumuzu biliyoruz. esrarlara büründürmeyip, geceler boyu gerçeği uğulduyoruz. başka dünyalar, olmayan tanrılar icat etmiyoruz. bir medeniyet kurmak gibi aptalca dertlerimiz de hiç olmadı. olduğumuz gibi yaşıyoruz. barışçı ya da huzurlu değil olduğumuz gibi. ne baş eğerek ne de baş kaldırarak. ne de insanca. bunların hiçbirine inanmıyoruz. ve dahası size de inanmıyoruz. atalarımız bir zamanlar sizin bu dünya üzerinde olmadığınızdan bahsederek bizi yetiştirdi. gün gelip yine kendi kendinize yok olup gideceğinizi biliyoruz. sadece onu bekliyoruz. şimdi zamanın sizi aklayacağı günü beklemekle zamanı geçirmeye uğraşıyoruz ya da ona benzer birşeyler. bu dünyaya doğmanızı bekliyoruz. bu dünyayı kabullenmenizi, kendinizi kabullenmenizi. bu aptalca büyüklenmeden vazgeçmenizi ve zehrinizin kaç kaplan öldürebilecek, uğultunuzun kaç gerçekle boğuşabilecek büyüklükte olduğuyla yüzleşmenizi istiyoruz. içinizdeki güçsüzle el ele tutuşmanızı belkide. ya da içinizdeki güç olgusuna bir set çekmenize. kendinizi koyduğunuz o kuşbeyinli tanımlardan sıyrılmanıza... ah size oturup sabah kadar sayamam ya. bir baykuş olsa olsa kuşbeyinlidir. gerisini size bırakmalıyım öyleyse. ve sana elbette tijen. bence artık piyanonun başından kalk dışarı çıkıp beyaza boyanmış dünyada gezintilere çıkalım. belki seninle kar pembe mi acaba diye sohbet de ederiz.