13 Şubat 2010
"elimden geleni yaptım"
sonra ağzının içine silahı dayarken durdu. dudaklarında aptalca bir gülümseme belirdi. hayatına girmiş bütün "öğretmen"lerini düşündü. ilkokul karnelerindeki "zeki ama yeteri kadar çalışmıyor" ifadelerini. bütün hocalarına dağılmış kafasının resmini yollamak geçti içinden. resmin arkasına da "elimden geleni yaptım" yazmak istiyordu. elinden gelen buydu. hocaları da dahil olmak üzere bütün insanlar yani gelmiş geçmiş tüm insanlık, yani milyonlarca yıllık bütün bu insanoğlu şunu anlayamamıştı; onun elinden gelen buydu. kullanılmayan potansiyelin varlığı kimseyi ilgilendirmez. o yalnızca bir ütopyadır. ne ciddiye alınacak bir yanı vardır ne de gerçeğe dönüşmeye bir eğilimi. yoklukla eşdeğerdir kısaca. sonra şu ilkokulda taktıkları yakalar geldi aklına. silahı bırakıp o yakalardan birini bulsam sonra da onunla mı assam kendimi diye düşündü. simge yüklü bir ölüm olmaz mıydı. olabilirdi. ölürken bile simgelerle uğraşıyordu. tanrıya inanan bir insan ölürken bile simgelere ve seremonilere kıymet atfedebilir fakat ya inanmayan bir insan. o insan için anlamın sonsuzlukta eşleştiği bir anlam grubu yoktur. yani bütün anlam ipleri gelip gelip ölümün karanlığına teslim olurlar. geriye yazı kalır ve insanlık tarihi. başka da bir şey değil. fakat böyle bir insan bile simgelere kapılmak isteyebilir. sırf kendini insanoğlunun o uzun yolculuğuna eklemleyebilmek için. karışmak arzusudur yani bu. tıpkı tanrıya inanıp sonsuzlaşmak gibi, insana inanıp da sonsuzlaşabilir yani kişi. diğer bir deyişle bütün bu biriktirilmiş macerası insanoğlunun en az tanrının sonsuzluğu kadar ilgi çekici ve kışkırtıcı olabilir. ve kişi koşulsuz bir biçimde ve "materyalist" bir düşünsel kimlikle kendini oraya bağlayabilir. buna bir mistisizm atamak ne kadar doğrudur ya da ne kadar gerçekçidir onu bu metni kaleme alan kişi bilecek durumda değildir. fakat bunu bilebilecek bir çok aklı başında insan sokaklarda mevcuttur ve kolay bir anket çalışmasıyla bütün bu verilere ulaşılabilir. ama insan kendini ilkokulda önlüğüne taktığı beyaz yakalarından biriyle asacaksa ve bunu da sırf o zekiydi ama çalışmıyordu diyen hocalarının inadına yapacaksa materyalist olması gerçekten mantıklı bir seçimdir.
intihar ve yıkıcı felsefe
insanlar neden kötüdür şahenk? çünkü iyi olduklarını bilmezler onlara bunu öğretmemiz gerekir. insanlar neden mutlu değildir şahenk? çünkü onlara mutluluk öğretilmemiştir. onlara bunu da öğretmeliyiz şahenk. isim benzerlikleri kişileri yakın kılar mı bilmem şahenk. fakat şatov dahi tanrıya inanmaktadır ve inanılması gerektiğinde de inatla mutabıktır. fakat bunlar konu değil. şehirdeki fareler patır patır ölüyorsa ve bir salgının habercisi olaraktan da insanlar da aniden ölmeye başlamışsa hala o şehrin valisi önlem almaktan neden imtina eder şatov ya da şahenk? ya da insan eninde sonunda intihara mı kenetlenmelidir? tek yol olarak yani tek ontolojik sonuç olarak önümüze bunu koyabilen son derece yıkıcı bir felsefi gelenekten mi medeniyet bekliyoruz aleksey? hayır beklemiyorum vladimir. ben beklemiyorum sayın rieux. ben hayatın güzelliğine ve yaşama inanan satırlar bekliyorum.
ruhumuzu şeytan satmak bir fikir midir sabahattin? ruhumuzu şeytana satmayı teklif eden bir yazar diyor ki "gerektiğinde ya çekiç olacaksın ya da örs." bu noktayı vurguluyorum. gerektiğinde ya çekiç ol ya da örs karl. bir de sanırım etrafındaki kokunun etkisinden dolayı saçmalamış diyebileceğimiz kadar ileri gitmiş biri var. gülbahçesinin kokuları aklını başından almış olmalı. en azından bunu anlatıcının betimlemesinden böyle tahmin ediyoruz. bize diyor ki "bütün evrenin krallığı bir damla insan kanına değmez". ah hadi ama pyotr ekşitme suratını. hemen şu banal donuk toplumlar yaftanı kafanda döndürmeye başlama. intiharı olumlamıyor diye bu sayfayı yırtıp atma. çok sesli korolarınız da sizin olabilir pek sevgili düşesim. intiharın aşkın anlamlarına ve hiçliğe. yaşama ölüme ve aşka. tanrı varsa bile bunun bizle bir ilgisi olmadığı açıktır. değil mi şatov. öyledir ekselansları.
----------------------------------------------
düşündüğümüz kadar yalnız değiliz. her şey düşündüğümüz kadar kötü değil. gelecek düşündüğümüz kadar karanlık değil. düşündüğümüz kadar büyük ya da küçük değil dünya. evren düşündüğümüz kadar duyarlı değil. ve düşündüğümüz düşünceler yalnızca birer düş.
düşündüğümüzden daha yalnızız. düşüncelerimiz yalnızca birer mübalağa. bir göbekli mercek misali beynimiz neye eğilse onu kocaman yapıyor. beynimizle tanrıya eğilsek o da kocaman olur. susmak da gerekir bazen. söylediklerin yetmeyince gevelemelere kapılmamak gerek. öyle zamanlarda birkaç mide bulandırıcı aforizma bilmeli insan. mesela durup dururken napolyon ne demiş para para para diyebilmeli insan. bu yeterince ahmakça. daha fazla üzerinde durulmamalı. düşündüğümüzden daha fazla yalnızız. ne kadar yalnız olduğumuzu düşünemeyecek kadar da kısıtlanmış bir ahmaklığın içindeyiz. o yüzden yalnızlığımızı abartıp abartıp yüzümüze vuran o feylesof bozuntularına karşı büyük bir tiksinti besliyoruz. onları yolda yakalasak suratlarına sıçmanın hayali içindeyiz. neyse ki onlar da sokaklarda gezmiyorlar. kafalarını kitapların içine sokup sokup çıkartıyorlar. binlerce kez ana karnından çıkar gibi. tekrar uyanıyorlar ve ağlıyorlar. oysa biz. bir kez ağlıyoruz ve sonra da ağlamak erkek adama yaraşmaz diyoruz. adam kelimesini de (man) insan yerine kullanarak insanı kaba saba güçlü kuvvetli etrafını değiştirmeye kudreti olan bir primat olarak tahayyül ediyoruz. maymun mu hadi ordan. gayet de mükemmel demektir primat. seni cahil adam. şimdi al başını koltuğunun arasına ve defol buradan. sen düşünmüyorsun yalnızca abartıyorsun. düşüneceksen düşünebildiğinden daha büyük bir yalnızlık düşün. ama onu düşünemiyorsan düşünme.
ruhumuzu şeytan satmak bir fikir midir sabahattin? ruhumuzu şeytana satmayı teklif eden bir yazar diyor ki "gerektiğinde ya çekiç olacaksın ya da örs." bu noktayı vurguluyorum. gerektiğinde ya çekiç ol ya da örs karl. bir de sanırım etrafındaki kokunun etkisinden dolayı saçmalamış diyebileceğimiz kadar ileri gitmiş biri var. gülbahçesinin kokuları aklını başından almış olmalı. en azından bunu anlatıcının betimlemesinden böyle tahmin ediyoruz. bize diyor ki "bütün evrenin krallığı bir damla insan kanına değmez". ah hadi ama pyotr ekşitme suratını. hemen şu banal donuk toplumlar yaftanı kafanda döndürmeye başlama. intiharı olumlamıyor diye bu sayfayı yırtıp atma. çok sesli korolarınız da sizin olabilir pek sevgili düşesim. intiharın aşkın anlamlarına ve hiçliğe. yaşama ölüme ve aşka. tanrı varsa bile bunun bizle bir ilgisi olmadığı açıktır. değil mi şatov. öyledir ekselansları.
----------------------------------------------
düşündüğümüz kadar yalnız değiliz. her şey düşündüğümüz kadar kötü değil. gelecek düşündüğümüz kadar karanlık değil. düşündüğümüz kadar büyük ya da küçük değil dünya. evren düşündüğümüz kadar duyarlı değil. ve düşündüğümüz düşünceler yalnızca birer düş.
düşündüğümüzden daha yalnızız. düşüncelerimiz yalnızca birer mübalağa. bir göbekli mercek misali beynimiz neye eğilse onu kocaman yapıyor. beynimizle tanrıya eğilsek o da kocaman olur. susmak da gerekir bazen. söylediklerin yetmeyince gevelemelere kapılmamak gerek. öyle zamanlarda birkaç mide bulandırıcı aforizma bilmeli insan. mesela durup dururken napolyon ne demiş para para para diyebilmeli insan. bu yeterince ahmakça. daha fazla üzerinde durulmamalı. düşündüğümüzden daha fazla yalnızız. ne kadar yalnız olduğumuzu düşünemeyecek kadar da kısıtlanmış bir ahmaklığın içindeyiz. o yüzden yalnızlığımızı abartıp abartıp yüzümüze vuran o feylesof bozuntularına karşı büyük bir tiksinti besliyoruz. onları yolda yakalasak suratlarına sıçmanın hayali içindeyiz. neyse ki onlar da sokaklarda gezmiyorlar. kafalarını kitapların içine sokup sokup çıkartıyorlar. binlerce kez ana karnından çıkar gibi. tekrar uyanıyorlar ve ağlıyorlar. oysa biz. bir kez ağlıyoruz ve sonra da ağlamak erkek adama yaraşmaz diyoruz. adam kelimesini de (man) insan yerine kullanarak insanı kaba saba güçlü kuvvetli etrafını değiştirmeye kudreti olan bir primat olarak tahayyül ediyoruz. maymun mu hadi ordan. gayet de mükemmel demektir primat. seni cahil adam. şimdi al başını koltuğunun arasına ve defol buradan. sen düşünmüyorsun yalnızca abartıyorsun. düşüneceksen düşünebildiğinden daha büyük bir yalnızlık düşün. ama onu düşünemiyorsan düşünme.
7 Şubat 2010
öngörü
kişi geleceğe yönelik "gerçekçi" bir öngörü oluşturabilmek için fenomenoloji, epistemoloji, ontoloji, estetik, etik, vb. alanlardaki bütün sorulara cevap vermek zorunda kalıyor.
elbette diğer türlü de yanıtlar verilebilir. mesela jacques attali'nin yaptığı gibi. ciddiye alan çok fazla insan da çıkabilir. ama işte asıl sorun da burada başlıyor. kişi geleceğe bakar ve gelecek hakkında bir öngörüde bulunmayı arzu eder. bunun küçük ölçekli olanı hepimiz için geçerlidir. hepimiz geleceğimizde nelerin saklı olduğunu bitmez tükenmez bir merakla merak ederiz. ya insanlığın geleceği? bunu da merak edenler çıkar aramızdan. türe karşı ciddi bir aitlik hissiyle bağlanmış ve kendini anlamanın bir basamağının da türünü anlamaya göstereceği sadakat olduğunu kavramış kişilerdir bunlar. bazı kelimelerin "kaptırılmış" olduğunu düşündüğüm için onlardan uzak durmak arzusu içinde oluyorum zaman zaman. fakat bu kelimeden uzak duramıyorum. kurtuluş. bu kişilerin tamamı kurtuluşu aramıştır. anlama-nın peşinden sürüklenerek kurtuluşu bulacaklarını ümidetmişlerdir. "söyledim ve ruhumu kurtardım" sözünü başka türlü açıklayabilmek mümkün görünmüyor.
anlama-nın peşinde koşan insan, insanı anlamak gayesinde olduğu için, anlamı insana bağdaştırır. anlam(gerçek-hakikat) peşinden giden islam felsefesi ise bambaşka bir yere vardırır yolculuğu. hakikatin hikmetiyle akış tamamlanır ve böylelikle bir anlamda kırılamayacak bir zincir oluşmuş olur. estetik, etik, epistemoloji, ontoloji vs gibi bütün konulara yanıtlar vermiş olmasına rağmen yine de bir felsefe olarak görülmediği de olur islam felsefesinin çünkü "kurtuluş"u baştan bağlıdır. bu baştan bağlanmışlık durumu, özgürce bir gelecek öngörüsüne izin vermez. halbuki belki "bütün amaç" "gerçekçi" bir gelecek öngörüsü yaratmaktır. spinoza, hegel, kant ve marks'ın tarih konusundaki takıntılı denebilecek halleri buradan kaynaklanmaktadır.
gelelim marks'a. marks yaşadığı dönemdeki toplumsal yapının (disiplin toplumları) bir nihai yapı olduğunu düşündü. bu yapı içerisinde bir iktidar mücadelesi olacaktı. ve iktidar el değiştirdiğinde yani proleter devrim gerçekleştiğinde de toplum yine bir disiplin toplumu olarak kalacaktı. halbuki proleter devrim marks'ın öngördüğü biçimiyle hiç gerçekleşmedi. rusya, çin, küba ve arnavutluk deneyimleri enternasyonalist fikirleri spinoza'yla tanışmak zorunda bıraktı sanırım. yani marksizmin evrensellik iddiası en az fukuyama'nın son insanı kadar saçmadır içinde bulunduğumuz dünyada. diğer taraftan "disiplin toplumları" marks'ın öngörülerinde pek de yer almadığı bir biçimde evrilerek "denetim toplumları"na dönüşmüşlerdir. bu anlamda artık klasik marksizmin özellikle ekonomi-politik ayağının otonomist marksistlerce nasıl ve neden eleştirildiği iyice anlaşılmalıdır.
artık "yabancılaşma" içeriği bakımından marks'ın tarif ettiği yabancılaşma değildir. sömürü de bu şekildedir. bu anlamda gramsci'nin hapishane mektupları yol gösterici olmuştur. "sürekli devrim"in temel paradigması olduğu bir politik fikir bile insanın dogmalara aşık yanına yenik düşmeye doğru hızla kaymaktadır. devrimci kişi bir tür sürgündedir. yani devrime inanmak devrime inanmamayı bile kapsamalıdır. ya da devrime inanmak devrimin bir süreklilik olduğu bilincidir. devrim yönlendirilemez ve öngörülemez.
elbette diğer türlü de yanıtlar verilebilir. mesela jacques attali'nin yaptığı gibi. ciddiye alan çok fazla insan da çıkabilir. ama işte asıl sorun da burada başlıyor. kişi geleceğe bakar ve gelecek hakkında bir öngörüde bulunmayı arzu eder. bunun küçük ölçekli olanı hepimiz için geçerlidir. hepimiz geleceğimizde nelerin saklı olduğunu bitmez tükenmez bir merakla merak ederiz. ya insanlığın geleceği? bunu da merak edenler çıkar aramızdan. türe karşı ciddi bir aitlik hissiyle bağlanmış ve kendini anlamanın bir basamağının da türünü anlamaya göstereceği sadakat olduğunu kavramış kişilerdir bunlar. bazı kelimelerin "kaptırılmış" olduğunu düşündüğüm için onlardan uzak durmak arzusu içinde oluyorum zaman zaman. fakat bu kelimeden uzak duramıyorum. kurtuluş. bu kişilerin tamamı kurtuluşu aramıştır. anlama-nın peşinden sürüklenerek kurtuluşu bulacaklarını ümidetmişlerdir. "söyledim ve ruhumu kurtardım" sözünü başka türlü açıklayabilmek mümkün görünmüyor.
anlama-nın peşinde koşan insan, insanı anlamak gayesinde olduğu için, anlamı insana bağdaştırır. anlam(gerçek-hakikat) peşinden giden islam felsefesi ise bambaşka bir yere vardırır yolculuğu. hakikatin hikmetiyle akış tamamlanır ve böylelikle bir anlamda kırılamayacak bir zincir oluşmuş olur. estetik, etik, epistemoloji, ontoloji vs gibi bütün konulara yanıtlar vermiş olmasına rağmen yine de bir felsefe olarak görülmediği de olur islam felsefesinin çünkü "kurtuluş"u baştan bağlıdır. bu baştan bağlanmışlık durumu, özgürce bir gelecek öngörüsüne izin vermez. halbuki belki "bütün amaç" "gerçekçi" bir gelecek öngörüsü yaratmaktır. spinoza, hegel, kant ve marks'ın tarih konusundaki takıntılı denebilecek halleri buradan kaynaklanmaktadır.
gelelim marks'a. marks yaşadığı dönemdeki toplumsal yapının (disiplin toplumları) bir nihai yapı olduğunu düşündü. bu yapı içerisinde bir iktidar mücadelesi olacaktı. ve iktidar el değiştirdiğinde yani proleter devrim gerçekleştiğinde de toplum yine bir disiplin toplumu olarak kalacaktı. halbuki proleter devrim marks'ın öngördüğü biçimiyle hiç gerçekleşmedi. rusya, çin, küba ve arnavutluk deneyimleri enternasyonalist fikirleri spinoza'yla tanışmak zorunda bıraktı sanırım. yani marksizmin evrensellik iddiası en az fukuyama'nın son insanı kadar saçmadır içinde bulunduğumuz dünyada. diğer taraftan "disiplin toplumları" marks'ın öngörülerinde pek de yer almadığı bir biçimde evrilerek "denetim toplumları"na dönüşmüşlerdir. bu anlamda artık klasik marksizmin özellikle ekonomi-politik ayağının otonomist marksistlerce nasıl ve neden eleştirildiği iyice anlaşılmalıdır.
artık "yabancılaşma" içeriği bakımından marks'ın tarif ettiği yabancılaşma değildir. sömürü de bu şekildedir. bu anlamda gramsci'nin hapishane mektupları yol gösterici olmuştur. "sürekli devrim"in temel paradigması olduğu bir politik fikir bile insanın dogmalara aşık yanına yenik düşmeye doğru hızla kaymaktadır. devrimci kişi bir tür sürgündedir. yani devrime inanmak devrime inanmamayı bile kapsamalıdır. ya da devrime inanmak devrimin bir süreklilik olduğu bilincidir. devrim yönlendirilemez ve öngörülemez.
sadakat
sadakat üzerine düşünmeye devam ettim. çok az ahlak felsefesi okudum. kelimenin etimolojisini bulmak yol gösterici olabilir diye düşünüp kelimenin etimolojisine baktım. sadaka, sıtk, sadık ve tasdik aynı kökene bağlı sözcükler. doğru olma, doğruluk, iyi niyet gibi anlamlarla eşleşiyor. doğrunun ne kadar muğlak bir şey olduğunu düşünürsek, sadakatın de ne kadar rölatif bir kavram olduğunu tekrar görebiliriz. ama elbette rölatif kavramları tanımlamaktan ya da onları bir biçimde dile dökmekten kaçınmaya kalkarsak bu da dilin sanırım yüzde doksanı kadar bir bölümünü çöpe atmaya benzer. doğruyu hep matematikteki doğruyla eşleştiriyorum. bir noktadan çıkar ve sonsuza doğru uzanır. iki doğru eğer paralelse sonsuza dek kesişmez. doğru bizim içimizden çıkar ya da içimizden geçer ve sonsuza doğru gider diğer anlamda yolu boyunca karşısına çıkan her şeyin içinden geçer, içinden geçtiği şeyleri etkiler, ve onlardan etkilenir. yani doğrularımız yollarına her ne kadar dosdoğru devam etseler de değişirler. diğer yandan doğrularımız başka doğrulara paralelse asla kesişmez. biz karşıt fikirleri ya da karşıt doğruları hep kafa kafaya gelmiş şekilde düşleriz, halbuki asıl olan paralellikleridir. bu paralellikten dolayı asla kesişemezler. ben de yazdığım her yazıda ve düşündüğüm her düşüncede doğrularımı nasıl bir doğru üzerinde değil de bir kaç doğru üzerinde hareket ettirebilirim bunu düşünüyorum. çünkü ne kadar fazla doğrum diğer doğruları paralel geçerse o kadar eksilmiş ve o kadar az eklenmiş bir doğrular bütünüm olacak.
işte sadakat, buna benzer bir düzlemde düşlendiği zaman insanın doğrularını arttırabilmek için giriştiği çaba olarak tanımlanabilir. yani sadakat, doğruluğunuzu daha geniş bir alana yayarak kendinize ve insanlara daha yakın olmanızı ifade edebilir. böylelikle hem doğrularınız binlerce farklı yöne yayılıp binlerce farklı doğruyu keser hem de diğer doğrularla kesiştiği her noktada doğrunuzun kendisini ve kesiştiği doğruyu değişime zorladığını gözlemlersiniz. böylelikle sadık olabileceğimiz tek şeyin değişimin ta kendisi olduğunu da idrak etmiş oluruz.
öyleyse sadakat ilk bakışta bize düşündürdüğü durağan halinden çok farklı olarak sürekli değişmeyi ve yenilenmeyi gerektiren bir kavram olarak yeniden ele alınabilir. diğer taraftan, doğruluk bir değer olarak her daim değişkendir. elbette binlerce yıl içinde katılaşmış ve kesinleşmiş değerler ortaya çıkmıştır. mesela öldürmemek, çalmamak gibi değerler bir anlamda sabitlenmiş değerlerdir. doğam sevgiye katılmaktır, nefrete değil diyor antigone. bunun gibi bazı değerler insanlığımızın temeline çapa atmıştır. fakat sadakatin o durağan algılanışı bir süre sonra bu değerlerin isimlerini yani kavramları kirletmeye başlamıştır. tıpkı akan su ile durağan su gibidir buradaki ilişki. durağanlaştırılmış ve ezberlere sokulmuş kavramlar, zamanla özlerinden kopup birer imaj haline gelmeye başlamıştır. işte sanırım değerlerimizin kirlenmesi bu noktada başlar. çünkü değerlerin evrendeki başı boş salınımını kavramlarımız aracılığıyla boyunduruğa vurduğumuzda, kavramlar o değerlerin imajlarına ve durağan şekillerine dönüşürler. sonra da bozulmaya, kirlenmeye ve çürümeye başlarlar. tıpkı bedenimize, ruhumuza ve zihnimize yaptığımız gibi kavramlarımızı da sürekli değişime tabi tutmaktan sakınırız. oysa kavramlarımızın belli temel parametrelerinde uzlaştıktan sonra onları özgür kılmamız gerekmektedir. yani doğruluğu ararken elimizi ilk önce özgürlüğün yuvasına sokmalıyız. öyleyse bir tanım daha yaparsak sadakat aynı zamanda özgür olmak ve özgür bırakmaktır. diğer bir deyişle byunduruk altına alınmış bir değerler silsilesi her ne kadar sapasağlam ve dipdiri duruyorsa da o değerleri boyunduruğa almış olan güç boyunduruğunu o değerlerden çektiği anda o değerler içe bükülerek çökmeye başlayacaklardır. bundan dolayı doğruların kendilerini varedebilmesi için onların özgür bir şekilde iç enerjileriyle kendilerini kurmalarına yol vermeliyiz.
tekrar bir tanımlamaya girişirsek sadakat kişinin kendi iç gücüyle kendi kendisini hiç durmadan değiştirme iradesidir. bu iradeyle birlikte kişi doğrularını çoğaltıp çeşitlendirecek ve bu yolla kendim dediği şeyin muğlaklığını görüp, herhangi bir şeye yapışmaktan vazgeçecektir. beden, zihin ve ruh herhangi bir şeylere yapışmaktan vazgeçtiği anda, tıpkı gezegenin güneş etrafındaki dönüşü misali havada asılı kalmış bir şekilde hareket etmeye başlayacaktır. ve tıpkı gezegenin güneş etrafında dönüşü gibi bir merkez noktaya odaklanacaktır elbette. çünkü insan bir bedene sahip olması dolayısıyla belli başlı limitlere de tabi olmuştur. o yüzden insanın doğru algısı hep bedenin çekim kuvveti etrafında dönmeye devam edecektir diyebiliriz. öyleyse yeniden bir tanım yapmak gerekirse sadakat, bedenin, zihin ve ruh etrafındaki çekim alanından kurtulmasına engel olduğu yörüngedir diyebiliriz.
işte sadakat, buna benzer bir düzlemde düşlendiği zaman insanın doğrularını arttırabilmek için giriştiği çaba olarak tanımlanabilir. yani sadakat, doğruluğunuzu daha geniş bir alana yayarak kendinize ve insanlara daha yakın olmanızı ifade edebilir. böylelikle hem doğrularınız binlerce farklı yöne yayılıp binlerce farklı doğruyu keser hem de diğer doğrularla kesiştiği her noktada doğrunuzun kendisini ve kesiştiği doğruyu değişime zorladığını gözlemlersiniz. böylelikle sadık olabileceğimiz tek şeyin değişimin ta kendisi olduğunu da idrak etmiş oluruz.
öyleyse sadakat ilk bakışta bize düşündürdüğü durağan halinden çok farklı olarak sürekli değişmeyi ve yenilenmeyi gerektiren bir kavram olarak yeniden ele alınabilir. diğer taraftan, doğruluk bir değer olarak her daim değişkendir. elbette binlerce yıl içinde katılaşmış ve kesinleşmiş değerler ortaya çıkmıştır. mesela öldürmemek, çalmamak gibi değerler bir anlamda sabitlenmiş değerlerdir. doğam sevgiye katılmaktır, nefrete değil diyor antigone. bunun gibi bazı değerler insanlığımızın temeline çapa atmıştır. fakat sadakatin o durağan algılanışı bir süre sonra bu değerlerin isimlerini yani kavramları kirletmeye başlamıştır. tıpkı akan su ile durağan su gibidir buradaki ilişki. durağanlaştırılmış ve ezberlere sokulmuş kavramlar, zamanla özlerinden kopup birer imaj haline gelmeye başlamıştır. işte sanırım değerlerimizin kirlenmesi bu noktada başlar. çünkü değerlerin evrendeki başı boş salınımını kavramlarımız aracılığıyla boyunduruğa vurduğumuzda, kavramlar o değerlerin imajlarına ve durağan şekillerine dönüşürler. sonra da bozulmaya, kirlenmeye ve çürümeye başlarlar. tıpkı bedenimize, ruhumuza ve zihnimize yaptığımız gibi kavramlarımızı da sürekli değişime tabi tutmaktan sakınırız. oysa kavramlarımızın belli temel parametrelerinde uzlaştıktan sonra onları özgür kılmamız gerekmektedir. yani doğruluğu ararken elimizi ilk önce özgürlüğün yuvasına sokmalıyız. öyleyse bir tanım daha yaparsak sadakat aynı zamanda özgür olmak ve özgür bırakmaktır. diğer bir deyişle byunduruk altına alınmış bir değerler silsilesi her ne kadar sapasağlam ve dipdiri duruyorsa da o değerleri boyunduruğa almış olan güç boyunduruğunu o değerlerden çektiği anda o değerler içe bükülerek çökmeye başlayacaklardır. bundan dolayı doğruların kendilerini varedebilmesi için onların özgür bir şekilde iç enerjileriyle kendilerini kurmalarına yol vermeliyiz.
tekrar bir tanımlamaya girişirsek sadakat kişinin kendi iç gücüyle kendi kendisini hiç durmadan değiştirme iradesidir. bu iradeyle birlikte kişi doğrularını çoğaltıp çeşitlendirecek ve bu yolla kendim dediği şeyin muğlaklığını görüp, herhangi bir şeye yapışmaktan vazgeçecektir. beden, zihin ve ruh herhangi bir şeylere yapışmaktan vazgeçtiği anda, tıpkı gezegenin güneş etrafındaki dönüşü misali havada asılı kalmış bir şekilde hareket etmeye başlayacaktır. ve tıpkı gezegenin güneş etrafında dönüşü gibi bir merkez noktaya odaklanacaktır elbette. çünkü insan bir bedene sahip olması dolayısıyla belli başlı limitlere de tabi olmuştur. o yüzden insanın doğru algısı hep bedenin çekim kuvveti etrafında dönmeye devam edecektir diyebiliriz. öyleyse yeniden bir tanım yapmak gerekirse sadakat, bedenin, zihin ve ruh etrafındaki çekim alanından kurtulmasına engel olduğu yörüngedir diyebiliriz.
bana güven.
berilerinde yağmur yağdığı çok açık. yani yağmur yağmıyorsa bile o arka plana bir yağmur yerleştirilmeli. çocuk camdan dışarı bakarken bunu düşünüyor. bir yandan da "uzaklık"la ilgili bir şarkıyı mırıldanıyor. sesinin mırıltısı bir artıp bir azalıyor. sonra susuyor. elleri titremesin diye boynundan itibaren tüm kaslarını kasmaya çalışıyor. geçen yıllara küfrediyor biraz daha spor yapmış olsa şimdi bedenine söz geçirebilirdi belki. olmuyor. elleri titriyor. dışarda yağmur yağıyor. tekrar aynı pencere uzun uzun bakıyor. şarkıyı mırıldanıyor. söyleyen adama bırakıyor sonra o daha güzel söylesin diye. güzellikle hiçbir şeyi becerememiş olduğunu düşünüyor. abartıyor muyum? hırıltı gibi çıkıyor gırtladığından. dilini damağına değdirip sağ avcunun içine yerleştirmiş olduğu soğuk kabzayı daha sıkı kavrıyor. arkasına dönüyor. kız yatakta. bütün bunlar olmadan, yani elleri titremeye başlamadan,silahın soğuk kabzasını kavramadan ve "ben kimseye güvenmem" sözlerini duymadan... ne yaptığını düşünüyor. ömrü boyunca güvenmiş ve güvenmek için çırpınmış bir adam, ve ömrü boyunca kimseye değil hiçbir şeye güvenmemiş bir kadın. soğuk bir silah kabzası. yağmur. titreyen eller. beyaz bir ten. yeşil gözler. öğlen ışığı hafif sisli. şarkılarıyla odayı dolduran bir adam. bu dili anlamıyor olmayı çok isterdim. ah ben de hem de nasıl. bana güveniyor musun? evet! hayatımda ilk kez. öyleyse ağzını aç. silahın namlusunun soğukluğu, üstüne bastırılınca acıyan dili. metal kokusu ve tadı. bana güven. tetiği çekiyor. duvar kıpkırmızı. artık elleri titremiyor. kendi ağzına sokuyor namluyu. tetiğe basıyor.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)