29 Kasım 2011

sahaf

öleceğimize inanmamamız nasıl ahmaklar olduğumuzun açık göstergesi. o yaşlı sahaf amcanın "hayat kısadır evlat bilesinnnn" dediği gün bu kez bütün konuşmanın sonunda olmasa da söylediği başka bir cümle vardı. ben bunu kendi iç dünyamda kısa ve özlü bir hale getirdim. "acılarınızı sevin." yaşadığımız yüzyılın hız, güzellik ve güç yüzyılı olmasından dolayı, acılarımız pek prim yapmıyor. zaten kimse de acı çekmek istemiyor. herkes sıfır beden olmak, üçgen vucutlu olmak, sürekli gülümsemek, şıkır şıkır, pırıl pırıl görünmek istiyor. mutluyum, güçlüyüm ve çok güzelim. halbuki insanın yüreği, ağladıkça yumuşar der eskiler. kendimden biliyorum. ağladığım gecelerin gündüzüne dünya bana daha bir bütünlüklü görünüveriyor. bir miktar kendimden sıyrılıveriyorum. bütün bu mutluluk ve güç ve şan ve şöhret eksenli dünyada, ellerimizi, ayaklarımızı, kollarımızı ve genital organlarımızı büyük bir hünerle kullanmak için çabalarken, ruhumuzun kolunu, bacağını, ayağını ve genital organlarını budadıkça buduyoruz. yavaş yavaş, tek korkumuz, acı çekmek oluyor. olumsuz şeyler yani. başarısız olmak, kariyer sahibi olamamak, terkedilmek ve daha aklınıza ne gelirse. hayatın bir yanından sürekli kaçarak, hep diğer yanında duramazsınız demek isterdim. ama durabilirsiniz. yani hep mutlu, güçlü ve güzel olabilirsiniz. size saçma sapan ilahi adalet hikayeleri anlatmaya niyetim yok. fakat o yaşlı adamın beni uyardığı üzere, özünde güzellik barındıran şeylere doğru bir yolculuğa kalkışmak istiyorsa kişi, acıları sevmeyi de öğrenmeli. bizim hijyenik yüzyılımız her ne kadar kiri, pası üzerimizden sıyırmışsa da, duygularımızın sınırları hep birbirleriyle içiçe geçmiş haldedir. en ince neşter, en hassas lazer bile onları birbirlerinden sıyırıp saflaştıramaz. yanılmayı, kandırılmayı, aldatılmayı gönüllüce kabul ederseniz o başkadır. o zaman gözünüze bir perde indiriverirler, siz kendinizi hep mutlu hayal edersiniz ve hayat bir hayalden ibaret olduğu için de hep mutlu olursunuz, fakat hayaliniz yarım bir hayal olur. sizden başka da kimse inanmaz. acılarınızı sevin ve öleceğinizi bilin. gerisi yalnızca kısa sürecek bir hayalden ibaret.




25 Kasım 2011

superstes

üzerindeki deri yelekle tam anlamıyla kafamdaki mert adam tanımına denk düşüyor. insanları neden sevdiklerini bilmiyorum. anlayamıyorum da. ama bunu sormuyorum. bunu sormanın ortamı çok gereceğini sanıyorum. belki de yanılıyorum. dişlerime vurulan anestezinin etkisiyle bütün çenem uyuşmuş zaten. uyuşması geçmeden tekrar uyuşturmanın derdindeyim. onlar durmadan anlatırken, ben masanın diğer ucunda durmadan rakı içip mezelerimi yiyorum. arada onları anlıyormuşum gibi birkça kelime ediyorum, başımı sallıyorum filan. tam da hep düşündüğüm gibi, devrimci çocuklar cesur oluyorlar. ben bir korkak olduğum için devrimcilikle filan işim olmuyor. benim bütün derdim "hayatta kalmak sorunu". aslında bunu biraz süslesem püslesem belki de bu yüzyılın filozofu ben olurum. mesela bak şöyle: the problem of survival: should mankind try to survive in any case or should we quest for the motivations of a (mass) suicide ya da tractatus in superstes." zaten hep bir tractatusum olsun istemişimdir. muşambalarla kapatılmış soğuk bir balkonda oturuyoruz. herkes sigara içiyor. ben içmiyorum ve üşüyorum ama yine de ben de balkonda oturuyorum. bu çok demokratik bir durum işte. tam da grupta kıpırdanmalar olmaya başlarken konu benim hayatta kalma sorunuma geliyor. birileri beni gösterip hayatta kalma filan diyor. iki duble rakı kafamda güzel bir uğultu oluşturduğu için saçmalamamı derinleştiriyorum. hayatta kalmaya zorlanmamız ve para kazanmak için köleleşmemiz saçma, sen salatalık üretiyorsan bana ver ben de sana domateslerimi vereyim gibisinden bir şeyler söylüyorum. yelekli çocuk dikkatli dikkatli bana bakıyor. yoldaş sen niye sessiz kaldınki bunca saat diyor. sonra ayağa kalkıp bu adam bu gece benden diyor. halbuki ben devrimci değilim. durun nolur beni yanlış anladınız filan diye bağırasım geliyor. ben yola devrimle çıktım. bu doğru ama korkalığımı keşfettikçe, anarşizme sonra da oradan nihilizme savruldum. insan iç dünyasında büyük savaşlar verebilir. kendini yakıp yıkabilir. fakat en ufak bir eylem bile sunmuyorsa ona ne demeli. aklıma bugün kitapçıda azıcık kurcaladığım kitabın ismi geliyor: on bullshit. mezeler şahane. rakı da müthiş. kalkıyoruz. kızılayın arka taraflarında kahkahalar ata ata, bir türkü evine doğru yol alıyoruz. kapıdaki çocuk bizi, "ibrahim tatlısesin kardeşi burada çalıyor" diye buyur ediyor. kahkahalar ata ata içeri dalıyoruz. önümüze gelen mezelerden deniz börülcesine, bir intikam alırcasına dokunmadığım yetmiyormuş gibi, şimdi de daha biz girer girmez gemi çalmaya başlıyor. ah küçücük gemi diyorum. sulara attın şimdi kendini. delisin. garson bana bir duble rakı daha getiriyor. içerdeki dumandan gözlerim yaşarıyor. dumandan dumandan diyorum. şimdi hepimiz daha eşitiz. kafalarımız biraz daha öne düşüyor. sonra bir duble daha rakı geliyor. tamam şimdi sarhoşum. ferahfeza zamanları hayal ediyorum. deniz börülcesi filan. bu çocuklar da hep izmirli zaten. biri gelip kulağıma gecenin mottosunu fısıldıyor. kaybedecek bir şeyleri olmayanlar daima kazanırlar evlat. bir ara beni de kaldırıyorlar, neşet ertaş çalıyor. oynamaya çalışıyorum ama beceremiyorum. mekanda nasıl da sakil duruyorum. ah ben ah. yine ani bir kararla kalkıyoruz. kasaya paracıklarımızı bırakıp sokaklara dökülüyoruz. ki bu gerçek bir dökülme. hepimiz ayrı kahkaha atıyoruz. herkes en yakınındakinin koluna girmiş. saçma sapan bir kelimeye durmadan gülmeye başlıyoruz. yeni geldiğimiz yer de öncekinden başka değil. kel , bıyıklı bir amca kürtçe şarkılar söylüyor. benim haberim olmadan bana da bira söylemişler. e peki madem içelim. yine sigara dumanından yanan gözlerim. bu kez ben de arka arkaya sigaralar yakıyorum. karşı masada bir kızın sürekli beni izlediğini görüyorum. acıyordur herhalde halime. gözleri yaşarmış, ayyaş bir adam. derdi ne acaba filan diye geçiriyordur aklından. sarhoşlar masamız birden coşup halay çekmeye kalkıyor. nasıl olduysa ben de aralarına kaynayıveriyorum. ve nasıl olduysa ben ki ritim tutamayan adam gecenin halayını çekiyorum. bir nebze de olsa gururluyum şimdi kendimle. oturduğumuzda masadan üç kafanın eksilip masaya yapışmış olduğunu görüyorum. yelekli abi el işaretiyle "hadi madem eve gidelim" yapıyor. kalkıyoruz. midye yiyesim var. ama midyeler bu buz gibi gecede berbat görünüyorlar. yediğim güzelim mezelere kıyamayıp yemiyorum. kafamı paltomun upuzun yakasının içine gömüp önümdekilere yetişmeye çalışıyorum. taksiye biniyoruz, yelekli abi binmiyor. taksinin camından kafasını sokup "bu gecenin sözü faşizme ölüm yaşasın halkların kardeşliği" diye bağırıyor. yaşlı taksici amca sanki az önce tibetteki tapınaklardan birinden çıkmış gibi sakin. 4 sarhoş adamın saçma sapan diyaloglarına, ses yükseltmelerine filan tek kelime bir şey söylemiyor. neyseki biz de hemen iniyoruz taksiden. eve geçerken ozan koluma giriyor. nolur beş dakika içinde uyumak istiyorum diyor. eve girdiğimiz anda kendini yatağa atıp uykuya dalıyor. ben de bir köşede üzerime garip bir şey çekip, uzayın boşluğuyla, at pisliği kıvamında bir ortam arasında gidip gelerek uykuya dalıyorum. bir o garip, bulaşıcı, sıcak ve hamurumsu uzayda debeleniyorum; bir, bütün ağırlığımdan ve çekimden kurtulduğum uzayda salınıyorum. dudaklarım kurumuş. su içmem gerek ama kalkamam. yat aşağı. sabah ezanı okunurken uyanıyorum. müezzin ezanı müthiş okuyor. ne çabuk ayıldım. kalkıp çişimi yapayım bari. klozetin üzerindeki yıldızlara bakarak işerken başım dönüyor, soğuk soğuk terleyiveriyorum birden, tansiyonum düştü galiba. hızla odaya dönüyorum. tekrar yatıyorum. şimdi çok iyiyim. gözlerim kapanıyor.

14 Kasım 2011

if you go away


tıpkı lavinia gibi. gitme demiyor kadın. ama gidersen olacaklar  bunlar diyor. hatta gölgenin gölgesine bile razıyım mealinde bir şeyler de söylüyor. dışardaki güneş odaya ulaşamıyor. serin bir esinti ellerimin üzerinde geziniyor gibi hissediyorum. hani şu çizgi filmlerde bir kişinin üzerine yağmur yağması gibi, benim de yalnızca ellerimin üzerinde serin bir rüzgar esiyor.  bir düş görür gibi hayatın içinde salınmaya devam ediyorum. zen sözünü hatırlıyorum. hayat size karışık mı görünüyor, kafanız karışmıştır. kafamın karışık olduğunu biliyorum. hayatınsa karışamayacak kadar umarsız olduğunu. ve bütün bu hecelemeler, ifade etme gayretleri, mırıldanışlar, melankolik sabahlar, sırt ağrıları ve melodiler devasa bir çöplüğün ufak bir parçası. yüceltilmeye muhtaç benliklerimiz olduğu için bütün bunlar bize üzerinde sihirli boyalar bulunan masal eşyaları gibi görünüyor. halbuki şimdi hokus pokus desem tüm o sihir eşyanın üzerinden sıyrılıp yerlere saçılır ve hayretimizle birlikte belki ağlamaya bile başlarız. ama yalnızlığımız kesinlikle bunlardan ibaret değil. yüreklerimizin daha aydınlık olduğu bir zamanlar vardı. şimdi karardılar demek istemiyorum. beni tanıyorsun şahenk. öyle şeyler söylemekten özenle imtina ederim. ama gitme demiyor kadın. zaten yüreklerimizin aydınlığında biz gitme diyorduk. gitme dediklerimiz de hiçbir istisnaya yer bırakmadan kapıyı usulca kapatıp gidiyorlardı. gerilerinde şu ellerimin üzerinde gezinen serin esintiye benzer şekilde kapının etrafında serin serin tenleri kokuyordu. uzun süre kapıya yanaşasım gelmiyordu. eşyasız koca bir odada oturup arkalarından bakıyordum. aylarca. sonra kapının üzerindeki esinti bir şekilde dağılıveriyordu. yaz veya ilkbahar geliyordu. o serin ten kokularının canına okuyordu. büklüm büklüm olmuş sırtımla eşyasız odanın ortasında ayağa dikiliyordum. bir kedi gibi bir kaç kez geriniyordum. elimdeki ponza taşıyla yüreğimin alt taraflarını parlatıyordum, azıcık kanıyordu her seferinde. olsun yaz geliyordu ya da ilkbahar. bir ayin gibi güzel bir belirlenmişlikle geliyordu. gitme demiyordu artık kadın. kadının sesiyle kucaklaşıyordum. daha doğrusu o beni kucağına alıyordu. uzak bir yerlere gidiyorduk. geri gelmemek üzere yani. kimse de bize gitmeyin demiyordu. diyemiyordu. gölgemizin gölgesiyle yetineceklerdi.