25 Ağustos 2011

ik ti dar

deaf center - asia. kavramlarla ve bilgilerle öyle bir kıstırılmışımki, şarkı da bile oryantalist bir şeyler arayıp hep yaptığım gibi itinayla buluyorum. oysa kafamın içindeki basit adam (şahenk) "ya baba bırak bu işleri biraz, koyver götüne rahvan gitsin" filan diyor. e tabi o kadar olacak diyorum o babasından kaçıp eve gelen temizlikçileri düdüklerken, bizi spinoza düdüklüyordu. ha eksik kalır yanımız var mı yok. işi skora dökmeyelim şahenk pisleşme, otur aşağı efendi ol. hayat karışık dediğinizde, zen rahipleri size, senin kafan karışmış evlat derler. büyük ihtimalle haklıdırlar. yani ne bileyim kendileri bilir hani. ama insan diğer insanlarla ilişki kurmaya kalkınca olanlar oluyor. ben garibim elbette. yani şahenk kadar dobra onun kadar delikanlı değilim. azıcık korkak azıcık pısırığım. onun endişe etmeyeceği şeye endişelenip onun hiç kafaya takmayacağı şeyleri aylarca evirip çeviriyorum. sonuç ne peki. yani bakınız burası bir iktidar dünyası. siz iktidarlardan çekildiniz, elinizi eteğinizi isteğinizle çektiniz diye diğerleri de çekecek, çekilecek değil. o yüzden siz alandan çekilince arkanızdan hükmen yenildi diye lakırdı yapar bu ibneler. yani sadece ibneliklerinden de değil ha. dediğim gibi iktidar merkezli bir yerdir burası. siz insanları sikmiyorsunuz diye onlar da sizi sikmeyecek değildir yani. hani şu ecnebiler win-win diyorlar ya. yok anam yemezler. bu düzlemde birileri yeniliyorsa birileri de yeniyordur. sikerim sizi de oyununuzu da deyip kenara çekilmeye kalkan isteksiz, gönülsüz ukalalar geride kalan şehvetli kalabalık tarafından "kaybeden" olarak yaftalanır. zaten bu yaftalama konusu sanki bu topluluğun varolma amacı gibidir. yıldırmak için yaftalarlar. yaftalayarak yıldıramazlarsa, açıktan yargılamaya başlarlar. hani devleti onların elindeki öldürme, asma, kesme gücünü kullanan aygıt sanırsınız, hiç öyle değildir kazın bacağı. onlar hala her türlü asma, kesme, öldürme tekelini ellerinde bulundururlar. bir anda kendinizi topun ağzında buluverirsiniz.

23 Ağustos 2011

romantizm daima dekadansa dönüşür.

romantizm daima dekadansa dönüşür.

camille paglia

sanki buddha'nın o aydınlanma dolu sözlerinden biri gibi beni aydınlatıyor ve birçok şeyi bir çırpıda kafamda yerlerine oturtmama neden oluyor. romantizm dekadansa dönüşüyor. bu bana ecinnileri hatırlatıyor. masanın diğer ucundan ayağa kalkıp yeni kurduğu siyasi sistemin nası olup da bir otokrasiye dönüştüğünü anlatan o sıfatsız adamı... insanı sanırım en güzel çözümleyen spinoza olmuş. duyguların ve düşüncelerin içiçe geçişlerindeki o akıntıyla. kurtuluşu zor bir karmaşa. dev barajlar kurmak bile gerekebilir. ah bu erkek medeniyetimiz. amaca yönelmiş medeniyetimiz. cinsel kimliklerimizin itelemeleri ve kendimizi yadsımak için elimizden geleni yapışımız. bunlar karmaşık şeyler. ama açık olan şu ki, romantizm daima dekadansa dönüşür. bunu unutma şahenk. şaklatacağın bir kırbacın var artık. sacher görse nasıl da sevinirdi.

19 Ağustos 2011

cinsellik üzerine.

ay yaklaştıkça deniz kabardı. dalgaların sesi gitgide daha hırçınlaştı, ıslığa benzer bir sesle rüzgar onlara eşlik etti ve kabarma arttıkça arttı, artık dayanılmaz bir yükselme vardı, iktidarın bütün yüce kuvvetiyle firavun denizin karşısında dikildi, derin bir solukla omuzlarını dimdik hale getirdi, denizin üzerine eğildi ve kulağına güzel kelimeler fısıldadı, gözlerinde kızıllık belirdi, teninde endişe verici bir nem ve deniz yavaşça açıldı, açılma sürdükçe bir yarılmaya dönüştü, ıslaklığın içinden bir zaman yolcusu kadar hızla ve hatta zamanda kayarak ve zamanı unutarak garip bir kendinden geçişle firavun ve askerleri karşı kıyıya geçmekteydiler. her saniye denizin yarılmış duvarlarının üzerlerine yıkılıp onları yutması endişesi capcanlıydı. bu endişeyle daha hızlandılar. hızlandıkça endişe ve karşı kıyınının umudunun hazzı şiddetlendi. hızlandıkça zaman yavaşladı, yavaşladı, hatta durma noktasına ulaştı. her şey şimdi ağır çekimde olmaktaydı. firavunun tenindeki nem, hazdan çılgına dönmüş askerlerin nağraları, hatta kılıç şıkırtıları, kendisini ve denizin duvarlarını doğramaya kalkışan askerler... firavun ve askerlerinin karşı kıyıya kendilerini atmasıyla rüzgarın çığlıklara varan sesi yavaşça dindi, dalgalar sakinledi ve bir yarık gibi açılan deniz yavaşça kendi üzerine kapandı. deniz şimdi dinmişti, firavun iktidarını pekiştirmiş, ardında bıraktığı denize bakamayacak kadar kendini kutsamış ve dahası bir cenin gibi içine büzülmüştü. ay uzaklaşırken, dalgaların sesi ve rüzgar sakinleşiyordu. tekrar iki yakası yavaş yavaş birleşmeye başlayan deniz azametini bir yarılma yoluyla tekrar kutsuyordu. bu yolla çoğalıyorlardı fakat kimsenin haberi bile olmuyordu.

camille paglia

batı cinselliğinin ve sanatının Apollonyen şeyleri, kapitalizmde ekonomik doruğuna ulaştı. son onbeş yılda edebiyatta marksist yaklaşımlara rağbet gitgide arttı. sanki, sanatın toplumsal içeriğinin bilincinde olmak otomatikman sol eğilimli olmayı gerektiriyor. oysa hem avangard, hem de kapitalist bir kuram olasıdır. marksizm, rousseaunun ondokuzuncu yüzyıl akrabalarından biriydi ve insanın kusursuzlaştırılabileceği inancıyla harekete geçmişti. marksizmin inancına göre tarihin birincil dinamiğinin ekonomik güçler olması, kılık değiştirmiş romantik doğacılıktır. şöyle ki; marksizm, insan yaşamının maddi bağlamında kabaran bir dalga hareketini belirler, ama aynı bağlamdaki sapkın demonizmi yadsımaya çalışır. marksizm, kitonyen anaların gücüne karşı oluşmuş endişe-biçimlerinin (anxiety-formation) en siliğidir. modern tarih bilimi üzerindeki etkisi aşırı olmuştur. tarihteki "büyük adam" kuramı iddia edildiği kadar basit değildi; bu kuramın şeytani bir biçimde kanıtlandığı bir dünya savaşından sonra ancak toparlanabildik. tek bir adam tarihin seyrini değiştirebilir, iyiye ya da kötüye doğru. marksizm kişinin büyüsünden ve hiyerarşinin gizeminden bir kaçıştır. temeli, kişinin karizmatik gücüne dayanan batı kültürü kimliğini tahrif eder. marksizm, ancak homojen nufusa sahip endüstri-öncesi toplumlarda işleyebilir. yaşam standardını yükselttiğiniz anda bireyciliğin rengarenk başkaldırısı patlak verecektir. marksizmin korktuğu ve sansürlediği kişilik ve sanat, kendilerini baskı altına alan her güce karşı teper.

.....

kapitalist dağıtım ağı; fabrika. nakliye, toptan ve parekande satış yerinden oluşan bu karmaşık zincir, kültür tarihinin en büyük erkek başarılarından biridir. o, yıldırım hızıyla hareket eden Apollonyen bir erkek dostluğu ağıdır. feminizmin en rahatsız edici reflekslerinden biri, hiçbir iyi nitelikle asla ilişkilendirilmeyen o moda olmuş "ataerkil toplum" küçümsemesidir. oysa, beni bir kadın olarak özgürleştiren ataerkil toplumdur. bana bu masada oturup bu kitabı yazmam için gereken boş vakti sağlayan kapitalizmdir. artık erkeklerle ilgili darkafalılığımızı bir kenara bırakalım ve onların saplantıları sayesinde kültüre yağdırılan hazineleri kabullenelim.

kaldırımlardan, su tesisatından, çamaşır makinelerine, gözlükten, antibiyotiklere ve bebek bezine kadar erkek başarılarının kapsamlı bir dökümü yapılabilir. kar altında kalmış kentlere yığılan taze, sağlıklı et ve sütten, sebzelerden ve tropik meyvalardan faydalanırız. george washington köprüsünden veya amerikanın büyük köprülerinin herhangi birinden geçerken şunu düşünürüm; bunu erkekler yaptı. inşaat, en üst düzeyde erkek şiiridir. dev bir kamyona yüklenmiş muazzam bir vinç gördüğüm zaman dinsel bir geçit seyreder gibi huşu ve saygıyla bir an dururum. o ne kavramsallaştırma gücü, o ne heybet; bu vinçler, bizi, anıtsal mimarinin ilk kez düşlendiği ve gerçekleştirildiği eski mısıra bağlar. uygarlık, kadınların ellerine bırakılmış olsaydı hala ottan kulubelerde yaşıyor olurduk. başına inşaat bareti geçiren bir kadın, yalnızca, erkeklerin icat ettiği bir kavramsal dizgeye adım atmaktadır. kapitalizm, bir sanat biçimidir, doğaya rakip Apollonyen bir imalattır. feministlerin ve entellektüellerin, kapitalizmi horlarken bir yandan da onun nimetlerinden faydalanmaları ikiyüzülülüktür. thoreau'nun walden'ı bile yalnızca iki yıllık bir deneyimdi. sezara hakkını verin.

...

camille paglia / cinsellik ve şiddet / iyi şeyler / 1997 sf. 94 - 96

14 Ağustos 2011

ferah otel

21.3.2011

otobüse biniyor. her sabah opera binasının önünden rakamlarının toplamı 12 eden bir otobüse biniyor. durak ferah otel'i görüyor. ferah otel ilerideki eciş bücüş evlerin arasında azıcık daha derli toplu bir betonarme bina. kırmızı demir levha üzerinde beyazla “ferah otel” yazıyor.

otobüs şehrin dışında zenginler için kurulmuş küçük bir köye doğru yol alırken elindeki kitabı kurcalıyor. sonra vazgeçiyor. etrafındaki kadınları izleyip dinliyor. hepsi de o koca koca evlerde temizliğe, yemek pişirmeye, bebek bakmaya gidiyorlar. şen şakraklar. aralarında yüksek sesle konuşup şakalaşıyorlar. “hiçbir şey olmamış gibi” diye iç geçiriyor. tek tük erkekler de var otobüste. onlar da bahçeleri temizlemeye ya da arabaları sürmeye gidiyorlar. bu otobüs her gün bizleri şehrin göbeğinden alıp emeğimizin büyük emici pompalar tarafından emileceği bir şatafat şehrine götürüyor. bundan şikayetçi olan yok. herkes neşeli, mutlu. şakalaşıyorlar. hiçbir şey olmamış gibi.

akşam aynı otobüs bu emilmiş kitleyi şehre geri götürüyor. şimdi herkes sakin. suratlar yorgun. kadınların yüzlerindeki çizgiler belirginleşmiş. akşam güneşine bağlıyor bunu. ışığın açısından sanırım diyor. halbuki biliyor. şimdi mutsuzlar. evlerine dönüyorlar. o şatafatlı rüyadan uyanıp soğuk, derme çatma, kalabalık ve dertli evlerine dönüyorlar. üstelik tüm gün o şatafat onları yormuş. şatafat onları emmiş. bazısının kafası önüne düşmüş uyukluyor. bazısı yeni yeni yanmaya başlayan kırpışan şehrin ışıklarına dalıyor. bazısı daha kısık bir sesle yanındakiyle çene çalıyor. bu sakin bir akşam. bir de otobüsün hıncahınç dolduğu akşamlar var. birbirini ezenler mi dersin, bağırıp çağıranlar mı... düşüp bayılanlar mı...
içinden bir üzüntü akıyor. ılıkça. ferah otel'in tabelasına bakıyor. şehrin soğuğu içine işliyor. ayaklarının üşüdüğünü farkediyor. halbuki daha otobüsün gelmesine çok var. sabah güneşinin ısıtmayan ışınlarının altında dikilmeye gayret gösteriyor. ellerini montunun cebine sokuyor. orada ısıtamayınca pantolonunun cebine sokup bacaklarına dokunuyor. biraz daha sıcakça. duraktaki insanları izliyor. bezgin, suratsız ve mutsuz insanları. kendine mi üzülsün onlara mı bilemiyor. bu çok kalp kırıcı.

bu şehirde en çekilmez şey kış diye geçiriyor içinden. yolda gözatmak için çantasına koyduğu edebiyat dergisini çıkarıyor. sabahın ayazında, opera binasının önündeki otobüs duraklarından birinde, ayakta edebiyat dergisi okuyan bir genci canlandırıyor gözünde. yüzünde aptal bir gülümseme beliriyor. kendisi bu saatlerde operanın önünden bir otobüsle geçse ve durakta böyle bir çocuk görse kahkahalara boğulur gibi geliyor. bunu düşünüp mutlu oluyor. rastgele açtığı sayfada şairin kelimelerini seviyor. hatta tutup okşuyor onları. yıllardır yaptığı gibi yine bezginlik anlarında kelimelere sarılıyor. sabahın bu rüyamsı atmosferinde sevdiği kelimelerin ne anlama geldiğini düşünmüyor. güneş gri bulutların ardında. arkasında opera binası var. karşı tarafta bir avuç derme çatma yapı. kentin o gri dedikleri silüetinin en belirgin ortaya çıktığı yerlerden biri burası diye düşünüyor. bunca grilik yetmezmiş gibi, hava soğuk, güneş yok ve sabahın o garip ağır çekim havası. bir de ferah otel tabelası tabi. ve tıkabasa dolu otobüsler. mutsuz bir kalabalık.

otobüs geldiğinde garip bir mutluluk duyuyor. sanki yıllardır bu otobüsü bekliyormuş gibi. elini cebine atıp otobüs abonmanını çıkarıyor. abonmana dokunmak bile bir sıcaklık hissi veriyor. bir önceki otobüsle kalabalık gitmiş olmalı ki, bu otobüs sakin. cam kenarında bir yere kuruluyor. özellikle kalorifere yakın olan koltuklardan seçiyor. tekrar dergisini aralıyor. kucaklayabileceği bir kaç sözcük daha söküp çıkarıyor dergiden. yine anlamları es geçiyor. sanki elinde durmadan titreyen farklı renklerde toz bulutları var. biri hafif pembemsi biri yavan bir yeşil. bir diğeri gökyüzü gibi çivit. birinin vızıltısı can yakarken diğerinin titreşimi içini gıdıklıyor. yol boyunca bir hokkabaz misali o renkli toz bulutlarını o elinden öbürüne atıp tutuyor. onu görseler deli sanacaklar. neyse ki görmüyorlar. şimdi o da kimseyi görmüyor. hiçbir şey olmamış gibi.

otobüsün kapısı ağırca açılıyor. sanki kusmak istiyormuş gibi otobüsten garip bir böğürtü sesi duyuluyor. sonra kapıdan o çıkıyor. dışardan gören biri için bu tam bir kusma sahnesi. şehrin göbeğinden toparlanan kitle şimdi burada eski püskü bir otobüs tarafından kusuluveriyor. yine sayıklıyor. hiçbir şey olmamış gibi. indiği yerdeki büyük ve geniş bulvar rüzgarlı. sıcak otobüsten sonra üzerindeki ısıyı kolayca söküp alıyor bulvar. bulutların ardından azıcık yüzünü gösteren güneş ümitlendiriveriyor onu. elindeki renkli toz bulutlarını otobüsteki köşeye umarsızca bırakışını düşünüyor. başkaları da okşasın onları diyor. gri kaldırıma doğru eğdiği bakışlarıyla şatafat şehrinin içlerine doğru adım atmaya başlıyor. içinden sürekli tekrar ediyor. hiçbir şey olmamış gibi. hiçbir şey olmamış gibi. hiçbir şey olmamış gibi...