25 Kasım 2011
superstes
üzerindeki deri yelekle tam anlamıyla kafamdaki mert adam tanımına denk
düşüyor. insanları neden sevdiklerini bilmiyorum. anlayamıyorum da. ama
bunu sormuyorum. bunu sormanın ortamı çok gereceğini sanıyorum. belki de
yanılıyorum. dişlerime vurulan anestezinin etkisiyle bütün çenem
uyuşmuş zaten. uyuşması geçmeden tekrar uyuşturmanın derdindeyim. onlar
durmadan anlatırken, ben masanın diğer ucunda durmadan rakı içip
mezelerimi yiyorum. arada onları anlıyormuşum gibi birkça kelime
ediyorum, başımı sallıyorum filan. tam da hep düşündüğüm gibi, devrimci
çocuklar cesur oluyorlar. ben bir korkak olduğum için devrimcilikle
filan işim olmuyor. benim bütün derdim "hayatta kalmak sorunu". aslında
bunu biraz süslesem püslesem belki de bu yüzyılın filozofu ben olurum.
mesela bak şöyle: the problem of survival: should mankind try to survive
in any case or should we quest for the motivations of a (mass) suicide
ya da tractatus in superstes." zaten hep bir tractatusum olsun
istemişimdir. muşambalarla kapatılmış soğuk bir balkonda oturuyoruz.
herkes sigara içiyor. ben içmiyorum ve üşüyorum ama yine de ben de
balkonda oturuyorum. bu çok demokratik bir durum işte. tam da grupta
kıpırdanmalar olmaya başlarken konu benim hayatta kalma sorunuma
geliyor. birileri beni gösterip hayatta kalma filan diyor. iki duble
rakı kafamda güzel bir uğultu oluşturduğu için saçmalamamı
derinleştiriyorum. hayatta kalmaya zorlanmamız ve para kazanmak için
köleleşmemiz saçma, sen salatalık üretiyorsan bana ver ben de sana
domateslerimi vereyim gibisinden bir şeyler söylüyorum. yelekli çocuk
dikkatli dikkatli bana bakıyor. yoldaş sen niye sessiz kaldınki bunca
saat diyor. sonra ayağa kalkıp bu adam bu gece benden diyor. halbuki ben
devrimci değilim. durun nolur beni yanlış anladınız filan diye
bağırasım geliyor. ben yola devrimle çıktım. bu doğru ama korkalığımı
keşfettikçe, anarşizme sonra da oradan nihilizme savruldum. insan iç
dünyasında büyük savaşlar verebilir. kendini yakıp yıkabilir. fakat en
ufak bir eylem bile sunmuyorsa ona ne demeli. aklıma bugün kitapçıda
azıcık kurcaladığım kitabın ismi geliyor: on bullshit. mezeler şahane.
rakı da müthiş. kalkıyoruz. kızılayın arka taraflarında kahkahalar ata
ata, bir türkü evine doğru yol alıyoruz. kapıdaki çocuk bizi, "ibrahim
tatlısesin kardeşi burada çalıyor" diye buyur ediyor. kahkahalar ata ata
içeri dalıyoruz. önümüze gelen mezelerden deniz börülcesine, bir
intikam alırcasına dokunmadığım yetmiyormuş gibi, şimdi de daha biz
girer girmez gemi çalmaya başlıyor. ah küçücük gemi diyorum. sulara
attın şimdi kendini. delisin. garson bana bir duble rakı daha getiriyor.
içerdeki dumandan gözlerim yaşarıyor. dumandan dumandan diyorum. şimdi
hepimiz daha eşitiz. kafalarımız biraz daha öne düşüyor. sonra bir duble
daha rakı geliyor. tamam şimdi sarhoşum. ferahfeza zamanları hayal
ediyorum. deniz börülcesi filan. bu çocuklar da hep izmirli zaten. biri
gelip kulağıma gecenin mottosunu fısıldıyor. kaybedecek bir şeyleri
olmayanlar daima kazanırlar evlat. bir ara beni de kaldırıyorlar, neşet
ertaş çalıyor. oynamaya çalışıyorum ama beceremiyorum. mekanda nasıl da
sakil duruyorum. ah ben ah. yine ani bir kararla kalkıyoruz. kasaya
paracıklarımızı bırakıp sokaklara dökülüyoruz. ki bu gerçek bir dökülme.
hepimiz ayrı kahkaha atıyoruz. herkes en yakınındakinin koluna girmiş.
saçma sapan bir kelimeye durmadan gülmeye başlıyoruz. yeni geldiğimiz
yer de öncekinden başka değil. kel , bıyıklı bir amca kürtçe şarkılar
söylüyor. benim haberim olmadan bana da bira söylemişler. e peki madem
içelim. yine sigara dumanından yanan gözlerim. bu kez ben de arka arkaya
sigaralar yakıyorum. karşı masada bir kızın sürekli beni izlediğini
görüyorum. acıyordur herhalde halime. gözleri yaşarmış, ayyaş bir adam.
derdi ne acaba filan diye geçiriyordur aklından. sarhoşlar masamız
birden coşup halay çekmeye kalkıyor. nasıl olduysa ben de aralarına
kaynayıveriyorum. ve nasıl olduysa ben ki ritim tutamayan adam gecenin
halayını çekiyorum. bir nebze de olsa gururluyum şimdi kendimle.
oturduğumuzda masadan üç kafanın eksilip masaya yapışmış olduğunu
görüyorum. yelekli abi el işaretiyle "hadi madem eve gidelim" yapıyor.
kalkıyoruz. midye yiyesim var. ama midyeler bu buz gibi gecede berbat
görünüyorlar. yediğim güzelim mezelere kıyamayıp yemiyorum. kafamı
paltomun upuzun yakasının içine gömüp önümdekilere yetişmeye
çalışıyorum. taksiye biniyoruz, yelekli abi binmiyor. taksinin camından
kafasını sokup "bu gecenin sözü faşizme ölüm yaşasın halkların
kardeşliği" diye bağırıyor. yaşlı taksici amca sanki az önce tibetteki
tapınaklardan birinden çıkmış gibi sakin. 4 sarhoş adamın saçma sapan
diyaloglarına, ses yükseltmelerine filan tek kelime bir şey söylemiyor.
neyseki biz de hemen iniyoruz taksiden. eve geçerken ozan koluma
giriyor. nolur beş dakika içinde uyumak istiyorum diyor. eve girdiğimiz
anda kendini yatağa atıp uykuya dalıyor. ben de bir köşede üzerime garip
bir şey çekip, uzayın boşluğuyla, at pisliği kıvamında bir ortam
arasında gidip gelerek uykuya dalıyorum. bir o garip, bulaşıcı, sıcak ve
hamurumsu uzayda debeleniyorum; bir, bütün ağırlığımdan ve çekimden
kurtulduğum uzayda salınıyorum. dudaklarım kurumuş. su içmem gerek ama
kalkamam. yat aşağı. sabah ezanı okunurken uyanıyorum. müezzin ezanı
müthiş okuyor. ne çabuk ayıldım. kalkıp çişimi yapayım bari. klozetin
üzerindeki yıldızlara bakarak işerken başım dönüyor, soğuk soğuk
terleyiveriyorum birden, tansiyonum düştü galiba. hızla odaya dönüyorum.
tekrar yatıyorum. şimdi çok iyiyim. gözlerim kapanıyor.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder