7 Ekim 2010

sevgilim, sen bunu aldığında
-ki mektup denemez buna-
umarım bağışlarsın beni:
yazamadığım mektuplarda biriktirdim kederimi.


sevgilim İstanbul'da yaz bitiyor,
bu güz gecelerinde ben, sardunyaların arasında
senin getirdiğin mumları yakıyorum.
bir fotoğrafa bakıp "deniz" diyorum:
ne kadar dingin, nasıl sonsuz, olduğu yerde.
sevgilim beni bağışla,
sana mektup yazamıyorum.
yüzümün bir yarısı acı çekiyor, mavi
bir fotoğrafta, kızıl bir ufuk
biriktiriyor kış için öteki yarısı
coşkuyla ilgili değil elbet hayatım.

sevgilim seni bilmemenin kederli gölgesi altındayım.
...
kim bağışlayacak beni sf:70

birhan keskin

tüller ve silah

önü denizle başlayan rüzgarlı bir kasabadaydık
sanki yıllardır oradaydık. her şey düzelecekti.
orada doğmaya çabalayarak öldük.
meleğim nehir kanatlarını uzaklıklarda yıka şimdi.
soğuktu ısınamıyorduk.
bu kadar yakınken,
aramızda yalnızca o hava boşluklarının dolaştığı odalardaydık.
biriken bütün rüzgarlar işte orada, o deniz kasabasında
o çok köpekli, çok rüzgarlı yerde patladı.
ikimizi aynı gökyüzüne baktıran,
neydi o, ışık söndü.
sustum.
sustum.
sustum.
sustum.
bütün aşkların sonunda yaptığım gibi,
konuşmak hiçbir şeyi,
hiçbir şeye ulaştırmıyordu.
biliyordum.
...

birhan keskin

6 Ekim 2010

deli

21 eylül 2010 / ankara

Raskolnikov’un evden çıkışı misali çıkıyorum evden. Geçilecek köprüleri olan bir şehirde olmadığımdan içim sıkılıyor. Denizi izleyişim aklıma geliyor. Bu içimi biraz daha sıkıyor. Deniz istediğimi farkediyorum. Onun ferahlığını ve aşkınlığını istiyorum. Kendimi kaybedişimi. Artık kelimeleri kullanmıyorum. Kendi seslerim var. Onların bir ahengi ve iç uyumu. Bu iç uyumun karmaşıklığı beni etkiliyor. Böylece bir etik, estetik ve epistemoloji kurduğumu hayal ediyorum. Bu beni rahatlatmıyor. Endişelerimi rafa kaldırmıyor. Kendimi daha yüce de hissetmiyorum. Bu yalnızca bir varoluş çabalamasının kurmacası. Bu kadarını da kurmalıyım. Yoksa delirmek işten bile değil. Delirmek demişken. Evet bir de o konu var. Delirdiğimizi zannettiğimiz oluyor. Bunlar hep orta sınıf okumuşlarının kuruntuları. Delirmek bize çok uzak. Yalanlarımızla avunduğumuz için delirmeyi de kendimizi soylulaştırma yolunda heba ediveriyoruz. Sanırım toplumsallık uğruna yola çıkmak demek dev bir egoyu “toplum” denen hayali kütleye yayarak şişirdikçe şişirme çabamız. Entellerin kocaman egoları olduğunu düşünüyorum. Bu beni bir zaman eğlendiriyordu. Fakat şimdi garip bir tiksintiye sevk ediyor. Onları tokatlamak isteği duyuyorum. Kalabalıkların içinde. O “ünlü” yazar, sosyolog, kadın hakları savunucusu, doğal hayatı koruma gönüllüsü bıdı bıdılarını o gülümseyerek çıktıkları panellerde filan tokatlamak istiyorum. Bu da benim egom sanırım. Birilerini tokatlayası var. Şiddet dolu da olabilirm. Kişisel şeyleri bir kenara bırakalım. Aşkın hallerine geçelim. Maddeye hapsolmak istemiyorum. Artık kelimelerim sizlerinkilerden değil. Benim seslerim var. Bunu neden mi tekrar ediyorum, anlasanıza sizden kurtulmak istiyorum. Hani demiştim ya küçük bir balıkçı kulubesi. Belki de öyle bir şey. Yine de yanında birini isteyiveriyor insan. Yani kendini yanında birini isterken buluveriyorsun. Buna ihtiyaç diyemem. Küçük bir balıkçı kulubesinde yanında birini istiyorsan bu aşka dair olmalı. Aşkın neye dair olduğu hakkında bir entel zırvalaması yapmayacağım. Çünkü bütün bu oyunun kaynağını bir zamanlar bir yerlerde okumuştum. İnsan oynamayı seviyor. Ama oynarken de hıyarlaşıveriyor. Mesela çok hıyar bir oyun olarak kapitalizmi kuruveriyor. Hıyar işte ne diyeceksin ki. Ama bütün bunların altında yatan bir yığın şey olduğunu biliyorum. İşte bu beni başka bir yerlere atıveriyor. Birden bire kabulleniyorum. Hani şu sizin kelimelerinizle kabullenmek. Benim kendi seslerim var. Ve onların iç ahenkleri. Bir tek ahenkleri değil, kendi kurguları da var. Böylece ben de yeniden kurulmuş bir gerçekliğe uyanıyorum. Ah size şaka gibi geliyor bunlar biliyorum. Ama bu sizin suçunuz değil, zira sizinki de bana şaka gibi geliyor. Şakanıza şakayla karşılık veriyorum. Ama bu bir karşılık bile değil. Sahneden çekiliyorum. Çünkü bir küçük balıkçı kulubesinde yaşamayacaksam geri kalanı da detay olarak görünmeli. İddialı laflar ve çözümlemeler de saçmalığın daniskası zaten. İnsan diğer insanların da onun inandığı şeylere inanmalarını beklememeli. Sadece başka şeyleri tüketiyor diye kimse daha yüce değildir. Hatta ürettiği şeylerin bile ölçüsü öylesine sınırlıdır ki kişinin, bunun üzerine de bir ego inşa etmek çok ahmakçadır. Deniz hep oradaydı. Hep vardı. Tıpkı kayalar, toprak ve bulutlar gibi. Öyleyse fitgenştaynvari bir susuş zaman zaman anlamlıdır. Bir de kapanma meselesi var tabi ama henüz anladığımı sanmıyorum. Bir tanrıya ihtiyaç duyuyorsanız bunu büyütmeyin. Bunu büyütmenin hastalıklı olabileceği apaçık ortada. Susmanın uygun olduğunu düşündüğüm oluyor. Sık sık. Kabahati gürültüde buluyorum. Bir de saçmalıklarda. Hani öyle beyaz adamın püripak kelimeleriyle absürd dediği türden de değil. Bazen karmaşıklaştırmak istemediğim de oluyor. O zaman “saçma” diyiveriyorum. Sonra susuyorum. Ve denizi özlüyorum. Eylül bitse iyiydi.

"zaman"

22 eylül 2010 / ankara

Saate bakıp zamanı düşünmek kadar saçma bir ikinci şey de saate bakıp zaman madde ilişkisini düşünmektir sanırım. Düşündüm. Bir çok şeyi anlayamamak insanı yoruyor. Bunun da ötesinde hep dil var. Bir bariyer hatta barikat olarak. Duruyor. Kendimi kötü şarkılarla ifade ediyorum. Kafayı buluyorum. Bunlar basitçe şeyler. Hepsini hakediyorum. Bir bu kadar daha belki yaşarım diye içimden geçiriyorum sık sık. Bu beni rahatlatıyor. Kovaladıklarım kaçıyor. Bıraktıklarım geri dönüyor. Ben orada duruyorum. Hani şu evrenin ıssız köşelerinden birinde. Evren dendiği zaman insanlar yanlış anlıyor. Hani şu bir şeyler istemeniz gereken evren sanıveriyorlar. Halbuki evren hiçbir şey isteyemeyeceğiniz bir evrendir. Hatta istemeyi öğrenirseniz istedikleriniz gerçekleşir diyorlar, tersidir. İstemekten vazgeçmelisiniz. Ama siz istemeye devam edin. Bu haliniz de yeterince eblek duruyor. Bütün bunlar uzun bir hikayenin kısa parçacıkları. Hala kötü şarkılarla kendimi ifade ediyorum. Ama inanır mısın bunda hiç bir garez bulmuyorum. Kötü şarkılara da ihtiyacımız var. Hatta bütün kötülüğe yani bir estetik metafor olarak “bütün çirkinliğe”.

beni yaksınlar

26 eylül 2010 / ankara

Ah korkular. Ne klişe laflar etmeye başlıyorum. Hep insanlar yaptırıyor bana bunları. Ah korkular diyesim geliyor hep onlar yüzünden. Elim ayağım birbirine dolaşıyor. Sussam daha iyi biliyorum. Yani bıraksam hepsi teker teker içimde patlasalar. Bir türlü susamıyorum. Hep insanlar yüzünden beni de kendilerine benzettiler sonunda. Ah korkular. Ders almak diyoruz. Sizi reddediyorum ey ahali. Ey haydutlar. Ey hayat çalıcılar. Ey klişeler ve klişeciler. Hepinize siktiri çalmak istiyorum. Beni de kendinize benzettiniz. Bütün bu acılarınızı binbir imbikten süzüp tekrar tekrar yudumluyorsunuz. Yani binlerce imbikten geçmiş iyice rafine olmuş ama hep aynı acılar. Ders almayı bir takıntı haline getirmişsiniz. Tekrar düşüp tekrar incinmek istemiyorsunuz. O eski acılarınızın imbik imbik hali size fazlasıyla yetiyor. Ah korkular. Ah sizi klişeciler. Ben artık mutlu olmak istiyorum diyorsunuz. Artık acı istemiyorum. Huzur istiyorum filan. Sanki size birileri bütün bu duyguların katışıksız arı halleri olduğunu vaadetmiş gibi. Bir peri masalında bahsi geçtiği gibi. Buna hakkınız yok diyesim bile geliyor. Hesabedin yani. Benim gibi bir adama buna hakkınız yok dedirtmeyi bile başaracaksınız. Beni de kendinize benzetiyorsunuz. Ağırıma giden yalnızca bu olacak. Ahlaksız adam olmak gücüme gitmez. İnan ki gitmez. Ama bu elimden alınan dünyam. Size benzemeye başlayışım. Ah korkular. Korkuları varmış insanların şahenk. Beni anlıyor musun. Ya da onları. Korkuyorlar. Yeni acılardan. imbiklerinde süzdükleri eski acıları yeni acılara yeğ tutuyorlar. İnsan kendini kaybediveriyor. Hayatı bir tekrara çeviriveriyor. İnsan garip şey. Nası varolmuş o bile belli değil. Beni yalnız bıraksanız çok iyi adam olurdum. Bırakmadınız. Bütün sorumlu sizlersiniz. Kendiniz bir boka yaramıyorudunuz. Bana da engel oldunuz. Kabahati kendimde bulmak istemiyorum. Korkak biriyim. Bu başkasının suçu olmalı. Yazılmış bir kaderim olmalı mesela. Ben bir halt yiyemiyor olmalıyım. Tanrı güzel ve renkli bir fikre dönüşüveriyor. Bak yine kafam dağıldı. Tanrı da nerden çıktı. Ah korkular diyordum. Hani şu çok sigara içmiş yaşlı amcaların tok ve çatallı ses tonuyla. Ah korkular. Aynı kuyuya defalarca düşen aydınlanmış adam. Sen de sus nolur. Bütün bunlar çinli bir zen ustası olmadığımdan oluyor. Öyle olsaydı hiçbiri olmazdı. Buradayım. Yeni acıları bekliyorum. Renkleri. Bir filikaya güzel ezgiler yüklüyorum. Denize salıyorum. Ganjda insanlar yıkanıyor. Bir köşede bir ölü yakılıyor. Yaşlı bir keşiş elbisesini yıkıyor. Acılardan arınan buda bir daha dünyaya gelmekten kurtuluyor. Aynı acılar. Ah korkular. Köpükler. Saçlar. Uçuşan. Rüzgara karışan. Tene batsa cana yakacak belli. İmbiklerden süzülmüş kelimeler. Tekrar rüzgar. Eller. Zerafet. Ah korkular diyorum. Beni de kendinize benzettiniz. Ganj akıyor. Deniz tuzlu. Beni de yakın öldüğümde. Tozlarımı yeni acılardan korkanlara hediye edin. Ders olsun bu da onlara.