18 Aralık 2007
17 Aralık 2007
10 Aralık 2007
evora
bu kadar anlam yükler mi insan hiç anlamadığı kelimelere?
yalnızlığım benden sökülüyor sanki
derim soyuluyormuş gibi
yalnızlık soyunuyorum
artık yalnız bile değilim...
crepuscular solidão-cesaria evora
8 Aralık 2007
7 Aralık 2007
ali alkan inal
ali alkan inal
beni ölüm gibi
sf 35
yapı kredi yayınları
uyandım


uyandım
arka arkaya 3 büyük bardak su içtim
içimi yıkadım
üstüne iki tane şeftali ve bir büyük bardak süt
sonra duşa gidip dışımı yıkadım
odaya girdiğimde sanki tespih daha canlı maviydi
yaklaştım
onu kucakladım
yere bağdaş kurup güzel bir müzik eşliğinde tespihle yürüyüşe devam ettim
hiç bu kadar güzel bir deneyim yaşamamıştım desem hayatım bana gücenmez değil mi
biliyorum hayat ve benim hayatım hep engindir
gözümün hemen önünde
ya da gözümün hemen içinde önce fıskiye gibi saçılan bir ışık demeti duruyordu
sonra renk pembe ve mora kaydı
fakat bütün bu renkler
mat ve donuktu
donukluk hiç bu kadar sihir yüklü olmamıştır
sonra pembe ve mora renkler katman katman
bir perde gibi ileri atılıp üst üste defalarca örtündüler
herşeyi duyuyordum
yoldan geçen otobüsü
dışarda arabada çalan müziği
anlamları da anlıyordum
herşeyi izliyordum
kalbim çarpıyordu
dünya dönüyordu
bütün evren dönüyordu
çalan müzik başka bir parçaya geçince
örtünmekte olan yorganlar birden o mat beyazlığa geri döndü
kıvamlı beyaz mat bir katman heryeri kapladı
arkasından başlayan yeni parçayla
renkler keskinleşti
sert bir mor gördüm
arkasından
hayatın özü olduğu hissiyle izlediğim garip bir biçim gördüm
arı peteği gibi bir biçimdi
sapsarıydı
keskin bir sarı
mor birşeylerle sarılıydı
çok hayran izledim onu
hayatımın anlamı o şekildi sandım
sanrı değildi
değişen müzikle
içimde garip bir içe çöküş oldu
dışa patlamak yerine içe patlama
ve çöküş
beyazlık
karanlık
gözlerimi açtım
odamdaydım
çok yavaşça kalkıp yatağımı topladım
yatağım çok sade göründü
sanki yıllardır bu odada bir derviş yaşıyormuş hissi verdi yatağım
yatağı topladıktan sonra kitap tutacağına bir kitap iliştirdim
karşısına geçip okumaya başladım
öyleyse size zen takviminin bugün için söylediklerinden bahsedeyim
a monk asked Gensha : "the masters,when they raised their mosquito brush (hossu) , did they signify the essence of zen"
"they did not" , said Gensha
the monk then asked: "what was the meaning of their actions?"
Gensha raised his hossu
the monk asked : "what is the essence of zen"
"when you are enlightened , you will know" replied Gensha.
5 Aralık 2007
zen and nietzsche
by those who could not hear the music.
f.nietzsche
anlam, idil ve ıtır
anlamadan mucizevi gelmedi
yola çıkışımı düşündüm suyun altında
haklı
ben de anlamalıyım diyerek çıkmıştım
şimdi dönüp baktığımda bunu ukalalık olarak değil de
"naiflik" olarak niteliyorum
sanıyordum ki "ben" bu koca adam bu büyük zeka(!) herşeyi anlayacak
hatta herşeyi çözecek
gerçekten anlamayı umuyordum
sonra birgün
hiç ummadığım bir anda
anlamın
aslında ışık gibi gezintide olduğunu farkettim belki de
tam kapıyı kapatıp çıkacakken o güzel kız
passion ne demek dedim ona
birden durdu
bana baktı
öyle bir an kurdu ki etrafımızda
sanki evren duruverdi
hepimiz onu dinliyorduk
bütün dünya
dudaklarına bakıyorduk
anlamı arıyorduk
"tutku" dedi
tutuku demek demedi
sadece tutku dedi
çok yoğun bir tonlamayla
passion un anlamına ermiştim
bu anlamda erdiğim şey
passion=tutku değildi
passion bir vurguydu
anlamdan sıyrılan bir şeydi yani
tutup çekilmiş
ayrı bir köşeye atılmıştı
bir tür seziydi
hatta tür değildi
saf seziydi
yani passion dediğiniz zaman karşı taraf tutkuyu düşünmemeliydi
bunu sezmeliydi
vurgunuzdan
şimdi yıllar sonra
hatta on yıldan sonra
sıcak suyun altında kendimi yıkarken
tekrar başka bir kadın bana bütün bunları sorgulattı
anlamalıyım dedi
anlayacağına inanıyor
en az benim kadar naif
oysa ben cesaria evora dinliyorum
saatlerce
hiçbir şey anlamadan inatla dinliyorum
sanki dinleye dinleye bu dili öğreneceğim
hayır hayır öğrenmeyeceğim
biliyorum bunu
aptal değilim
artık öğrenmek istemiyorum
anlam için geciktim ben
şimdi vurguyu dinliyorum
öyle bir vurguluyor ki evora
hah diyorum işte şu hayat olmalı
hayat bir anlam arayışından çıkıp
tonlamaya vurguya dönüşüyor
artık anlamayı denemiyorum ben
sezmeyi istiyorum
bir iç ürpertisi istiyorum
yıldızlara bakarken onlara isimler ve anlamlar yüklemiyorum
evrenin yanıp sönen vurgularında evrene dair seziler
içsel yolculuklar
belki biraz da huzur arıyorum
anlam ışık kadar hızlı geziniyor etrafımda
ben onu izlemiyorum bile artık
arada bir ona bakıp göz kırpıyorum
o da benimle şakalaştığını belli eden ufak bir mimik yapıyor
geçinip gidiyoruz
2 Aralık 2007
ışık


Işığı öğreniyoruz
Yavaş yavaş
Onunla hastalıklarımıza şifa bulmayı
onunla bilgimizi depolamayı
onunla geceyi aydınlatmayı
Birgün elbette onunla yolculuk yapmayı da öğreneceğiz.
1 Aralık 2007
baudrillard


geçmişimi paylaşıyorum sizlerle...
7 mayıs 2004 / ankara
birkaç sayfa baudrillard okudum. Zorlayıcı metin , metin tıpkı baudrillard da olduğu gibi zorlamalı , kendini açıkça ele vermemeli , sayılar açıktır , çağrışımlardan ve anlam genişlemelerinden uzaktırlar oysa kelimeler sürekli genişleyen , açılan , kapanan*(kapanma felsefedeki anlamıyla kullanılmıştır) , tuzaklı varoluş biçimleri barındırır belki kelimenin doğası budur da babil de tanrı dilleri böldüğünde , insanın haddini bilmesine giden yol böylece açılmıştır. Metin zorlamalı ve hatta olabiliyorsa bağlamsal olabilmeli. Tek başına bir varoluştan ötede diğer içerik birimleriyle bir bütünün içinde yeralabilmeli çünkü sayılar bağımsız varolabilirken kelimeler çağrışımlar ve anlam bütünlükleri sebebiyle bağlamsal bir düzlemde varolabilirler. Bir rakam diğer rakamlarla tanımlanabileceği gibi tek başına da bir varoluşa sahiptir oysa bir kelime ne çağrışımlarından ne sözlük anlamından ne diğer kelimelerle ifade edilişinden ne de metin ya da hayat içinde edindiği yeni biçim ve anlamlardan sıyrılırak bağımsız bir varoluşa sahip değildir. tam da bu yüzden metin ve yapı taşı olan kelime doğası gereği (?) zorlayıcı nitelik taşır. (şeylerin doğası hakkında fikir beyan etmek oldum olası fazla iddialı ve ukalaca bir tavır olarak görünmüştür gözüme , doğanın milyonlarca yıllık tecrübesini birkaç götü boklu izlenimle ve deneyle toparlayabileceğimiz bana biraz snobca görünüyor. Bilimlere bakış açım da kesinlikle bundan ötede değildir , tüm bilim adamlarından ve kadınlarından özür dileyerek belirtmek isterim...) metinde diğer zorlayıcı olması beklenen nokta çağrışım ve hayal dünyaları arasındaki büyük farktan ileri gelmektedir. Elbette metin varoluş anında diğer bir deyişle kelimelerin eklem yerlerinden birleşerek yeni bir ruh durumu kazandıkları anda edindikleri espri tamamen yazarın içinde bulunduğu uzay zamana ve ruh haline eklemlenen bir boyut taşır. Metin yazardan bağımsız olan bir varoluş biçimi değildir , yazarın esprisi ve hacmi metinde derinlemesine bir boyut olarak uzanır. Okuyucu , metinde kelimelerin , kendi düş alemi ve deneyim uzayındaki anlamlarıyla karşılaşacaktır , daha derinlikli bir okumada , okuyucu dip dalgada yankılanan yazarın ruh hali ve hacmini algılayacaktır fakat yazardan başka hiçkimse metinden yazarın anlatmak istediği şeyin ne bir adım ötesini ne de bir adım berisini algılayabilecektir. Metnin zorlayıcı olan yanlarından en can alıcı yanı budur , metin uzay zamanda binlerce eşleşmeyle yüzyüze gelir , özündeki ağırlık ve derinlik elbette yazarın yeteneğiyle orantılı olarak korunur fakat espri metni üfleyen her yeni okuyucuyla yeniden biçimlenir , metin kendi üzerine kapanır ve gizli bir biçim alır. Bu gizil biçim kesinlikle kendini ele vermeyen karanlık bir yön değildir , bu gizil biçim henüz vorolmamış biçimin kendisidir , okuyucunun üfleyişiyle biçimlenecektir , okuyucusu olmayan bir metin kendi üzerine kapanır (kapanma yine felsefedeki anlamıyla kullanılmıştır) , okuyucusu olmayan metin zorluk barındırmaz , durağan bir biçimdeki akışkan bir maddeye benzetilebilir , okur bu akışkanlığa yön ve şekil verdiği anda anlamda kaymalar , yeni yüklenmeler ve gerilmeler ortaya çıkacaktır , metin zorlanacaktır. Metin tüm bağlamlarını , kelimelerin sözlük anlamlarından öte okurun çağrışım aleminden de çekip çıkarmaktadır. Bu anlamıyla ve biçimiyle metin , kendi üzerine kapanmış ve kendinden çoğalabilen ender varoluş biçimlerindendir. Bu bağlamsallık metni kendi içinde zenginleştirir , değerlendirir ve yükseltir. Metnin değeri yazarından çok okurun elinde anlaşılır dersek haddimizi aşmış olmayız sanırım yine de az önce de üzerinde durduğumuz gibi metin kelimelerin boş uzayda yanyana dizilmesiyle meydana gelemeyecek kadar hassas bir kurguya gerek duyar ve bu kurgu da , bilinci ve farkındalığı belli bir düzeyde olan yazarın ellerinden çıkar.
BİR ANARŞİSTİN GÜNCESİ


BİR ANARŞİSTİN GÜNCESİ
hanedan kendini meşru kılmak için devlet düzeni oturmaya başladığı andan itibaren iktidarını güçlendirecek ve kimseyle paylaşmasına gerek bırakmayacak hikayeler yazdırmaya ve uydurmaya başlar...
bu hikayeleri yazanlara genellikle 'tarihçi' denir
bu tarihçiler göbekli
gıdığı yağlı ve kalın
tok sesli ve ikna edici görünüşlü olurlar...
BİR ANARŞİSTİN GÜNCESİ 2


BİR ANARŞİSTİN GÜNCESİ
25 mart 2005
günlerden cuma...
sabah arkadaşla bir kahvede oturup tarih üzerine metodoloji sohbetleri yaptık.
simgeleri kafalarınıza sokuyorlar
artık simgesiz düşünemez hale geliyorsunuz
kanla sulanmış bayraklar
topraklar
hawking diyordu ya işte
modelden bağımsız bir gerçek düşüncesine sahip değiliz diye
krishnamurti boşuna mı bir ömür sayıklar gibi
sürekli şartlanmalardan bahsetti
şimdi izliyorum
ucube siyasi fikirler
daha doğrusu fikir yok ortada
ucube bir hamaset var
bu hamaset çok ilginç şey
aklın almaz ama bu hamasetle böle yaldızlı amcaların cepleri doluyor
bir de bir azınlık var bunlar genelde batıda güneyde ve orta bölgelerde yaşarlar
ama asla doğuda değil
bu hamaset bir de onların ceplerini doldurur
bir de çok güldüğüm avanaklar var
üniversitelerde okuyup
bir boktan habersizdir bunlar
her boka sahip çıkarlar
onlar çok şahane
sınıfta da bir tane var
her ders hocaya ulus devletin zedelenip zedelenmediğini soruyor bu salak
şimdi biliyorum okuyanlar kızarlar aman da aman ne ukala şey diye
saygı duymuyorum ucubeliğe
ucubeliğe ve bu gibi fraksiyonlara toleransım sıfır
siz şimdi de demokrasi dersiniz
bir bilseniz demokrasi nedir
hakları adına çarpışan insanların manzumesidir
ota boka saygı duyan bir ucubelik rejimi değil
zaten demokrasi de sizin olsun
boka bulayıp içinde debelenirsiniz
BİR ANARŞİSTİN GÜNCESİ 3


BİR ANARŞİSTİN GÜNCESİ 3
çok zamandır bunu yazmak istiyorum
bir türlü nasıl hangi kelimelerle ve ne zaman yazmam gerektiğinin kararını verememiştim
galiba "şimdi" yazmalıyım
içinde yaşadığım topluma baktığımda ürküntüyle doluyor yüreğim
insanın ahlakından şerefinden haysiyetinden ve vicdanından bu kadar uzak olduğu başka devirler de yaşanmıştır elbet yeryüzünde...
nereye baksanız insan haysiyetinin doğuştan geldiğini söyleyen insan hakları savunucuları
bu hak savunucular
guantanamoda ırakta afrikada ve dünyanın dört bir yanında durmadan insanlara tecavüz eden insanlar...batılılar...
neden böyle bir çelişki var peki ortada?
bir yandan insan hakkı deyip bir yandan bunları sürekli ihlal etmek...
çünkü batılılar robinson crusoe ve cuma örneğinde işlendiği gibi batılılar dışındakileri insan olarak görmezler
yani batı dışındaki yerlerde insan olmadığı için insan hakkı da yoktur
onlar sömürülmesi gereken köle milletlerdir
teknoloji üretemezler
bilim üretemezler
asil bir kan taşımazlar
batılılar böyle düşünür işte
o yüzden de tanımları hep kuzey-güney
gelişmemiş ülkeler
geri kalmış ülkeler
gelişmeye açık toplumlar vb gibidir
bu kavramları o halkların beynine kazırlar ve o halklar da gerçekten böyle olduğuna inanır
mesela ben 24 yıldır "gelişmekte olan" bir ülkenin vatandaşıyım
babam da 50 yıldır aynı "gelişmekte olan" ülkenin vatandaşı
fakat bu ülke bir türlü gelişmişler arasına giremiyor
neden acaba
gelişmekte olmak amaç mıydı yoksa
yani gelişmek değil de gelişmekte olmak mıydı bizim amacımız
e biz gelişirsek bu adamlar kime silah satar kime kredi verir kimin kaynaklarını yok pahasına kullanır
biz gelişmeye devam etmeliyiz öyleyse
bu gelişmeye devam etme süreci yani bir sonuca varamayan , sürecin kendisinin amaçlaştığı durum öyle ucube bir yapı çıkardı ki ortaya "uygar" batılıların diliyle ifade edersek tam bir kitch le karşı karşıyayız
bir yandan hızla batının "ahlaksızlık ahlakını" edinirken bir yandan bilgisiz fikirler ve hamaset dolu beyinler ediniyoruz
batı daha iyi durumda değil kuşkusuz
fakat onların bu ahlaksızlıktan bu beyinsizlikten karınları doyuyor evleri ısınıyor
ya bizler
hem beyinsizleşiyoruz hem de aç kalıyoruz
yani iki kere soyuluyoruz
hem binlerce yıllık kültürümüzden ahlakımızdan benliğimizden soyuyorlar bizi
hem de donumuzu atletimizi bir dilim sıcak ekmeğimizi bir bardak çayımızı alıyorlar elimizden
peki şimdi biz kimiz
biz neyiz
üstümüzde don
beynimizde fikir yokken
altımızda son model arabalar
elimizde kameralı telefonlar
dilimizde batının bölücü ve kendini beğenmiş jargonu
artık biz birer post modern ucubeyiz
artık bizler birer hayal ötesi varlığız
artık bizler televizyon başında
ağzından salyalar akıtarak bir avuç gerizekalıyı izlemeye o geri zekalılara benzemeye ve o gerizekalılardan öğütler almaya can atıyoruz
işte bu ucubeliktir
bu poptur
bu post modernizmdir
bu ahlakın etiğin insanın haysiyetinin bittiği noktadır
geldiğimiz yerin ötesi yoktur
geldiğimiz yer zaten beteri beteridir
sömürüdür liberalizmdir kapitalizmdir terörün ta kendisidir
yoksa terör üzerine bomba bağlayan insanların yaptıkları değildir
terör dünyayı böyle bir ucubeliğe sürükleyen batının ta kendisidir
batı asla bir medeniyet değildir
medeni insanlar öteki kavramıyla yaşamazlar
batının üzerine inşa edildiği değer ise öteki kavramıdır
şimdi donanmak zamanıdır
şimdi ayağa kalkmak zamanıdır
şimdi prof.fuat sezgin gibi "insan"ların zamanıdır
güneş doğudaki ufuktan tekrar yavaş yavaş ve o güzel nazıyla doğacaktır...
aslı


biliyorum o kız şaka yapıyorum sandı
ya da ciddi olmadığımı
ama gerçekten çok ciddiydim
akşam güneşi yüzüme vurmakta ve gözlerim kamaşmaktayken
gerçekten o dört köşeli odada birden anlam, tekrar ve tekrar sıyrılıverdi üzerine bağlı olduğu o üç boyutlu maddeden
düştüm
gerçeğin üzerinden düşüverdim
odada bir an herşey yitip gitti
düşündüğüm şey konuşmalardı geçmişlerdi
kesinlikle gelecek değildi
gelecek,kelime kökünün çekimlendiği kadar kesin biçimde gel-ecek miydi bilmiyordum çünkü
o hanımefendi ruhlu kadının yüzünü incelerken
yaşamındaki acıları tanımaya çalışıyordum
bir yandan da zerafet asalet gibi niteliklerin tamamen ruhtan ya da diğer deyişle doğuştan kaynaklandığını düşünüyordum
kafamda bir kıyas yapmıyordum
ama orası açık ki kafamda eşleştirmeler yapıyordum
güzellik gerçekten bir kaleydi
estetiğin en dayanıklı kalelerindendi hem de
ben duruyordum
güzellik beni azametiyle sarıyordu
sonra deprem oldu
gerçek bir deprem
"o" değilim dedi
peki diyebildim
başka türlüsü bana yakışmazdı
diretmeyi sevmiyorum
"o" değilim diyen bir insan o olmadığını düşünüyorsa ben o olduğuna inansam da bu artık gerçeğin üç boyutlu yapısını bozar
gerçek yıkıldı
deprem oldu
zulmü düşündüm bugün yine
sömürüyü düşündüm
tiksindiğim insanlar var artık
ve gerçekten maziyi mumla arayacaksınız
yani sömürenler
zulmedenler
bunun bir hesabı olacak
ama korkum yine ezilenlerin bedel ödeyecek olması
tıngır mıngır yaşam formları
solucandan beyinsiz insan biçimli varlıklar
sömürerek yaşamak o kadar içlerine işlemiş ki
bokta debelenip bokun kokusuna duyarsızlaşmışlar
tam 200 yıldır kan emiyorsunuz
şık kıyafetler giyip pahalı evlerde oturuyorsunuz
kendi halinde yaşamını sürdürmek isteyen vicdan sahibi insanları aşağılayarak yaşıyorsunuz
sizinle aynı ortamları paylaştığımda
utanma
öfke
aşağılama
gibi hislerim kabarıyor
hakkı olmayanı israf eden bu varlıklar cibiliyetsizliğin danıskasıdır dersek az mı kalır acaba...
burçak


bugün o hastane odasında perdenin arasından çizgi şeklinde sızan akşam güneşinin ışınları bedenimi tam ortadan ikiye ayırmaktayken yine yaşamı ve ölümü düşünmekteydim...
yatakta yatan can dostum sessiz sedasız çırılçıplak beyazlarla örtmüşler üstünü ve yaşıyor şükürler olsun ki yaşıyor...
ben de karşısında "olduğum gibi" duruyorum
ve benle heryere gelen "sen" de...
duruyoruz...
karşıdan akşam güneşi üzerimize vuruyor
öyle sessizlikle
hayat...ama gerçekten küçük harflerle hayat...
ışık tekrar


ışık sekiz milyon yıl önce çıktığı yolculuğunu az önce odamda tamamladı yıldızın 8 milyon yıl önceki hali odama indi ya şimdisi yıldızın bilebilir miyim bilemem ışık evrendeki herşeyden hızlı olmasaydı biz herşeye geç kalırdık bunu daha önce söylemiş miydim size lambadan çıkıp kağıda değen ve sonra gözüme gelen ışık kağıda çarpışıyla gözüme gelişi arasında çok zaman yok biliyorum belki bir saniyenin milyonda biri belki daha da az ama bu gecikmek değil mi düşlerim kırıldı hiçbirşeyi tam o anda görmüyoruz ışığın gecikmişliği bizleri yakalıyor etrafımızda eğilen bükülen bir zaman yetmezmiş gibi bir de geciken bir ışık var kütlenin kudreti ışığı ve zamanı bile büküyor uzay sürekli bükülüyor zihnimde kopmalar oluyor geçmiş ve gelecek ışığı düşündükçe daha da durulaşıyor sanki gökkkuşağının bir ucu gelecek bir ucu geçmiş sanki geçmişle gelecek arasındaki tek fark bir renk kırılması yıldızın şimdisi benim izlediğim yıldızın geleceği uzak yıldızlardan biri benim gezegenime bakıyor ve ben yokken ki dünyayı izliyor siz buna zaman mı diyorsunuz bu yalnızca ışık ışık tekrar herşeyi yere vuruyor bir bilgenin umursamaz tavrıyla herşeyle dalga geçiyor o zen rahibini hatırlıyorum sessizlik diyen öğrencisine ben hiçbirşey duymuyorum de diyen rahip geçmiş diyen öğrencisine bir ışık oyunu diyen bir zen rahibi de olmalı bir yerlerde ve dahası bir yerler olmalı hala ihtimallerin canlı diri umut dolu olduğu neden okuyorsunuz beyefendi dünyaya bakıp izleyerek anlayamayacak kadar mankafa mısınız ne arıyorsunuz okurken kendinizi mi ne kadar çok büyütüyorsunuz bu egoyu nefsi hayvan yanımız işte sadece acıkınca yemek ver isteklerini karşıla olsun bitsin siz okuma eylemini neden bu kadar büyütüyorsunuz neden bu kadar küçümsüyorsunuz abdülgaffar el hayati kitaplar kişiyi çoğaltmaz.mahremiyeti artırır. derken kiminle konuşuyordu siz kitaplardan kafanıza çatı dikilir mi sanıyorsunuz siz okumaktan ne bekliyorsunuz kişi okuyarak kendini bulur mu kişi okuyarak cevapları bulur mu
okumak yalnızca bir şahitliktir okumakla hiçbir sorun çözülmez okumakla kişi insan olduğuna erer bu milyonlarca yıllık hareketin efsanenin serüvenin bir parçası olduğunu kavrar beynindeki duru kıvrımlar bu serüveni kucaklar kişi türünün bilincine erer ışığın yansımasında yeni bir silüet tarar arar silüeti yarar ışık kırılır yarılır ufacık delikten bile içeri süzülür aydınlatır okumak kişiyi ışıkla tanıştırır ama aydınlatmaz sorularına cevap vermez soru sormaya hak tanır kitaplar basit yol göstericilerdir diyor el hayati ve ekliyor kitaplar karşı ve yana olmayı seçenler için vardır
ya da sıkılanlar için basit vakit öldürücülerdir.
Music for the soul
Music for the soul
(and for light bodies)
by Roberto Gatti
The sacred scriptures state that
in the beginning
God was a sound.
This, in the beginning. Today it is rather hard to decipher that original sound, the "Aum" from the oriental tradition which became the Christian "Amen", while the inexhaustible racket tied to the industrial and post-industrial society dominates. Those rare times in which we are able to hear it, maybe in the silence of a church or in the uncontaminated peace of a druid circle during a Celtic festivity, we have the impression of having stumbled upon an unreal world.
This because beyond these timeless and spaceless places noise dominates uncontested, and with it music, music for the body.
Music for the body is inevitably intertwined with modern society, and within it are gathered all the characteristics of our lifestyles. A type of music that is acid, synthetic, and syncopathic. A type of music that merely stimulates the "lower instincts" (these terms are not derogatory, they simply refer to our earthly passions, thus relative to the first and second chakra) of all human beings.
This is rather curious. It is known to many that there are five more chakra. Also known is the fact that a human being possesses, other than the physical body which is visible to all as height, skin color weight and so forth, at least three other bodies. These bodies being the emotional body, the mental body and the spiritual body. The last three bodies would easily be visible to everyone who decides to resort to those telepathic and extremely sharp capabilities that we owned since the beginning of times, but forgot about. Thus as it is known to all (or at least to those who had the opportunity to read books by Anne and Daniel Meurois-Givaudan) the various musical archetypes which we constantly hear, do what we as humans forgot how to do. Rhythm nourishes our physical body, while melody, harmony and symphony respectively nourish the emotional, the mental and the spiritual body.
Briefly stated, these pages dedicated to "music for light bodies" have a few simple objectives. Its goals are to gather within its pages people, types of music, albums, and situations of all kinds which have the ability to give vigor and nourishment to the bodies that consciously and unconsciously we forget to attend. Giving them new vitality and allowing them to "breath".
These bodies deserve to be cared for, the same way our physical body deserves to receive quality food and beverage daily. It is also commonly known that the cleanliness of our planet depends on the cleanliness and care that day after day we operate within ourselves. Music, good music can aid us in the achievement of this supreme objective. Therefore… Bon Voyage.
http://www.mybestlife.com/music/index.htmlStephan Micus-The Garden Of Mirrors (an interview)
Mr Micus, why did you decide to leave your home country?
"It's very simple. Germany is too modern as a country for my own taste, and then the climate is very harsh... and people are, too. I used to live in the Bavarian countryside, near the Alps, and I must admit the place was truly fantastic: I love the mountains dearly. But I love the sun best, and over there there's so little of it... So, three years ago, I packed my luggage and moved to mallorca".
So it was a lifestyle choice...
"Sure, the search for sunny climates was the main reason. But it was also a very pragmatic choice, because mallorca has one of the best equipped airports in Europe, from which it is always possible to depart at any time of the day, 365 days a year. If we wanted to sum up the whole in a kind of equation, we could write: Sun+ Countryside + Airport = Paradise. That's what mallorca is to me!".
I assume then you started traveling quite early in your life...
"In the summer of 1969, when I had just turned sixteen (I was born on January 19, 1953). The destination was Morocco, which at the time was completely different from the place we know today: it was enchanting, nothing more and nothing less, which has had a strong influence on my personal world view. But the journey that influenced me even more was the one I took a couple of years later, in India. there I bought my first records, by the then almost unknown (at least in Europe) Ravi Shankar. There I started studying music and the instrument of Indian tradition: sitar, sarangi and tambura first of all. Ant there I learned that to really understand the music of another country you must live there long, share the local customs in depth, the clothes, the foods. Which is also what Native Americans used to say centuries ago: if you want to get to know your fellow man, walk a month in his moccasins...".
Japan, too, seems to have had a formidable influence on you...
"It's true, and it's something that I really can't explain at all. Because I distinctly feel that this fascination does not come form the mind, but directly from the heart. And the matter, from this particular point of view, moves parallel to my way of making music...".
Could you please explain better what you mean by that?
"I would be glad to do it, if I only knew: but the fact is that I don't understand it myself! The fact is, I just sit down, relax, and within me I feel only a kind of "bubble": an initial idea, to name it in rational terms. but the fact is, there is nothing rational in all this, the entire process comes from the unconscious: as soon as I manage to create a sort of "void" within me. At this point the "bubble" starts to grow, expand, until it reaches an almost complete form: which I immediately record on tape. Then I listen to the whole thing again, I refine it, polish it, choose the instruments that are more suitable and the most significant "phrases". And then I realize that at that point I have almost finished my work... .".
This is very interesting, since it highlights the essential core of your music: its being almost "zen meditation", though built with absolutely particular instruments...
"It may be like that, even if - once again - I'm not aware of it at all. In my personal case, the only certain aspect is that the music can turn out to be good only if, when I compose it, I manage to locate myself "elsewhere". If in other words I manage to become something "other" from myself, someone who writes-composes-sings without the flesh-and-bone Stephen Micus being aware of it at all. Curious, isn't it?".
Yes and no. It's one of the basic principles of "channeling"...
"That's true! Even if I must admit, frankly, that up to now I have never practiced the "channeling" technique!".
If we judge by results, it's very probable that you have this capability since birth, almost as a "genetic heritage". Also because it's not a mystery that you always work on your own...
"True, but I'd like to explain a few points about my solipsism - very rationally, this time. The first point is that, since I was a child, I have always preferred to do things on my own, and this still influences my personality a lot. The second point dates back to when I started playing, almost thirty years ago: at the time there was a sort of total uniformity, and I really wasn't interested in dealing with people that played always the same stuff. The third point has to do with my preference for the countryside: and you'll have to admit it's pretty hard to form a band in the remote country resorts of the Ruhr. The four point concerns my talents: which, thank God, are various and multifaceted. Then, why should I work with a band, when on my own I manage to play an infinity of instruments?".
A legitimate question. Then allow us to ask another one, the final one: will we ever see you playing with other artists?
"Maybe yes. Just now I am in fact intensifying contacts with two musicians I like a lot: the percussionist Pierre Favre and the "bandoneonist" Dino Saluzzi. As you say in Italy, if it's roses, they will bloom...".
http://www.mybestlife.com/music/Stephan_Micus_Interview.htm