27 Haziran 2017

karamazov kardesler


- Sözgelimi, aydın, okumuş bir bey eşiyle birlikte yedi yaşındaki öz kızını kırbaçlıyor. Ayrıntılarıyla yazmışımdır bunu defterime. Kırbacın kalın olmasından hoşnuttur beybaba. "Daha oturaklı" olurmuş, öz çocuğuna "oturtmaya" başlamış böylece. Kırbacı her indirişinde kendinden daha bir geçen insanlar tanırım. Bir dakika, beş dakika, on dakika kırbaçlar, gittikçe hızlanır, kızışırlar. Çocuk bağırır, sonunda sesi kısılır zavallının, solumaya başlar: "Baba, baba, babacığım!" Bu anlattığım olay uğursuz, çirkin bir rastlantıyla mahkemeye aksetmiş. Adam bir avukat tutmuş. Rus halkının avukatlara "ablakat- kiralık vicdan" adını takması hayli eskidir. Avukat, adamı savunmak için yırtınıyormuş. "Öylesine basit, olağan bir olay ki bu, ama ne yaparsınız, günümüzün yüz karası, mahkemeye kadar geldi, bir baba kızını dövmüş hepsi o!" Jüri yeter bulmuş bu sözleri, odalarında toplanıp, adamın suçsuz olduğuna karar vermişler. Zavallı adamın kurtulmasına sevinen halk sevinç çığlıkları atmış. Eh, ben yoktum orada, olsaydım, bu canavarın adına bir öğrenci bursu konulmasını önerirdim!.. Hoş tablocuklar bunlar. Ama çocuklarla ilgili daha güzelleri de var bende Alyoşa. Rus çocukları üzerine çok, pek çok olay topladım. Beş yaşında küçük bir kız çocuğundan anne babası nefret ediyormuş. Hem "okumuş, saygıdeğer, memur kişiler"miş. İnsanların çoğunluğunun önemli bir özelliğinden söz editorum sana: Çocuklara, yalnızca çocuklara işkence etmek tutkusudur bu. Böyleleri, her çeşit insana karşı, son derece uygar, insanca kibar davranırlar da, çocuklara işkence etmeye bayılırlar. Hatta kendilerine bu zevki tattırdıkları için severler onları... Bu canavarları çeken, çocukların kendilerini koruyamamaları, melekçe saflıkları, kaçıp gidebilecek bir yerlerinin bulunmayışıdır. İşte bütün bunlar canavarın iğrenç kanını kaynatır. Hiç kuşku yok ki, her insanın içinde bir öfke canavarı, acı çeken kurbanın haykırışlarından aşırı zevk duyan bir şehvet canavarı, zincirinden boşalmış bir canavar; hastalıkların, romatizmaların, hasta böbreklerin v.b verdiği acılarla beslenen bir canavar yatar. Bu okumuş ana, baba daha beş yaşındaki zavallı kızlarına her çeşit işkenceyi, acıyı tattırmışlar. Niçin olduğunu kendileri de bilmeden tokatlıyorlar, kırbaçlıyorlar, tekmeliyorlarmış. Her yanı çürük içindeymiş zavallının. Sonunda işi en yüksek düzeye çıkarmışlar: Dondurucu soğuk geceler helaya kapatıyorlarmış onu. Gece çişe kalkmak istemesin diye (beş yaşındaki bir çocuk melekler gibi mışıl mışıl uyurkenuyanıp da çişinin geldiğini söyleyebilirmiş de sanki), evet sırf bunun için çocuğun pisliğini yüzüne sürüyorlarmış, yemeye zorluyorlarmış kendi pisliğini. Düşün, bir anne, evet bir anne öz evladına yapıyor bunu! O iğrenç yere kapatılan zavallı yavrunun iniltileri işitilirken de sıcak yatağında rahat rahat uyuyabiliyormuş! Başına gelenleri henüz analayamayan küçücük bir yaratığın o pis yerde, soğukta, karanlıkta sızlayan göğsüne minnacık yumruğuyla vurmasının, içli içli ağlamasının, "Allah Babaya" onu kurtarması için yalvarmasının ne demek olduğunu biliyor musun kardeşim!.. Bu korkunç, yürekler parçalayıcı durumu düşünebiliyor musun kardeşim? Rahip adayım benim, anlayabiliyor musun? İnsanın içini sızlatan bu felaketin olması pek mi gereklidir? Bu olmasa, kişioğlunun yeryüzünde yaşaması da olamaz diyorlar, çünkü iyiyle kötüyü öğrenemezmiş. Böylesine pahalıya oturuyorsa, Allah'ın belası bu iyilikle kötülüğü ne diye öğrenmeliyiz? Küçcük bir çocuğun "Allah Babasına" yalvarırken döktüğü gözyaşı dünyanın tüm bilgilerine bedeldir... Büyüklerin çektiklerinden söz etmiyorum, elmayı yediler onlar, cehennemin dibine kadar yolları var! Ne halleri varsa görsünler, ama bunlar, bunlar! Canını mı sıkıyorum Alyoşa, iyi değilsin sanki. İstemiyorsan susarım.



- Önemli değil, diye mırıldandı Alyoşa. Ben de acı çekmek istiyorum.

- Bir, yalnızca bir olay daha anlatacağım sana. Pek ilginç, pek değişik bir olay bu... Hem yakında okudum, eski defterleri karıştıran derglerimizden Arşiv'de mi Geçmiş Zaman'da mı okumuştum, unuttum, bakmak gerek. Yüzyılımızın başında geçiyor olay. Toprağa bağlı köylülerin, bulunduğu devrin en karanlık, en kötü günleri... Yaşasın halkın kurtarıcısı! (Çar II.Aleksandr 1861'de toprağa bağlı köleler yasasını kaldırdı) O sıralar, yani yüzyılın başlarında sözü geçen, son derece varlıklı, toprak sahibi bir general emekliye ayrılmış. O da adamlarının, kölelerinin tek sahibi olmayı hak ettiğine inanarak görevden ayrılanalrdanmış. Az da olsa vardı böyleleri o zamanlar. General iki bin kölesi olan köyüne gidip yerleşmiş, bir çalımı varmış ki; daha az varlıklı komşularını küçük görüyor, onlara birer yanaşması, soytarısı gözüyle bakıyormuş. Yüzlerce av köpeği besliyormuş, hepsi resmi giysili, atlı köpek bakıcısı varmış. Uşakların birinin oğlu, sekiz yaşında bir çocuğun attığı bir taş, generalin sevgili köpeklerinden birinin ayağına gelmiş bir gün. "Sevgili köpeğin niçin topallıyor?" Küçük çocuğun taş attığını bildirmişler ona. General yukarıdan aşağı süzmüş çocuğu, "Sen yaptın bunu ha, tutun onu!" Annesinin elinden almışlar çocuğu, ahıra kapamışlar, sabah gün ağırırken general tüm hazırlıkları tamam, av için çıkmış, atına binmiş. Hizmetçileri, köpekleri, köpek bakıcıları, avcıları hepsi atlı olarak çevresindeymiş. Uşakları ibret olsun diye toplamışlar. En önde de suçlu çocuğun annesi... Çocuğu dışarı çıkarmışlar. Puslu, soğuk bir sonbahar sabahıymış, av için bulunmaz bir gün... General çocuğu soymalarını buyurmuş, çocukçağızı çırılçıplak etmişler. Tir tir titriyormuş, korkudan dili tutlmuş, ağzını açmaya cesareti yokmuş... "Koşturun onu!" diye komut vermiş general, köpek bakıcıları, "Koş, koş!" diye bağırmaya başlamışlar, çocuk, başlamış koşmaya... "Tut!" diye haykırmış general, zagarlarını peşinden salmış. Anasının gözü önünde köpeklere parçalatmış yavrusunu!.. Sanırım mahkemeye vermişler adamı. Eh işte... ne yapmalı ona? Kurşuna mı dizmeli? Hak yerini bulsun, içimiz rahat olsun diye kurşuna mı dizmeli? Söyle Alyoşa?



Alyoşa bitik, acı bir gülümsemeyle ağabeyine baktı,

- Evet, kurşuna dizmeli! diye mırıldandı.

İvan tuhaf bir coşkunlukla bağırdı:

- Aferin! Sen de böyle söyledikten sonra, demek ki... Ah seni gidi keşiş seni! Demek içinde bir şeytan yatıyor Alyoşka Karamazov!

- Saçmaladım, ama...

- Demek bir de aması var.. diye haykırdı İvan. Şunu bilesin rahip adayı bey kardeşim, dünyada saçma şeylerde pek gereklidir. Dünya saçmalıkların üzerinde duruyor, saçmalıklar olmasaydı dünyada hiçbir şey olmazdı belki de. Bunu kesinlikle biliyoruz!

- Neyi biliyorsun?

İvan sayıklıyor gibi anlatıyordu:

- Hiçbir şey anlamıyorum, anlamak da istemiyorum. Gerçeklerin yanında kalmalıyım ben. Anlamamaya karar vereli çok oluyor. Bir şeyi anlamaya kalkışırsam gerçeğe ihanet etmem gerekiyor hemen, oysa gerçekten yana olmaya karar verdim bir kez...

Alyoşa, içten gelen kederli bir sesle,

- Niçin yokluyorsun beni? dedi. Söyleyecek misin?

- Elbette söyleyeceğim, sözü oraya getiriyorum zaten. Benim için değerlisin sen, elimden kaçırmak istemiyorum, seni, Zosima dedene de bırakmayacağım.

Bir an sustu İvan, yüzünü kederli bir anlatım kaplamıştı birden.

- Beni dinle: Daha iyi anlaşılsın diye yalnız çocukları aldım ele. Yeryüzünü kabuğundan ta merkezine varana dek ıslatan öteki gözyaşlarından, kişioğlunun acılarından söz etmedim. Bile bile daralttım konumu. Bir tahtakurusuyum ben. Düzenin niçin böyle kurulduğuna aklımın ermediğini de yüzüm hiç kızarmadan itiraf ediyorum. Kişioğlu suçludur demek: Cennet verilmişti ona, yetinmedi, özgürlük istedi. Mutsuz olacağını bile bile ateşi çaldı göklerden. Öyleyse acımamalı ona. Bu zavallı, ölümlü Euclide aklımla ancak şunları biliyorum: Acı diye bir şey var, suçluları yoktur. Her şey zincirleme birbirini doğurmaktadır, her şey geçiyor, dengesini buluyor. Ama bütün bunlar Euclide saçmalıklarıdır, biliyorum bunu. Yaşantımı bunların üzerine kuramam, razı olamam böyle bir şeye! Suçlular yokmuş, her şey zincirleme birbirinden doğuyormuş, ben biliyormuşum bunları... bana ne bütün bunlardan? Suçlunun cezasını bulması gerkli benim için, yoksa mahvederim kendimi. Hem başka bir dünyada, sonsuzlukta bulmasını istemiyorum suçlunun cezasını. Burada, yeryüzünde olmalı bu, görmeliyim! Ben de inandım, ben de istiyorum görmeyi, o saate kadar ölürsem diriltsinler beni, çünkü ben yokken olursa bütün bunlar, çok ayıp kaçar... Gelecekte başlayacak sonsuz mutluluğun gübresi olayım diye çekmedim bunca acıyı! Canavarlıklarım bunun için değildi! Geyiğin aslanla yan yana yattığını, öldürülen insanın ayağa kalkıp katiliyle kucaklaşmasını görmek isterim. Dünyanın böyle kurulmasının nedenini herkes birden bire anlayacağı anda ben de orada olmak istiyorum. Bütün dinlerin temeli bu isteğe dayanmaktadır. Aklım ermiyor buna. Yüzlerce kez soruyorum kendi kendime.. sürüyle soru var ama yalnızca çocukları aldım ele, çünkü söylemek istediğim şey açık seçik ortadadır. Dinle beni: Çekilen acıyla sonsuz mutluluğu hak etmek için herkesin acı çekmesi gerekiyorsa, çocukları ne diye karıştırıyoruz buna, söyler misin? Onların da acı çekmelerinin, sonsuz mutluluğu çekecekleri acıyla hak etmelerinin gereğini anlayamıyorum. Niçin onlarda gübre olacaklar gelecekte başlayacak sonsuz mutluluğa? İnsanların suç işlemekte, cezaya çarptırılmakta eşit tutulmasını anlarım, ama çocukların işi ne burada? Eğer babalarının suçlarına, canavarlıklarına onların da ortak oldukları gerçekse, hiç kuşku yok ki, bu dünyaya özgü olmayan bir gerçektir bu, dolayısıyla da ben anlayamıyorum onu. Bir sivri akıllı çıkar, bunun önemli olmadığını, çocuğun büyüyüp günah işleyeceğini söyler belki. Ama büyüyemedi işte, sekiz yaşındayken köpeklere parçalattılar onu. Ah Alyoşa, Tanrı'ya küfür değil söylediklerim! Gökteki, yerin altındaki yaşayan, yaşamış tüm yaratıkların hep bir ağızdan "Haklısın Tanrım, yolun açıldı bize çünkü!" diye bağırmaya başladıklarında evrenin nasıl sarsılacağını düşünebiliyorum. Çocuğu köpeklere parçalatılan anne, o canavarla kucaklaşıp üçü birden "Haklısın Tanrım" diye bağırdıklarında her şey anlaşılacak elbette. Gelgelelim, bunu anlayamıyorum ben, kabul edemiyorum. Yeryüzünde kaldığım sürece de elimden geleni yapacağım. Biliyor musunuz Alyoşa, o saate dek yaşar, ya da o zaman dirilirsem, çocuğunu köpeklere parçalatan canavarla kucaklaşan anneyi görüp ben de herkesle birlikte "Haklısın Tanrım" diye bağırırım belki, ama bağırmak istemiyorum. Henüz zaman varken, kendimi sıyırmaya çalışıyorum, bu yüzden de sonsuz mutluluğu kesinlikle reddediyorum. O pis kokan yerde öcü alınmamış gözyaşları dökerek, "Allah Baba" sına yalvaran, küçücük yumruğuyla göğsünü yumruklayan bir çocuğun gözyaşına bile değmez o sonsuz mutluluk! Değmez, çünkü karşılığı verilmemiştir bu gözyaşının. Oysa verilmelidir! Yoksa sonsuz mutluluk diye bir şey olamaz. Ama neyle, nasıl vereceksin? Olacak şey midir bu sanki? Öcü alınarak mı? Ama ne yapacağım öcü? Başkalarına acı çektirenler için cehennem mi yapacağım? Zavallılar acı çekmişler bir kez, cehennem neyi düzeltecek? Hem cehennem varsa, sonsuz mutluluk olabilir mi hiç: Bağışlamak istiyorum ben, kucaklamak istiyorum, daha acı çekilmesin istiyorum. Çocukların çektikleri acılar da gerçeğin öğrenilmesi için gerekli olan acıyı tamamlamak içinse, önceden şunu söyleyeyim ki, gerçek değmez buna. O annenin, çocuğunu köpeklere parçalatan canavarla kucaklaşmasını da istemiyorum! Bağışlamamalı onu! Canı isterse varsın kendisi için bağışlasın, sınırsız ana acısını bağışlasın varsın. Ama köpeklere parçalatılan zavallı yavrusunun acısını bağışlamaya hakkı yoktur, çocuk bağışlasa bile o bağışlayamaz canavarı, bağışlamamalı! Öyle olursa, bağışlamazlarsa sonsuz mutluluk nerede kalır? Dünyada, bağışlayabilecek, buna hakkı olan bir yaratık var mıdır hem? Sonsuz mutluluğu istemiyorum, insanları sevdiğim için istemiyorum bunu. Öcü alınmamış acılar arasında kalayım, daha iyi... Haksız olsam bile, öcü alınmamış acım, yatışmamış öfkem içimde kalsın, razıyım... Evet, bu sonsuz mutluluğa pek büyük paha biçmişler! Bizim kesemize göre değil ona giriş. Bu yüzden, giriş biletini geri vermek için acele ediyorum. Dürüst bir insansam elden geldiğince acele etmeliyim. Ben de yapıyorum bunu. Tanrıyı inkar ettiğim falan yok Alyoşa, yalnızca biletimi saygılarımla geri veriyorum o kadar...

Alyoşa, başı önünde, durgun,

- Bu, Tanrıya baş kaldırmadır, diye mırıldandı.

- Baş kaldırma mı? Böyle bir sözcüğü duymak istemezdim senden. Baş kaldırarak yaşayabilir mi kişioğlu? Ben istiyorum yaşamayı. Açık açık söyle bana, sorumu yanıtlamaya çağırıyorum seni: Tutalım ki, sonunda insanları mutlu etmek, onlara barış, huzur vermek amacıyla kişioğlunun kaderinin yapısını yükselten sensin, bunun için yalnızca bir küçük yaratığa, sözgelişi yumrukcuklarıyla göğsünü yumruklayan çocuğa acı çektirmen, onun öcü alınmamış bu gözyaşları üzerine de bu yapıyı kurman gerekse, böylesine koşullar altında bu yapının mimarı olmayı kabul eder miydin? Cevap ver, yalan da söyleme!

- Hayır, diye mırıldandı Alyoşa, kabul etmezdim.

Hiç yorum yok: