21 eylül 2010 / ankara
Raskolnikov’un evden çıkışı misali çıkıyorum evden. Geçilecek köprüleri olan bir şehirde olmadığımdan içim sıkılıyor. Denizi izleyişim aklıma geliyor. Bu içimi biraz daha sıkıyor. Deniz istediğimi farkediyorum. Onun ferahlığını ve aşkınlığını istiyorum. Kendimi kaybedişimi. Artık kelimeleri kullanmıyorum. Kendi seslerim var. Onların bir ahengi ve iç uyumu. Bu iç uyumun karmaşıklığı beni etkiliyor. Böylece bir etik, estetik ve epistemoloji kurduğumu hayal ediyorum. Bu beni rahatlatmıyor. Endişelerimi rafa kaldırmıyor. Kendimi daha yüce de hissetmiyorum. Bu yalnızca bir varoluş çabalamasının kurmacası. Bu kadarını da kurmalıyım. Yoksa delirmek işten bile değil. Delirmek demişken. Evet bir de o konu var. Delirdiğimizi zannettiğimiz oluyor. Bunlar hep orta sınıf okumuşlarının kuruntuları. Delirmek bize çok uzak. Yalanlarımızla avunduğumuz için delirmeyi de kendimizi soylulaştırma yolunda heba ediveriyoruz. Sanırım toplumsallık uğruna yola çıkmak demek dev bir egoyu “toplum” denen hayali kütleye yayarak şişirdikçe şişirme çabamız. Entellerin kocaman egoları olduğunu düşünüyorum. Bu beni bir zaman eğlendiriyordu. Fakat şimdi garip bir tiksintiye sevk ediyor. Onları tokatlamak isteği duyuyorum. Kalabalıkların içinde. O “ünlü” yazar, sosyolog, kadın hakları savunucusu, doğal hayatı koruma gönüllüsü bıdı bıdılarını o gülümseyerek çıktıkları panellerde filan tokatlamak istiyorum. Bu da benim egom sanırım. Birilerini tokatlayası var. Şiddet dolu da olabilirm. Kişisel şeyleri bir kenara bırakalım. Aşkın hallerine geçelim. Maddeye hapsolmak istemiyorum. Artık kelimelerim sizlerinkilerden değil. Benim seslerim var. Bunu neden mi tekrar ediyorum, anlasanıza sizden kurtulmak istiyorum. Hani demiştim ya küçük bir balıkçı kulubesi. Belki de öyle bir şey. Yine de yanında birini isteyiveriyor insan. Yani kendini yanında birini isterken buluveriyorsun. Buna ihtiyaç diyemem. Küçük bir balıkçı kulubesinde yanında birini istiyorsan bu aşka dair olmalı. Aşkın neye dair olduğu hakkında bir entel zırvalaması yapmayacağım. Çünkü bütün bu oyunun kaynağını bir zamanlar bir yerlerde okumuştum. İnsan oynamayı seviyor. Ama oynarken de hıyarlaşıveriyor. Mesela çok hıyar bir oyun olarak kapitalizmi kuruveriyor. Hıyar işte ne diyeceksin ki. Ama bütün bunların altında yatan bir yığın şey olduğunu biliyorum. İşte bu beni başka bir yerlere atıveriyor. Birden bire kabulleniyorum. Hani şu sizin kelimelerinizle kabullenmek. Benim kendi seslerim var. Ve onların iç ahenkleri. Bir tek ahenkleri değil, kendi kurguları da var. Böylece ben de yeniden kurulmuş bir gerçekliğe uyanıyorum. Ah size şaka gibi geliyor bunlar biliyorum. Ama bu sizin suçunuz değil, zira sizinki de bana şaka gibi geliyor. Şakanıza şakayla karşılık veriyorum. Ama bu bir karşılık bile değil. Sahneden çekiliyorum. Çünkü bir küçük balıkçı kulubesinde yaşamayacaksam geri kalanı da detay olarak görünmeli. İddialı laflar ve çözümlemeler de saçmalığın daniskası zaten. İnsan diğer insanların da onun inandığı şeylere inanmalarını beklememeli. Sadece başka şeyleri tüketiyor diye kimse daha yüce değildir. Hatta ürettiği şeylerin bile ölçüsü öylesine sınırlıdır ki kişinin, bunun üzerine de bir ego inşa etmek çok ahmakçadır. Deniz hep oradaydı. Hep vardı. Tıpkı kayalar, toprak ve bulutlar gibi. Öyleyse fitgenştaynvari bir susuş zaman zaman anlamlıdır. Bir de kapanma meselesi var tabi ama henüz anladığımı sanmıyorum. Bir tanrıya ihtiyaç duyuyorsanız bunu büyütmeyin. Bunu büyütmenin hastalıklı olabileceği apaçık ortada. Susmanın uygun olduğunu düşündüğüm oluyor. Sık sık. Kabahati gürültüde buluyorum. Bir de saçmalıklarda. Hani öyle beyaz adamın püripak kelimeleriyle absürd dediği türden de değil. Bazen karmaşıklaştırmak istemediğim de oluyor. O zaman “saçma” diyiveriyorum. Sonra susuyorum. Ve denizi özlüyorum. Eylül bitse iyiydi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder