27 Haziran 2017

2011 yılından

pembe hülyalarımız var. ama burada bahsi geçen pembe, çocukluğumuzda giydiğimiz elbiselerin ucucu, hafif ve masum pembesi değil. bu pembe bana daha çok hayat kadınlarının dudaklarına sürdükleri ucuz rujların pembesini hatırlatıyor. öyle ki, bu pembe hülyaların çocukluğumuzla tek kesişme noktası, ayaklarının yere basmıyor oluşu. bunun dışındaki tüm pembelikler bayağılığa ve ucuzluğa işaret ediyor. işte bütün bu pembelikler içinde olan biten şuna benziyor. biri eline pis, ucuz bir pembe ruj almış, toplumun karşısına geçmiş, bütün kutsalları ve kavramları, o pembe rujla, canavarca bir şiddetle boyuyor. ortalık pembeleştikçe pembeleşiyor. tanrıyı boyuyor mesela puta dönüştürüyor. özgürlüğü boyuyor mesela boyunduruğa dönüşüyor. sonra demokrasiyi boyuyor faşizme dönüşüyor. ama bütün bunlar hep pespembe. üzerlerinden pespayelik akan bir pembelikte hepsi. pembeliği herkes bağrına basıyor, herkes bu pembeyi çok benimsiyor, kendinden bir şeyler buluyor. bu ağır, yılışık ve kendini satan pembe, herkese kendini hatırlatıyor. kendi ikiyüzlü ahlaksızlıklarını bu pembede bulmuş olmaktan içten içe mutlular. e bir de bu renk, hani o çocukluklarının saf dünyasını da andırmıyor değil. evet kuşkusuz farkındalar, çocukluklarındaki pembeyle bu pembe arasında doğru düzgün bir benzerlik bulunmadığına. fakat kendini kandırışın, gücün karşısındaki tapınmanın boyutsuzluğu bu ayrıntıları kavurup yutuyor. sonunda bir iktidar onlara hem pembe hem de ahlaksız bir boya sunuveriyor. hem pembeye boyanıp kendi renksizliklerinden kurtuluveriyorlar, hem de ahlaksızlıklarını tüm sınırlarına kadar yaşayabilecekleri devasa bir oyun alanına kavuşuyorlar. herkesin mutlu olduğunu hissediyorum. bu yapay ya da kurmaca bir mutluluk değil. herkes gerçekten mutlu. ahlaksızlıklarıyla kimse onları bu denli barıştıramamıştı. bu denli ahlaksızlıklarının olumlandığı hiç olmamıştı. ahlaksızlıkları hep ayan beyan ortadaydı. ikiyüzlülükleri ve güce tapınımları da öyle. kendi küçük dünyalarında bu değer sistemlerinin olumlandığını binlerce kez deneme fırsatı da bulmuşlardı. fakat bu ağır faşist küçük dünyalarını gerçek dünyayla eklemlemeye kalktıklarında karşılarına az, eksik ve köhne de olsa birkaç engel, birkaç kural çıkıyordu. bu da onları deli etmeye yetiyordu. ama neyse ki, şimdi her şey pespembeydi. şimdi istedikleri kadar pespayeleşebilirlerdi. pespembe bir pespayelik içinde.

karamazov kardesler


- Sözgelimi, aydın, okumuş bir bey eşiyle birlikte yedi yaşındaki öz kızını kırbaçlıyor. Ayrıntılarıyla yazmışımdır bunu defterime. Kırbacın kalın olmasından hoşnuttur beybaba. "Daha oturaklı" olurmuş, öz çocuğuna "oturtmaya" başlamış böylece. Kırbacı her indirişinde kendinden daha bir geçen insanlar tanırım. Bir dakika, beş dakika, on dakika kırbaçlar, gittikçe hızlanır, kızışırlar. Çocuk bağırır, sonunda sesi kısılır zavallının, solumaya başlar: "Baba, baba, babacığım!" Bu anlattığım olay uğursuz, çirkin bir rastlantıyla mahkemeye aksetmiş. Adam bir avukat tutmuş. Rus halkının avukatlara "ablakat- kiralık vicdan" adını takması hayli eskidir. Avukat, adamı savunmak için yırtınıyormuş. "Öylesine basit, olağan bir olay ki bu, ama ne yaparsınız, günümüzün yüz karası, mahkemeye kadar geldi, bir baba kızını dövmüş hepsi o!" Jüri yeter bulmuş bu sözleri, odalarında toplanıp, adamın suçsuz olduğuna karar vermişler. Zavallı adamın kurtulmasına sevinen halk sevinç çığlıkları atmış. Eh, ben yoktum orada, olsaydım, bu canavarın adına bir öğrenci bursu konulmasını önerirdim!.. Hoş tablocuklar bunlar. Ama çocuklarla ilgili daha güzelleri de var bende Alyoşa. Rus çocukları üzerine çok, pek çok olay topladım. Beş yaşında küçük bir kız çocuğundan anne babası nefret ediyormuş. Hem "okumuş, saygıdeğer, memur kişiler"miş. İnsanların çoğunluğunun önemli bir özelliğinden söz editorum sana: Çocuklara, yalnızca çocuklara işkence etmek tutkusudur bu. Böyleleri, her çeşit insana karşı, son derece uygar, insanca kibar davranırlar da, çocuklara işkence etmeye bayılırlar. Hatta kendilerine bu zevki tattırdıkları için severler onları... Bu canavarları çeken, çocukların kendilerini koruyamamaları, melekçe saflıkları, kaçıp gidebilecek bir yerlerinin bulunmayışıdır. İşte bütün bunlar canavarın iğrenç kanını kaynatır. Hiç kuşku yok ki, her insanın içinde bir öfke canavarı, acı çeken kurbanın haykırışlarından aşırı zevk duyan bir şehvet canavarı, zincirinden boşalmış bir canavar; hastalıkların, romatizmaların, hasta böbreklerin v.b verdiği acılarla beslenen bir canavar yatar. Bu okumuş ana, baba daha beş yaşındaki zavallı kızlarına her çeşit işkenceyi, acıyı tattırmışlar. Niçin olduğunu kendileri de bilmeden tokatlıyorlar, kırbaçlıyorlar, tekmeliyorlarmış. Her yanı çürük içindeymiş zavallının. Sonunda işi en yüksek düzeye çıkarmışlar: Dondurucu soğuk geceler helaya kapatıyorlarmış onu. Gece çişe kalkmak istemesin diye (beş yaşındaki bir çocuk melekler gibi mışıl mışıl uyurkenuyanıp da çişinin geldiğini söyleyebilirmiş de sanki), evet sırf bunun için çocuğun pisliğini yüzüne sürüyorlarmış, yemeye zorluyorlarmış kendi pisliğini. Düşün, bir anne, evet bir anne öz evladına yapıyor bunu! O iğrenç yere kapatılan zavallı yavrunun iniltileri işitilirken de sıcak yatağında rahat rahat uyuyabiliyormuş! Başına gelenleri henüz analayamayan küçücük bir yaratığın o pis yerde, soğukta, karanlıkta sızlayan göğsüne minnacık yumruğuyla vurmasının, içli içli ağlamasının, "Allah Babaya" onu kurtarması için yalvarmasının ne demek olduğunu biliyor musun kardeşim!.. Bu korkunç, yürekler parçalayıcı durumu düşünebiliyor musun kardeşim? Rahip adayım benim, anlayabiliyor musun? İnsanın içini sızlatan bu felaketin olması pek mi gereklidir? Bu olmasa, kişioğlunun yeryüzünde yaşaması da olamaz diyorlar, çünkü iyiyle kötüyü öğrenemezmiş. Böylesine pahalıya oturuyorsa, Allah'ın belası bu iyilikle kötülüğü ne diye öğrenmeliyiz? Küçcük bir çocuğun "Allah Babasına" yalvarırken döktüğü gözyaşı dünyanın tüm bilgilerine bedeldir... Büyüklerin çektiklerinden söz etmiyorum, elmayı yediler onlar, cehennemin dibine kadar yolları var! Ne halleri varsa görsünler, ama bunlar, bunlar! Canını mı sıkıyorum Alyoşa, iyi değilsin sanki. İstemiyorsan susarım.



- Önemli değil, diye mırıldandı Alyoşa. Ben de acı çekmek istiyorum.

- Bir, yalnızca bir olay daha anlatacağım sana. Pek ilginç, pek değişik bir olay bu... Hem yakında okudum, eski defterleri karıştıran derglerimizden Arşiv'de mi Geçmiş Zaman'da mı okumuştum, unuttum, bakmak gerek. Yüzyılımızın başında geçiyor olay. Toprağa bağlı köylülerin, bulunduğu devrin en karanlık, en kötü günleri... Yaşasın halkın kurtarıcısı! (Çar II.Aleksandr 1861'de toprağa bağlı köleler yasasını kaldırdı) O sıralar, yani yüzyılın başlarında sözü geçen, son derece varlıklı, toprak sahibi bir general emekliye ayrılmış. O da adamlarının, kölelerinin tek sahibi olmayı hak ettiğine inanarak görevden ayrılanalrdanmış. Az da olsa vardı böyleleri o zamanlar. General iki bin kölesi olan köyüne gidip yerleşmiş, bir çalımı varmış ki; daha az varlıklı komşularını küçük görüyor, onlara birer yanaşması, soytarısı gözüyle bakıyormuş. Yüzlerce av köpeği besliyormuş, hepsi resmi giysili, atlı köpek bakıcısı varmış. Uşakların birinin oğlu, sekiz yaşında bir çocuğun attığı bir taş, generalin sevgili köpeklerinden birinin ayağına gelmiş bir gün. "Sevgili köpeğin niçin topallıyor?" Küçük çocuğun taş attığını bildirmişler ona. General yukarıdan aşağı süzmüş çocuğu, "Sen yaptın bunu ha, tutun onu!" Annesinin elinden almışlar çocuğu, ahıra kapamışlar, sabah gün ağırırken general tüm hazırlıkları tamam, av için çıkmış, atına binmiş. Hizmetçileri, köpekleri, köpek bakıcıları, avcıları hepsi atlı olarak çevresindeymiş. Uşakları ibret olsun diye toplamışlar. En önde de suçlu çocuğun annesi... Çocuğu dışarı çıkarmışlar. Puslu, soğuk bir sonbahar sabahıymış, av için bulunmaz bir gün... General çocuğu soymalarını buyurmuş, çocukçağızı çırılçıplak etmişler. Tir tir titriyormuş, korkudan dili tutlmuş, ağzını açmaya cesareti yokmuş... "Koşturun onu!" diye komut vermiş general, köpek bakıcıları, "Koş, koş!" diye bağırmaya başlamışlar, çocuk, başlamış koşmaya... "Tut!" diye haykırmış general, zagarlarını peşinden salmış. Anasının gözü önünde köpeklere parçalatmış yavrusunu!.. Sanırım mahkemeye vermişler adamı. Eh işte... ne yapmalı ona? Kurşuna mı dizmeli? Hak yerini bulsun, içimiz rahat olsun diye kurşuna mı dizmeli? Söyle Alyoşa?



Alyoşa bitik, acı bir gülümsemeyle ağabeyine baktı,

- Evet, kurşuna dizmeli! diye mırıldandı.

İvan tuhaf bir coşkunlukla bağırdı:

- Aferin! Sen de böyle söyledikten sonra, demek ki... Ah seni gidi keşiş seni! Demek içinde bir şeytan yatıyor Alyoşka Karamazov!

- Saçmaladım, ama...

- Demek bir de aması var.. diye haykırdı İvan. Şunu bilesin rahip adayı bey kardeşim, dünyada saçma şeylerde pek gereklidir. Dünya saçmalıkların üzerinde duruyor, saçmalıklar olmasaydı dünyada hiçbir şey olmazdı belki de. Bunu kesinlikle biliyoruz!

- Neyi biliyorsun?

İvan sayıklıyor gibi anlatıyordu:

- Hiçbir şey anlamıyorum, anlamak da istemiyorum. Gerçeklerin yanında kalmalıyım ben. Anlamamaya karar vereli çok oluyor. Bir şeyi anlamaya kalkışırsam gerçeğe ihanet etmem gerekiyor hemen, oysa gerçekten yana olmaya karar verdim bir kez...

Alyoşa, içten gelen kederli bir sesle,

- Niçin yokluyorsun beni? dedi. Söyleyecek misin?

- Elbette söyleyeceğim, sözü oraya getiriyorum zaten. Benim için değerlisin sen, elimden kaçırmak istemiyorum, seni, Zosima dedene de bırakmayacağım.

Bir an sustu İvan, yüzünü kederli bir anlatım kaplamıştı birden.

- Beni dinle: Daha iyi anlaşılsın diye yalnız çocukları aldım ele. Yeryüzünü kabuğundan ta merkezine varana dek ıslatan öteki gözyaşlarından, kişioğlunun acılarından söz etmedim. Bile bile daralttım konumu. Bir tahtakurusuyum ben. Düzenin niçin böyle kurulduğuna aklımın ermediğini de yüzüm hiç kızarmadan itiraf ediyorum. Kişioğlu suçludur demek: Cennet verilmişti ona, yetinmedi, özgürlük istedi. Mutsuz olacağını bile bile ateşi çaldı göklerden. Öyleyse acımamalı ona. Bu zavallı, ölümlü Euclide aklımla ancak şunları biliyorum: Acı diye bir şey var, suçluları yoktur. Her şey zincirleme birbirini doğurmaktadır, her şey geçiyor, dengesini buluyor. Ama bütün bunlar Euclide saçmalıklarıdır, biliyorum bunu. Yaşantımı bunların üzerine kuramam, razı olamam böyle bir şeye! Suçlular yokmuş, her şey zincirleme birbirinden doğuyormuş, ben biliyormuşum bunları... bana ne bütün bunlardan? Suçlunun cezasını bulması gerkli benim için, yoksa mahvederim kendimi. Hem başka bir dünyada, sonsuzlukta bulmasını istemiyorum suçlunun cezasını. Burada, yeryüzünde olmalı bu, görmeliyim! Ben de inandım, ben de istiyorum görmeyi, o saate kadar ölürsem diriltsinler beni, çünkü ben yokken olursa bütün bunlar, çok ayıp kaçar... Gelecekte başlayacak sonsuz mutluluğun gübresi olayım diye çekmedim bunca acıyı! Canavarlıklarım bunun için değildi! Geyiğin aslanla yan yana yattığını, öldürülen insanın ayağa kalkıp katiliyle kucaklaşmasını görmek isterim. Dünyanın böyle kurulmasının nedenini herkes birden bire anlayacağı anda ben de orada olmak istiyorum. Bütün dinlerin temeli bu isteğe dayanmaktadır. Aklım ermiyor buna. Yüzlerce kez soruyorum kendi kendime.. sürüyle soru var ama yalnızca çocukları aldım ele, çünkü söylemek istediğim şey açık seçik ortadadır. Dinle beni: Çekilen acıyla sonsuz mutluluğu hak etmek için herkesin acı çekmesi gerekiyorsa, çocukları ne diye karıştırıyoruz buna, söyler misin? Onların da acı çekmelerinin, sonsuz mutluluğu çekecekleri acıyla hak etmelerinin gereğini anlayamıyorum. Niçin onlarda gübre olacaklar gelecekte başlayacak sonsuz mutluluğa? İnsanların suç işlemekte, cezaya çarptırılmakta eşit tutulmasını anlarım, ama çocukların işi ne burada? Eğer babalarının suçlarına, canavarlıklarına onların da ortak oldukları gerçekse, hiç kuşku yok ki, bu dünyaya özgü olmayan bir gerçektir bu, dolayısıyla da ben anlayamıyorum onu. Bir sivri akıllı çıkar, bunun önemli olmadığını, çocuğun büyüyüp günah işleyeceğini söyler belki. Ama büyüyemedi işte, sekiz yaşındayken köpeklere parçalattılar onu. Ah Alyoşa, Tanrı'ya küfür değil söylediklerim! Gökteki, yerin altındaki yaşayan, yaşamış tüm yaratıkların hep bir ağızdan "Haklısın Tanrım, yolun açıldı bize çünkü!" diye bağırmaya başladıklarında evrenin nasıl sarsılacağını düşünebiliyorum. Çocuğu köpeklere parçalatılan anne, o canavarla kucaklaşıp üçü birden "Haklısın Tanrım" diye bağırdıklarında her şey anlaşılacak elbette. Gelgelelim, bunu anlayamıyorum ben, kabul edemiyorum. Yeryüzünde kaldığım sürece de elimden geleni yapacağım. Biliyor musunuz Alyoşa, o saate dek yaşar, ya da o zaman dirilirsem, çocuğunu köpeklere parçalatan canavarla kucaklaşan anneyi görüp ben de herkesle birlikte "Haklısın Tanrım" diye bağırırım belki, ama bağırmak istemiyorum. Henüz zaman varken, kendimi sıyırmaya çalışıyorum, bu yüzden de sonsuz mutluluğu kesinlikle reddediyorum. O pis kokan yerde öcü alınmamış gözyaşları dökerek, "Allah Baba" sına yalvaran, küçücük yumruğuyla göğsünü yumruklayan bir çocuğun gözyaşına bile değmez o sonsuz mutluluk! Değmez, çünkü karşılığı verilmemiştir bu gözyaşının. Oysa verilmelidir! Yoksa sonsuz mutluluk diye bir şey olamaz. Ama neyle, nasıl vereceksin? Olacak şey midir bu sanki? Öcü alınarak mı? Ama ne yapacağım öcü? Başkalarına acı çektirenler için cehennem mi yapacağım? Zavallılar acı çekmişler bir kez, cehennem neyi düzeltecek? Hem cehennem varsa, sonsuz mutluluk olabilir mi hiç: Bağışlamak istiyorum ben, kucaklamak istiyorum, daha acı çekilmesin istiyorum. Çocukların çektikleri acılar da gerçeğin öğrenilmesi için gerekli olan acıyı tamamlamak içinse, önceden şunu söyleyeyim ki, gerçek değmez buna. O annenin, çocuğunu köpeklere parçalatan canavarla kucaklaşmasını da istemiyorum! Bağışlamamalı onu! Canı isterse varsın kendisi için bağışlasın, sınırsız ana acısını bağışlasın varsın. Ama köpeklere parçalatılan zavallı yavrusunun acısını bağışlamaya hakkı yoktur, çocuk bağışlasa bile o bağışlayamaz canavarı, bağışlamamalı! Öyle olursa, bağışlamazlarsa sonsuz mutluluk nerede kalır? Dünyada, bağışlayabilecek, buna hakkı olan bir yaratık var mıdır hem? Sonsuz mutluluğu istemiyorum, insanları sevdiğim için istemiyorum bunu. Öcü alınmamış acılar arasında kalayım, daha iyi... Haksız olsam bile, öcü alınmamış acım, yatışmamış öfkem içimde kalsın, razıyım... Evet, bu sonsuz mutluluğa pek büyük paha biçmişler! Bizim kesemize göre değil ona giriş. Bu yüzden, giriş biletini geri vermek için acele ediyorum. Dürüst bir insansam elden geldiğince acele etmeliyim. Ben de yapıyorum bunu. Tanrıyı inkar ettiğim falan yok Alyoşa, yalnızca biletimi saygılarımla geri veriyorum o kadar...

Alyoşa, başı önünde, durgun,

- Bu, Tanrıya baş kaldırmadır, diye mırıldandı.

- Baş kaldırma mı? Böyle bir sözcüğü duymak istemezdim senden. Baş kaldırarak yaşayabilir mi kişioğlu? Ben istiyorum yaşamayı. Açık açık söyle bana, sorumu yanıtlamaya çağırıyorum seni: Tutalım ki, sonunda insanları mutlu etmek, onlara barış, huzur vermek amacıyla kişioğlunun kaderinin yapısını yükselten sensin, bunun için yalnızca bir küçük yaratığa, sözgelişi yumrukcuklarıyla göğsünü yumruklayan çocuğa acı çektirmen, onun öcü alınmamış bu gözyaşları üzerine de bu yapıyı kurman gerekse, böylesine koşullar altında bu yapının mimarı olmayı kabul eder miydin? Cevap ver, yalan da söyleme!

- Hayır, diye mırıldandı Alyoşa, kabul etmezdim.

2012 Yılından



acılarımızın da bir tadı olduğunu bilmek ve acılarımızın da anlamlarını anlamaya çabalamaya çalışmakla, acılarımızı ilahlaştırmak ve onları kutsamak arasında fark vardır. hayat her anı güzelleştirilmesi, ince ince yontulması, kıymetlendirilmesi ve estetize edilmesi gereken bir cevher gibidir elimizde. hatta o kadar ki, yanlış bir darbe indiriverirsin ve artık asla hayalindeki heykele ulaşma şansın kalmaz. yani hayat kırılgan ve nazik bir şeydir. nezaketle yaşamak gerekir. rafine edilmemiş hangi üründen bir lezzet bekleyebiliriz ki? kişi kendi düşünce ve değerlerini rafine etmeye gayret etmeli. buna benzer olarak toplumlar da hayatlarını rafine etmenin yolunu aradıkça toplumsal huzur ve mutluluk pekişiyor. çünkü rafine değerler üretmekle, çare ve çözüm bulmak da eş zamanlı gelişiyor. tersine rafine edilemeyen değerlerle bahane bulmalar da eş zamanlı gelişiyor. ve bu iki yol iki ayrı uca ulaşıyor. bir tarafta hayatın kıymetli ve keyifli bir gelişime dönüştüğü, sorunların çözüme odaklandığı, sosyal bilincin gelişmiş olduğu, insanların kendilerine duydukları saygıyı karşılarındakilere de yansıttığı bir yapı ortaya çıkarken, diğer tarafta, hayatın kıymetsizleştiği, toplumdan çok kitleselleşen, hayat yerine ölümü kutsayan, çözüm üretmek yerine bahane üreten, polemik üreten, insanların tahammülsüz ve bencil olduğu devasa bir yapı ortaya çıkıyor. bu ikinci yapının yapıcıları ve yapının öylece sürmesini arzu eden kişilerin hep ağzına doladıkları "kutsal halk" metası buradan bakınca abes abes sırıtıyor. acının ve ölümün kutsandığı bir kitlenin dünyasında bahanelerden sıyrılmanın imkanı yoktur. çözüm bulmak anlamını yitirmiştir. evreni ve doğayı anlamanın, hayata yeni renkler ve boyutlar katmanın da manası ortadan kalkmıştır. insanlar kutsanmış acılarının ve kutsanmış ölümlerinin etrafında sıcak ve yapışkan bir sıvıyla birbirine eklemlenmişlerdir. bu bir toplum değildir. bu bir kitledir. değişmeyi arzu etmez. değişmenin tehlikelerinin ve zorluklarının tamamen farkındadır. o farkındalıkla öylece kalakalmanın bütün mantık dışı bahanelerini kendi içinde durmadan üretmektedir. üretmeye de devam edecektir.

gecenin sonuna yolculuk

savaş uzadıkça da, vatan'ın midesini bulandıracak kadar mide bulandırıcı kimse olamayacağını düşünmeye başladılar... vatan her türlü fedakarlığı kabul etmeye başladı, çuvallar nereden gelirse gelsin... şehitlerinin seçiminde sonsuz derecede hoşgörülü olmaya başladı vatan! artık silah altına alınmayı hak etmeyecek kadar şerefsiz olduğu düşünülen asker kalmadı, özellikle de silah altında silah zoruyla ölmek söz konusu olduğunda... sonunda beni bile kahraman yapmaya karar verdiler, olacak iş mi!... katletme çılgınlığı dayanılmaz hale gelmiş olsa gerek, öyle ya, bir konserve kutusunun çalınması bile affedilebiliyorsa artık! affetmek ne kelime? basbayağı unutulabiliyor! gerçi, bolluk içinde yüzmelerini bizimle birlikte tüm dünyanın kutsadığı koskoca haydutları her allah'ın günü hayranlıkla izlemeyi alışkanlık haline getirdik, kaldı ki, biraz yakından incelendiğinde onların varlıklarının kanıtı her gün yinelenen upuzun bir cürüm dizisi olarak ortaya çıkmaktadır, buna karşın bu zatlar her türlü şerefe, şana, güce layık görülüyor, işledikleri suçlar yasalar tarafından da taçlandırılıyor, oysa, tarihte ne kadar gerilere gidilirse gidilsin -ve bildiğiniz gibi bana tarihi bilmem için para veriyorlar- her şey bize şunu gösteriyor ki, basit bir hırsızlık yapılmışsa, hele sıradan gıda maddeleri, bir dilim ekmek, jambon ya da peynir çalınmışsa, o suçu işleyen kişi toplumun gözünde mutlak biçimde yüzkarası olarak damgalanıyor, kesinlikle kınanıyor, en ağır cezaları hak ediyor, kendiliğinden onurunu yitiriyor ve alnındaki kara leke ömrü billah silinemiyor, bunun da iki nedeni var, öncelikle bu tür cürümleri işleyen kişi genellikle yoksuldur ve bu zaten başlı başına vahim bir utanç vesikasıdır, sonra da, yapmış olduğu eylem topluma karşı üstü kapalı bir tür suçlama da içermektedir. fukaranın hırsızlığı haince bir ihkakı hak'ka dönüşüyor, anlıyor musunuz... öyle olursa da bu işin sonu nereye varır? dolayısıyla dikkatinizi çekerim, ufak tefek aşırmaların cezalandırması dünyanın her yerinde en katı bir biçimde uygulanır, yalnızca bir sosyal savunma yöntemi olarak değil, ama aynı zamanda, özellikle de tüm zavallılara yönelik ciddi bir gözdağı olarak, otursunlar oturdukları yerde, kendi sınıflarında, keyiflerine baksınlar, yüzyıllar boyunca ve sonsuza dek açlıktan ve sefaletten gebermeye güler yüzle razı olsunlar...ancak şimdiye kadar küçük hırsızların cumhuriyetimizde sahip oldukları bir ayrıcalık vardı, o da vatansever silahları kuşanmak onurundan mahrum bırakılmak. oysa yarından itibaren bu durum değişecek, yarından itibaren, bir hırsız olan ben, ordudaki yerime geri döneceğim... emirler böyleymiş... yukarıdaki birileri, benim "gaflet anım" diye nitelendirdikleri şeye sünger çekmeye karar vermişler, bunu da, dikkat buyurun, yine "ailemin onuru" olarak adlandırılan şey adına yapmışlar. ne alicenaplık! sorarım size dostum, ailem mi iç içe geçmiş fransız ve alman kurşunlarına hedef olup onları birbirinden ayırmak için elek görevi görecek?... tek başına ben göreceğim o işlevi öyle mi? peki ya ben öldüğümde, ailemin onuru mu hortlatacak beni?... bakın işte, savaşla ilgili şeyler geçip geride kaldığında ailemin neler yapacağını şimdiden görür gibiyim... her şey unutulup gider... keyifli pazar günleri, geri gelen yazın çimlerinde zil takıp oynar o canım ailem benim, şimdiden görür gibiyim... o sırada ben, aile babası, yerin üç kat dibinde, içim dışım solucan olmuş, 14 temmuz milli bayramında sıçılan bir kilo boktan bile daha iğrenç, düş kırıklığına uğramış tüm çuvalımla muhteşem biçimde çürüyor olacağım... meçhul çiftçinin ekinlerine gübre olmak, gerçek askeri bekleyen gerçek gelecek budur işte! ah! dostum! inanın bana, bu dünya aslında tamamen insanlarla taşak geçmek için yaratılmış koskocaman bir kandırmacadır!

sf 86-87, luois ferdinand celine, gecenin sonuna yolculuk, yky.

tekrar, carpisma

uzun zamandir kafamda donen bir carpma cumlesi var. 'buyuk bir hizla duvara carpisim sizlerin gozleri onunde gerceklesti.' ya da 'buyuk bir hizla duvara carptim.' ya da 'duvara carpisim o denli hizli oldu ki.'

bu sabah, cok rutin bir sabahta insanin duvara degil buyuk bir hizla kendine carptigini idrak ettim. hayat uzun sahenk. o havasiz pasajda karsilastigim yasli sahafin dedigi gibi kisa filan da degil. insanin kendine carpmaya baya vakti ve sansi oluyor. bizler bu gezegen uzerinde hayatta kalmaya calisan diger tum hayvanlar gibi buyuk bir mucadele veriyoruz. ve ilkokulda lacivert sert kapakli, yuce devletimizin o donem bize ucretsiz verdigi 'hayat bilgisi' kitabi aslinda butun olayin ozetiymis. yani hayatin bir bilgisi var sahenk. ve bu bilgi lacivert sert kapakli bir kitapta yaziyor ve bu kitabi yuce devletimiz bize erken denebilecek yaslarda, ucretsiz dagitiyor. duvara hizla carptigini saniyorsun fakat sonra donup bakinca burada kendinden baska ne bir duvar ne de bir bosluk var. buyuk bir ivmelenmeyle hayatin icinde suzulen bir sen varsin ve zaman zaman yine 'bir sen' o buyuk ivmeyle suzulen senin onune cikiyor. hayat uzun yani. carpismalar, zerrelerinin dort bir yana savrulmasi, sonra buyuk bir kutle cekimle tekrar biraraya gelmeleri ve ivmelenerek hizlanmaya devam etmeleri. sonra bir carpisma daha. hayatin surekli degisen, buyuk ve belki kutsal bile sanilabilecek bir bilgisi var. lacivert sert kapakli bir kitapta yaziyor ve yuce devletimiz bize bunu erken yaslarimizda bedava dagitiyor. duvara carptigimda kafam baska bir seylerle mesguldu ama carpma anini cok net hatirliyorum. nasil ki, oyunlarda bolum sonu canavarlari vardir, hayatta da surekli sonraki asamaya gecebilmen icin karsinda duran azametli bir sen varsin. buyuk bir ivmeyle gidip kendine carpip, zerrelerine dagilip, yeni bir biraraya gelisle toparlanip yola devam ediyorsun. peki biz kim miyiz? bu soruyu soranlarin zerreciklerin dunyasi hakkinda en ufak bir fikri yok degil mi sahenk?

- haklisiniz lordum!

15 Mayıs 2017

naivety

tekrar gündelik pratikler şahenk. bizi faşist yapan ya da yapmayan şey o çok sade, çok naif duran gündelik pratikler. o küçük güç oyunları, kullandığımız kelimeler, dudağımızın kenarının hafifçe bükülmesi, gözlerimizi şuradan şuraya devirişimiz.

tıpkı oturduğumuz yerde farkında olmadan kilo alan ve bozulan bedenimiz gibi, zihnimiz de güzel bir konfor alanı içinde kendi kendine bozulmaya başlıyor. faşizm tüm sızıntılardan sızan haylaz bir sıvı misali bize nüfuz ediyor. kabul etmeyi bırak farkında olmak bile çok güç. zaten sorsan kimse de kabullenmiyor. güç ilişkilerini, dengeleri, o gözlerin devrilişini, dudakların bükülmesini...

küçük iktidarlarımız ve sefilleşen bizler. halbuki elini ve kendini iktidardan çekip, aynı eli birilerine uzatmak için kullansan... küçük bir oyun. küçücük. ego çok güzel şahenk. sıcacık. bizi kavrayıp bu haylaz sıvının içine bırakıveriyor. gerisini zaten biliyorsun şahenk. kullandığımızı kelimeler, dudak büküşler, göz devirmeler... sevgisizlik.

13 Mayıs 2017

zihin

sonsuzluğun içinde bir 'an'dayız şahenk. her anın eşsiz oluşunu anlıyor musun? evrenin düzenlenişinin her saniye geri dönmeyecek şekilde değişimini. anlamıyorsun şahenk, ben de anlamıyorum. zihinlerimiz bir hipermetrop göz gibi belli bir ölçeğin ötesini idrak edemiyor. zaten bana sorarsan insan da tam bu hipermetrop zihindir şahenk.

çarpışma



bir çarpışma hayal et şahenk. yüksek hızlı bir arabanın düz bir duvara çarpışını mesela... ilk andaki şok dalgası, yavaş yavaş azalan dumanlar. derin bir sessizlik.

küçük bir kız, sanırım sarıya çalan perçemleri var, yüzüne düşmüş. kapının önünde duruyor. küçük bir valiz var elinde tam da boyuna uygun bir valiz. bana artık aşk acılarınızı anlatmayın insanoğlu. bunlar çok küçük ve çok kişisel. küçük yani. küçük bir kızın gitmek arzusu ya da kaçmak mı diyelim... neyden kaçacak? kaçılabilecek bir yer var mı? şimdi bana sorarsan şahenk bu yaşımla sana insanın kaçamayacağını söylerim. çünkü dağın başında bulduğun zen senin oraya çıkardığın zendir. ama o küçük bavul gözümün önünden gitmiyor. sarı perçemler, hafif büzülmüş dudaklar ve küçük ayakkabıları.

öyleyse şahenk, şimdi duke'ün piyanosundan bize akan esenlik gibi, evrende esenlik kaynakları olmalı. bizi iyileştiren. yoksa insan hayatta kalamaz. sana bunu garanti ederim. dışarıdaki kuşların ötüşünde de bir esenlik var. öyleyse aşkı bırakalım artık. bu küçük acılarımızın ötesinde ben ve sen büyük bir canlının birer hücresi, birer organı, birer zihniyiz.

içimizden yükselen yola çıkma arzusu, kaybolma arzusu, bu tekdüzeliğin boynumuza geçirilmiş yuları, özgürlük şahenk. özgürlük nedir? seni bir önceki kuşaktan bir anne ve baba yetiştirdiği sürece nasıl özgür olabilirsin şahenk. neyse bunları geçelim. insan yapayalnızdır. bir bedenle içine kapatılmıştır. nasıl ki dışarıdan kurtulmak isteyince eve sığınırsın, beden de seni öyle kapatır, öyle sızdırmaz. sen kelimelerinle, kokunla, cisminle karşındakine ulaşabildiğini sanırsın, arada bir andromeda büyüklüğünde boşluk vardır.

işte şahenk o küçük kız sarı perçemi ve küçük ayakkabılarıyla kapıda dikiliyor. senin gözlerinde andromedayı gördüğü o ilk andan itibaren vazgeçti. gidecek. başka ne yapsın. halbuki bir de bana bak. koca bir ahmak olan bana. yıllarca o entel adamların peşinden sürüklenip, hayatın anlamını ifade eden o bir kelimeyi, o bir sesi, o bir her neyse onu bulacağıma inandım. hatta durmaksızın konuştum, anlattım, anlattıklarımla yeni bir anlam yaratacağımı sandım. mesafeleri kapatacak, bir anda beni anlamın dipsiz boşluğundan çekip çıkaracak, alnıma saf bir su vurup beni vaftiz edecek bir kelime. 'kelimeler şahenk, bazı anlamlara gelmiyor.'

uzak bir yalnızlığın ardında, anlamın olmadığını anladığımızda şahenk, bir çarpışmanın toz ve gaz bulutu. sanra sessizlik. artık hep sessizlik. şimdi git şahenk. pilav tabağını yıka.

3 Mart 2017

11 Ocak 2017

36

beni tanirsin sahenk. durustluk abidesi degilim ama seni severim. sevdigim zaman da gercekten severim. hayata baktigin zaman, geride biraktigin yillar arttikca her seyin bir sebebi varmis gibi sacma bir hisse kapiliyorsun. her seyin bir sebebi olamaz sahenk. evren cok buyuk ve icinde cok fazla enerji var. bu enerji bu kadar hesapli hareket edemez. ama her neyse belki evrimsel bir mekanizma bizi boyle dusunmeye mecbur kiliyor.

bir yila daha sevgilimle girdik. ona baktigimda da iste ayni hisse kapiliyorum. sanki bundan once yasadigim her seyi ona ulasmak icin yasamis gibiyim. butun bu uzun sessizlikleri, yalnizliklari, kirginliklari, sevincleri ve digerlerini. simdi burada gercekten yalnizligi deneyimliyorum. hani hep dem vurdugum zaten hep yalniziz ayaklari uckagitti kabul ediyorum. bu kez gercekten yalnizim. cok keyifli diyemem. arada bir sikinitili bir hal bile alabiliyor ama diger taraftan kendi sinirlarini goruyorsun. ve yaslandikca sinirlarinin geriye dogru geldigini de goruyorsun.

hayat yine de kocaman. ve artik ona guvenmeye ogreniyorum. bir zen kesisi gibi sessizlikte oturup bir sonraki anin gelmesini bekleyemesem de, gol kenarindaki bir kurbaga gibi uzun uzun gokteki aya bakabiliyorum. diger taraftan sahenk onun gozleri var. garip bir isiltida. sesindeki heyecan gibi gozleri de parliyor. benim icimdeki kucuk cocuk donuklasirken, onun icindeki kucuk cocuga sariliyorum. saclari paril paril parlarken bir anda bir cocuk safligiyla guluveriyor. o anlarda tekrar hayran oluyorum. nehirlerin asindirma sonucu deniz seviyesine inmesi misali, birbirimizi yorduk, hirpaladik belki ama simdi garip denge duzenindeyiz. birbirimizi anlamaya cok daha yakiniz. onunlayken garip bir guvendeyim. garip bir huzur bu. sanki daha oncesindeki her seyi onu bulmak ve onu anlamak icin yapmis gibiyim. sesinin cocuksu ve sen isiltisinda yorgunlugum diniyor. ve kendim olmaya bir adim daha yaklasiyorum.

ayni gunde bir yas daha yaslaniyoruz onunla. birbirimizin dogum gununu kutluyoruz. kutlamalarin kritiklerini yapiyoruz. hayat kuculuyor. tam iki kisilik bir hal aliyor. yorgani ustume cekip ona sariliyorum. cok sakin. cok huzurlu.