30 Eylül 2011
kurşun asker ve ceviz ağacı
ah şahenk nereden başlasam bilemiyorum. hayatın bir trajedi olmadığını, olsa olsa bir komedi olabileceğini bize paglia söylemişti. bizde onun otoritesine koşulsuzca biat ettiğimizden olsa gerek bu konuda daha fazla düşünmedik. düşünmedik değil mi şahenk. düşünmedik efendimiz. her neyse bu sabah sonunda gri bir gökyüzüyle uyandık. gözlerimi açtığımda kafamın içine vico kaçmıştı. insan ancak kendi yaptığı şeyi bilebilir diyerek gözlerimi açtım. ne de güzel değil mi. gri bir güne böyle amansız bir cümleyle başlamak. bugün mutluyum. mutluluktan öte bir huzur bu. uzunca zamandır kafamda bir "acaba"yla geziyordum. bu sabah kafamdaki acabacı ses sustu. artık acaba yok. biliyorum. bu garip bir huzur verdi bana. hayat böyledir zaten şahenk. aslında sen tersini düşünürsün. yani başka türlü bir şey duyduğunda huzura kapılacağını sanırsın ama kazın ayağı öyle değildir. zaten biz hayat hakkında ne bilirizki. yalnızca yaşar gideriz. benim kelimelerim asker midir. ah benim kelimelerim olsa onlara rüütbeler ve payeler bile verirdim. ama benim bir kelimem bile yok. zaten sanırım olsaydı da bir kelimem olurdu. ancak ona ihtimam etmeye yeterdi ömrüm. fakat o bile yok. ama arıyorum. bulunca ondan disiplinli bir kurşun asker yapıp ona ne rütbeler ne payeler vereceğim. gri günlere ezgi yakışıyor. geç keşiflerin güzelliği bu sanırım. gemiler gibi. geçip gidiyor. bir de gitmek var severin. insan gidecekse gidişini kendisi de beğenmeli. öyle bir gidiş olmalı bu. kimsenin beğenmediği kitschvari bir gidiş olmamalı. gitmek kalmak gibidir yani. insan kalacaksa yüzyıllardır orada dikilmiş bir deniz feneri gibi azametle kalmalıdır. kalmak ondan sorulmalıdır yani. biri kalmak nedir dese, diğerleri işaret parmaklarını doğrultup bu adamı veya kadını işaret etmelidir. işte gitmek de öyledir. gidişte bir kalış olmalıdır yani. insan yarım yamalak, kırık dökük, bakıp görmez şekilde gitmemelidir. yani kendi bilir tabi. gitmek isteyenler öyle de gidebilirler. giderler de. ama bunun bir kıymet-i harbiyesi olmaz a canlar. hani koyulu morlu bir grubun, kör adam için yaktığı ağıtta dediği gibi. "eğer gidiyorsan kapat kapıyı, beklemiyorum artık insanları." gidişi bana bu sözler özetler genelde. kapanan bir kapı, gri bir gökyüzü. çimen filan. hani dedik ya kalmakla gitmek. gelmekle gitmek gibi. terliklerinle geliyorsan terliklerinle de gitmelisin yani. insanlar gitmeyi gelmeksiz, gitmeyi kalmaksız, iyiyi kötüsüz, boşu dolusuz düşünmek istiyorlar. ben onlara şöyle şöyle diyemem. onlar benim paglia'ya biat ettiğim gibi bana biat etmek durumunda değiller. ama bende, hayatımdan geçerken, bunları derleyip topladım ey ahali. gözlerimle. ellerimle. parmaklarımla. kulaklarımla topladım. bacaklarım, kollarım ve ağzımla topladım. demem o ki, size bir anlamı olmasa da bu gevezeliklerin, bunlar benim ömrümdür. ömür dediğin şey nedir ki başka. insan doğar. yalnızlığına çarpar ve ölür.
24 Eylül 2011
insan koşar.
insan koşar. koşarken hani böyle dört nala koşarken... tahayyül
edebileceğin en sert ve oturaklı cisimden daha sert ve oturaklı bir
biçimde tam da yolun üzerinde koşu istikametinde yalnızlığımız
duruverir. böyle heybetli yani. insan çarpıverir ona. kazara değil,
yapabileceği başka şey yoktur. sadece çarpabilir ve çarpıverir. işte o
zaman, o darmadağın olan şey her neyse insan orada varoluşuna dair bir
esrarı kavrar ve içindeki paramparça insancıklarda insana dair devasa
bir hisse kapılır. yalnızlık sersefil bir halmiş gibi anlatılır bazen,
tıpkı aydınlanmanın fazla kutsanmışlığı gibi. her ikisi de abartılıdır.
her ikisi de her tür rengi barındırır, yalnızlıklık nasıl binlerce
insancıksa, aydınlanma da dipsiz bir karanlıktır. insan koşar. ve
yalnızlığına çarpar.
20 Eylül 2011
minerva
odaya yavaş ve sessiz adımlarla girdiğinde düşesi ortalarda göremedi. "ekselansları!" diye seslendiğinde düşesin pembe sesi giyinme dolabının civarlarından kulağına ulaştı "siz buyrun lütfen, hemen geliyorum." odanın hemen girişinde yer alan masif maun ağacı masanın etrafındaki el oyması aslan başlarıyla işlenmiş arkalıklı koltuklardan birini kendine doğru çekti ve ve sırt kısmında kraliyet ailesinin madalyonunun işlenmiş olduğu koltuğa oturdu. tam oturacağı esnada düşes odanın diğer ucundan belirdi. hafifçe başını kaldırdığında nefesinin kesildiğini ve göğsünün ısındığını ısındığını hissetti. düşes kırçıllı ve çıngıraklı bir sesle "hoşgeldiniz" derken o başını kaldırmamak için adeta içinde bir savaş veriyordu. düşes yaklaştı ve elini uzattı "gözlerinizi kaldırın lütfen bay sacher zira sizin gözleriniz için buradayım" dedi. bu sözleri yarım yamalak duydu sacher. adeta beyni uğulduyordu. duyduklarını kelimelerin anlamlarıyla eşleştiremiyordu. günlerce geçmiş gibi hissettiği bir zaman aralığında başını düşese doğru kaldırdı. karşısında yeşil gözleri alev almış bembeyaz omuzlar duruyordu. düşesin dudağının kenarındaki aşağılayıcı ifade bir anda tekrar gözlerini yere eğmesine sebep oldu. içi tiksintiyle doluverdi. o kahverengi uzun saçları eline dolayıp düşesi odanın ortasına kadar sürüklemek sonra da belki öldüresiye tokatlamak istedi. midesinde bir alev topu vardı adeta. alnındaki ve sırtındaki terler de onu eleveriyordu. hindistan'da yanında kaldığı keşişin öğretilerini hatırladı. hissedilmeyecek kadar uzun ve derin bir nefes aldı. zihni şimdi bir bulut gibi hafifti. az önceye dair hislerini kaybetmişti. konuşmaya baştan başlar gibi
-ekselansları beni emretmişsiniz?
-ah evet tabi ya, asıl konu şu, bana geçen gelişinizde hediye ettiğiniz kitap çok ilgimi çekti, içinde kendimi bulabileceğim bir kitap yazmanızı rica edecektim sizden.
-fakat bu...
-fakatı yok bay sacher sevgili babacığımla görüştüm bu emeğinizin karşılığını size fazlasıyla ödeyeceğinden emin olmanızı istedi.
-evet anlıyorum ekselansları
-bugün başlamınızda bir sakınca var mı?
-hayır efendim döner dönmez başlayacağım.
düşes ayağa kalktı, üzerindeki mavi geceliğin askılarını bir anda indiriverdi. biçimli ve beyaz göğüsleri pembe küçük uçlarıyla ortadadaydı. bu kez bedenini ele geçiren titremeye engel olamıyordu.
-düşesim! diyebildi
-bakın bay sacher. bana sahip olmadan beni yazabileceğinize inanmıyorum. sırf bu yüzden siz nasıl isterseniz o şekilde sizin olmaya hazırım. elbette bu aramızda derin bir sır olarak kalmalı. hadi buyrun size lezzetli bir yemek misali narin bedenimi sunuyorum.
derin bir sessizlikten sonra sacher gözlerini kaldırdığında adeta göz bebekleri bir elmas gibi ışıl ışıldı. saçlarındaki elektrik adeta gözle görülür bir hal almıştı.
-ben nasıl istersem mi düşesim? dedi titreyen bir sesle.
-evet bir yazar olarak yaratıcılığınızı bu yolla kutsamak istiyorum.
sacher hızlı bir biçimde oturduğun yerden kalkarken sandalyedeki aslan başı oyma motif sanki kükrercesine hareketlenmiş göründü düşese. sacher tek hamleyle düşesin uzun kahverengi saçlarını kavradı. düşes bir anlık çığlık atacak gibi oldu. sacher eliyle ağzını tuttu. odanın ortasına sürükledi ve yere fırlattı düşesi. düşes adeta deliye dönmüşcesine ayağa kalkmaya davrandı. sacher sol el bileğinden kavradı düşesi
-benim istediğim gibi? dedi. düşes aniden sakinleşti. sadece "hadi!" diyebildi.
aylar sonra sacher tekrar düşesin odasının kapısında bu kez koltuğunun altında yazdığı kitabın kopyasıyla dikilmekteydi. yine o pembemsi ses sacher'i içeri buyur etti. bu kez düşes kendini bir leopar kürküne sarmıştı. boynunda ise bir tilki uzanmaktaydı. bir orman tanrıçası gibiydi.
-kitabınızı bitirdim ekselansları
-okumak için sabırsızlanıyorum. kendimi bulacağıma eminsiniz değil mi bay sacher?
-elbette efendim baştan sona her kelimesi bunun için yazıldı.
düşes kitabı o gece sabaha kadar okudu. ne kitaptaki her hangi bir karakterde ne de metinsel yapıda kendine yakın en ufak bir şey bulamadı. bayağı insanların bayağı hayatlarını, yer yer aşırılığa varan yatak öykülerini ve onların küçük hayatlarındaki anlaşılmaz küçük mutluluklarını anlatıyordu kitap. düşes sabaha büyük bir düş kırıklığı ve aşağılanmışlık hissiyle uyandı. ilk isteği sacher'i ayağına çağırtıp onu prangalara vurdurtmaktı. birkaç saat sonra sacher prangalanmış biçimde düşesin ayaklarının önündeydi. "neden böyle yaptınız?" diye sordu düşes sesi adeta hissizdi. uykusuzluğu ve yorgunluğu garip bir gerginlik katmıştı yüzüne. sacher cevap vermedi. düşes biraz daha yüksek bir sesle sorusunu tekrarladı. bu kez sacher hissiz bir sesle yanıtladı, "prangalarımı çözerseniz size bir yanıt verebilirim." düşes yavaşça eğildi ve kendi elleriyle prangaları çözdü. sacher bileklerini ovarak ayağa dikildi. düşesin beyaz omzuna gözlerini sabitleyerek konuşmaya başladı. -siz kalemimi satın alma cüretini göstererek beni sonsuzca aşağıladınız. sonra kendi koyduğunuz anlaşma çerçevesinde benim de sizi aşağılamamı arzuladınız. fakat sizinle geçirdiğimiz o anlar öylesine tadına doyulmazdı ki buna tekrar ihtiyaç duydum. o kitabın her kelimesinde derinden ve sarsılarak bir haz aldım. bu hazzın karşılığında prangalara vurulup huzurunuzda bir kez daha aşağılanacağımı da biliyordum. böylece durumumuz eşitlenmiş olacaktı. fakat son bir hamleyle siz prangalarımı eğilip kendi ellerinizle çözünce bu birazcık da olsa eşitlik halimizi benim lehime değiştiriverdi. fakat siz kitabı bir kez daha okuyacaksınız ve kitapta yer almayan koca bir boşluğun sizi kapladığını hissedecekseniz. kitap ikinci okumanızda kendisini derinizin altına kazıyacak. ve siz beni prangalatarak buraya kadar sürdüğünüz için derin bir pişmanlık yaşayacaksınız. fakat bütün bunlar aramızda derin bir sır olarak kalacak. tıpkı teninizin tokatlarıma verdiği yanıtlardaki seslerin kulaklarıma hapsolması misali.
-ekselansları beni emretmişsiniz?
-ah evet tabi ya, asıl konu şu, bana geçen gelişinizde hediye ettiğiniz kitap çok ilgimi çekti, içinde kendimi bulabileceğim bir kitap yazmanızı rica edecektim sizden.
-fakat bu...
-fakatı yok bay sacher sevgili babacığımla görüştüm bu emeğinizin karşılığını size fazlasıyla ödeyeceğinden emin olmanızı istedi.
-evet anlıyorum ekselansları
-bugün başlamınızda bir sakınca var mı?
-hayır efendim döner dönmez başlayacağım.
düşes ayağa kalktı, üzerindeki mavi geceliğin askılarını bir anda indiriverdi. biçimli ve beyaz göğüsleri pembe küçük uçlarıyla ortadadaydı. bu kez bedenini ele geçiren titremeye engel olamıyordu.
-düşesim! diyebildi
-bakın bay sacher. bana sahip olmadan beni yazabileceğinize inanmıyorum. sırf bu yüzden siz nasıl isterseniz o şekilde sizin olmaya hazırım. elbette bu aramızda derin bir sır olarak kalmalı. hadi buyrun size lezzetli bir yemek misali narin bedenimi sunuyorum.
derin bir sessizlikten sonra sacher gözlerini kaldırdığında adeta göz bebekleri bir elmas gibi ışıl ışıldı. saçlarındaki elektrik adeta gözle görülür bir hal almıştı.
-ben nasıl istersem mi düşesim? dedi titreyen bir sesle.
-evet bir yazar olarak yaratıcılığınızı bu yolla kutsamak istiyorum.
sacher hızlı bir biçimde oturduğun yerden kalkarken sandalyedeki aslan başı oyma motif sanki kükrercesine hareketlenmiş göründü düşese. sacher tek hamleyle düşesin uzun kahverengi saçlarını kavradı. düşes bir anlık çığlık atacak gibi oldu. sacher eliyle ağzını tuttu. odanın ortasına sürükledi ve yere fırlattı düşesi. düşes adeta deliye dönmüşcesine ayağa kalkmaya davrandı. sacher sol el bileğinden kavradı düşesi
-benim istediğim gibi? dedi. düşes aniden sakinleşti. sadece "hadi!" diyebildi.
aylar sonra sacher tekrar düşesin odasının kapısında bu kez koltuğunun altında yazdığı kitabın kopyasıyla dikilmekteydi. yine o pembemsi ses sacher'i içeri buyur etti. bu kez düşes kendini bir leopar kürküne sarmıştı. boynunda ise bir tilki uzanmaktaydı. bir orman tanrıçası gibiydi.
-kitabınızı bitirdim ekselansları
-okumak için sabırsızlanıyorum. kendimi bulacağıma eminsiniz değil mi bay sacher?
-elbette efendim baştan sona her kelimesi bunun için yazıldı.
düşes kitabı o gece sabaha kadar okudu. ne kitaptaki her hangi bir karakterde ne de metinsel yapıda kendine yakın en ufak bir şey bulamadı. bayağı insanların bayağı hayatlarını, yer yer aşırılığa varan yatak öykülerini ve onların küçük hayatlarındaki anlaşılmaz küçük mutluluklarını anlatıyordu kitap. düşes sabaha büyük bir düş kırıklığı ve aşağılanmışlık hissiyle uyandı. ilk isteği sacher'i ayağına çağırtıp onu prangalara vurdurtmaktı. birkaç saat sonra sacher prangalanmış biçimde düşesin ayaklarının önündeydi. "neden böyle yaptınız?" diye sordu düşes sesi adeta hissizdi. uykusuzluğu ve yorgunluğu garip bir gerginlik katmıştı yüzüne. sacher cevap vermedi. düşes biraz daha yüksek bir sesle sorusunu tekrarladı. bu kez sacher hissiz bir sesle yanıtladı, "prangalarımı çözerseniz size bir yanıt verebilirim." düşes yavaşça eğildi ve kendi elleriyle prangaları çözdü. sacher bileklerini ovarak ayağa dikildi. düşesin beyaz omzuna gözlerini sabitleyerek konuşmaya başladı. -siz kalemimi satın alma cüretini göstererek beni sonsuzca aşağıladınız. sonra kendi koyduğunuz anlaşma çerçevesinde benim de sizi aşağılamamı arzuladınız. fakat sizinle geçirdiğimiz o anlar öylesine tadına doyulmazdı ki buna tekrar ihtiyaç duydum. o kitabın her kelimesinde derinden ve sarsılarak bir haz aldım. bu hazzın karşılığında prangalara vurulup huzurunuzda bir kez daha aşağılanacağımı da biliyordum. böylece durumumuz eşitlenmiş olacaktı. fakat son bir hamleyle siz prangalarımı eğilip kendi ellerinizle çözünce bu birazcık da olsa eşitlik halimizi benim lehime değiştiriverdi. fakat siz kitabı bir kez daha okuyacaksınız ve kitapta yer almayan koca bir boşluğun sizi kapladığını hissedecekseniz. kitap ikinci okumanızda kendisini derinizin altına kazıyacak. ve siz beni prangalatarak buraya kadar sürdüğünüz için derin bir pişmanlık yaşayacaksınız. fakat bütün bunlar aramızda derin bir sır olarak kalacak. tıpkı teninizin tokatlarıma verdiği yanıtlardaki seslerin kulaklarıma hapsolması misali.
18 Eylül 2011
naivity
bak şahenk. bak evladım. aç kulağını dinle beni hıyaroğlu hıyar. kural 1. duygusal insanlarla fazla yakınlaşma. duygusal insanların bir parça aptal olduklarını bile düşündüğüm zamanlar oluyor. ben spinoza'yı seviyorum. anlıyor musun bebeğim. bu bir çok şeyi belli ediyor. mesela metnin içine bir geometri katıyor. ve metinsel bazda bir matematik yaratıyor. spinoza okurken insan garip bir naiflik (naivity diyesim geldi) hissediyor. fakat bu naiflik bahsettiğim duygusal insanların olaylara yaklaşımındaki naiflik değil. bu hesaplı bir naiflik. spinoza'nın kafasını az da olsa kurgulayabiliyorum. hani hesapçı deriz ya insanlara, onlar küçük hesapları yaparlar. spinoza da hesapçıdır. fakat ölçek büyütmüş bir durumdadır. hani yıllar önce söylediğimiz üzere asıl sorun bir ölçek sorunudur. duygusal insanların iyi niyetleri olmaz şahenk. onlar hep iyi niyetlerinin kurbanı olduklarından, iyi niyetleri hep kötü sonuçlara yol açar. daha biçimli anlatsam şöyle derdim, onlar dileklerinin ve hislerinin ayırdında olup, sürekli bir iç "hesaplaşmaya" girişmedikleri için, niyetleri neredeyse onların bile değildir. onlar öğretilmiş bir "iyi" ideasına inanmışlardır. yani iyileri bile kendi iyileri değildir. garip bir dogmatizmin içinde kaybolmuş bir durumları vardır. hesapçı olmadıkları için hep toslamaya mahkum bir halleri vardır. genelde de garip bir sakarlıkları vardır. bu onları hemen ayırd eder. bu hesapsızlıkları ve dogmatizmleri bir tür denetlenemeyen felaketler fırtınasına dönüşüverir. yakınlarda bir yerdeysen şahenk, seni de yutacaktır. o yüzden uzak dur. bir de duygusallıklarından dolayı hesapsız oluşları hem kendileri hem de sen farkına varmadan seni kullanmalarına dönüşüverir. seni sevdiğini sanmaktadır. yani oturup denklemin verilerini incelememiştir. yani onu seviyorum çünkü hayatımdaki şu eksiği dolduruyor filan gibi ufak hesaplar yapmamıştır. sen de şahenk pratik bir tip olduğun için seni sevmesinin nedenlerini bildiğini varsayarsın. nedenleri bilinen sevgiler, üzerine hesaplar yapılmış ilişkiler, daha güçlüdür. kolayca yarı yolda çekip gitmezler. sınırları da ona göre belirlenmiştir. bu küçük hesapsızlıkları size pahalıya patlar. birden yolun ortasında kendinizi yapayalnız buluverirsiniz. ben ufak da olsa hesapçı insanları duygusal insanlara tercih ederim. aşağı yukarı bir mantık dahilinde ve önceden kestirilebilir şekilde davranırlar. apansız yarı yolda bırakmazlar. bırakırlarsa da bunu önceden kestirmek zor olmaz. o yüzden de insan kendini kullanılmış hissetmez. fakat bütün bunların tersini de ispat edebilirim.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)