kişi geleceğe yönelik "gerçekçi" bir öngörü oluşturabilmek için fenomenoloji, epistemoloji, ontoloji, estetik, etik, vb. alanlardaki bütün sorulara cevap vermek zorunda kalıyor.
elbette diğer türlü de yanıtlar verilebilir. mesela jacques attali'nin yaptığı gibi. ciddiye alan çok fazla insan da çıkabilir. ama işte asıl sorun da burada başlıyor. kişi geleceğe bakar ve gelecek hakkında bir öngörüde bulunmayı arzu eder. bunun küçük ölçekli olanı hepimiz için geçerlidir. hepimiz geleceğimizde nelerin saklı olduğunu bitmez tükenmez bir merakla merak ederiz. ya insanlığın geleceği? bunu da merak edenler çıkar aramızdan. türe karşı ciddi bir aitlik hissiyle bağlanmış ve kendini anlamanın bir basamağının da türünü anlamaya göstereceği sadakat olduğunu kavramış kişilerdir bunlar. bazı kelimelerin "kaptırılmış" olduğunu düşündüğüm için onlardan uzak durmak arzusu içinde oluyorum zaman zaman. fakat bu kelimeden uzak duramıyorum. kurtuluş. bu kişilerin tamamı kurtuluşu aramıştır. anlama-nın peşinden sürüklenerek kurtuluşu bulacaklarını ümidetmişlerdir. "söyledim ve ruhumu kurtardım" sözünü başka türlü açıklayabilmek mümkün görünmüyor.
anlama-nın peşinde koşan insan, insanı anlamak gayesinde olduğu için, anlamı insana bağdaştırır. anlam(gerçek-hakikat) peşinden giden islam felsefesi ise bambaşka bir yere vardırır yolculuğu. hakikatin hikmetiyle akış tamamlanır ve böylelikle bir anlamda kırılamayacak bir zincir oluşmuş olur. estetik, etik, epistemoloji, ontoloji vs gibi bütün konulara yanıtlar vermiş olmasına rağmen yine de bir felsefe olarak görülmediği de olur islam felsefesinin çünkü "kurtuluş"u baştan bağlıdır. bu baştan bağlanmışlık durumu, özgürce bir gelecek öngörüsüne izin vermez. halbuki belki "bütün amaç" "gerçekçi" bir gelecek öngörüsü yaratmaktır. spinoza, hegel, kant ve marks'ın tarih konusundaki takıntılı denebilecek halleri buradan kaynaklanmaktadır.
gelelim marks'a. marks yaşadığı dönemdeki toplumsal yapının (disiplin toplumları) bir nihai yapı olduğunu düşündü. bu yapı içerisinde bir iktidar mücadelesi olacaktı. ve iktidar el değiştirdiğinde yani proleter devrim gerçekleştiğinde de toplum yine bir disiplin toplumu olarak kalacaktı. halbuki proleter devrim marks'ın öngördüğü biçimiyle hiç gerçekleşmedi. rusya, çin, küba ve arnavutluk deneyimleri enternasyonalist fikirleri spinoza'yla tanışmak zorunda bıraktı sanırım. yani marksizmin evrensellik iddiası en az fukuyama'nın son insanı kadar saçmadır içinde bulunduğumuz dünyada. diğer taraftan "disiplin toplumları" marks'ın öngörülerinde pek de yer almadığı bir biçimde evrilerek "denetim toplumları"na dönüşmüşlerdir. bu anlamda artık klasik marksizmin özellikle ekonomi-politik ayağının otonomist marksistlerce nasıl ve neden eleştirildiği iyice anlaşılmalıdır.
artık "yabancılaşma" içeriği bakımından marks'ın tarif ettiği yabancılaşma değildir. sömürü de bu şekildedir. bu anlamda gramsci'nin hapishane mektupları yol gösterici olmuştur. "sürekli devrim"in temel paradigması olduğu bir politik fikir bile insanın dogmalara aşık yanına yenik düşmeye doğru hızla kaymaktadır. devrimci kişi bir tür sürgündedir. yani devrime inanmak devrime inanmamayı bile kapsamalıdır. ya da devrime inanmak devrimin bir süreklilik olduğu bilincidir. devrim yönlendirilemez ve öngörülemez.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder