23 Aralık 2015

möür

elimi içimdeki yalnızlığın şeffaf balçığından çıkardığımda, sanki elimde bir eldiven varmışcasına bir katmanla dünyaya dokunmaya çalışıyorum. bu anlarda sonsuz uzunlukta, yer yer çatlamış, yer yer kırılmış bir camın yüzeyinde geziyorum. elimi ne kadar uzağa uzatabileceğimi didiklediğimde ellerim lime lime oluyor. insan en uzak kendisine daldırabilir elini. bütün bu sis ve pus bulutu içinde, beynimin yalnızca bir uzantısı olan bu bedenin, gezegenin kendini var edebilme sürecindeki bilincinin bedenleşmiş hali olduğunu da hayal ediyorum. uzak bir gezegende, yine o gezegenin de kendi bilincini var edebilmek üzere, başka başka yaratıcılıklarla bambaşka ürünler verdiğinden de neredeyse eminim. bütün bu akışkan bilincin, elektriğin ve sıvının içinde, atomların bir köpük halinde dansı, arada bir çakan kıvılcımvari elektrik kaçakları ve biz kaçıklar. ömür dediğin.

30 Ekim 2015

kaya

tamamen aynı şartlar altında olsam ben de aynı şeyi yapardım diyor Aleaddin Şenel... birçoğunuza bambaşka şeyler çağrıştırsa da, bana yalnızca yalnızlığımı çağrıştırıyor.

yine kafamın içindeki o küçük cüce, "bütün bu yalnızlık" diye eveleyip geveliyor. evet eveleyip geveliyor, çünkü cümle böyle başlıyor ve hiçbir yere varmıyor. Lucretius İsa'nın doğumundan bilmem kaç yüzyıl önce atomlardan bahsediyor. ve o cansıkıcı aptal kalabalıklardan. yaptığım karalamaların altına kırmızı bir damga vuruyorum. hatta çoğu zaman sırf o damgayı vuracağım an gelsin diye sabırsızca bekliyorum. bunlar çok kişisel şeyler. aslında sizinle paylaşabileceğim tek şey de kişiselliğim sanırım.

zaman zaman eski bir alışkanlık olarak, bir şeylerde ya da bir yerlerde saklı kalmış bir anlam aradığım oluyor. sonra sakinleşiyorum. anlam arayan ya da bir anlam bulmuş kişilerin sakinleşebileceğini sanmam. bu ara Keith Jarrett'tan Bach'ın Fransız Suitlerini dinlemediyseniz mutlaka dinlemelisiniz.

gelelim asıl konuya. siz de biliyorsunuz ki, bir asıl konu elbette yok. çoğu zaman bir metafor olarak uzayda sürüklenen devasa bir kaya parçasını düşlüyorum. sürtünmesiz ortamda, sonsuza doğru büyük bir hızla ilerleyen, yalnız, soğuk ve hızlı koca bir kaya parçası. bazen çok büyük bir kütlenin çekim alanından etkilenip doğrultusu değişiyor. bazen başka bir serseri kayayla çarpışıp milyonlarca başka zerreye dağılıp ayrı yönlere yola çıkıyor. bazense, sadece büyük bir hızla sürükleniyor. şimdi bu kayaya baktığımda yalnızca kendimi görüyorum. uzay zamanda sonsuza dek sürüklenen, parçalanan, dağılan ama yolculuğu hiç durmayan, hiç bitmeyen bir ben. ve siz.






15 Eylül 2015

Ó Gente Da Minha Terra

bundan yaklaşık beş milyon yıl kadar evvel. bir göl kıyısındayız. henüz yeryüzü soğumamış. yüreklerimiz de. kadın bu üzüntünün kaynağının bu topraklardan geldiğinden bahsediyor. şimdi beş milyon yıl sonra değişen pek bir şey yok. topraktan damlayan kan hala yüreklerimize akıyor.

yağmur yağıyor. yukarıdan gölü gören ağaçlarla kaplı bir tepedeyiz. yağmur yağıyor. insanın içine kadar işleyen bir soğuk, etrafta her şeyi daha ıssız ve yalnız kılan bir sis ve içe kadar işleyen bir yağmur. sanki müzik evrenin varoluşundan beri geri planda çınlıyor. sanki ben her yalnızlığımda bu şarkıya düşmüşüm. sanki yalnızlık yok. ya da hiç bitmeyecek kadar çok. evren karanlık. soğuk. gezegen fazla sıcak. yağmur yağıyor. suyun atmosferdeki mucizevi döngüsünü izliyorum. geldiğim gezegende böyle bir döngü yoktu. derimde küçük ısırıklara benzer bir donma hissine rağmen izliyorum. kadın hala şarkıyı haykırıyor. bu şarkı söylemek değil. feryat. figan. topraktan geliyor bu üzüntü diyor. sırılsıklamım. sizi topraktan yarattım diyor. sizi topraktan bu üzüntüyle yarattım.

neta pruva

açıklardaki kuzubaşlarını okşamaya çıktık engin denize.

20 Temmuz 2015

2013 / harnup

bugün kazandığım bir saati sana hediye ediyorum şahenk. al sana bir akrep ve bir yelkovan. bir de eski püskü anahtar ve rüya yakalayıcı. eğer kötü bir rüya görürsen, o tutacak, fileye benzer ağları arasında. yok sen yine de kötü bir rüya görürsen götür yak onu. şamanlar ne zaman yanıldılar ki? bazen umudumu yitirdiğim ya da ümidimi yitirdiğim oluyor. bilirsin o halleri. bir hikayenin tatsız sonu gibi. gogolvari bir hikaye gibi yani. o paltoda öyle naif ve gerçek gözyaşları döküşüm gibi. bir paltoyu tamir etmeyen tüm o orospu çocuklarının az önce yürüdüğüm o dar sokaklarda kafalarını içki şişelerine gömmüş bu kalabalık olduğundan emindim. bu dünya kötü bir dünya şahenk. bazılarımız aç. bu yaşa geldim artık buna alışmalıyım değil mi? değil şahenk. buna alışmayacağım. sana ne oğlum diyenleri defterin "siktiredilmişler" sayfasına kaydedeceğim ve yola devam edeceğim. harnupun dalları altında aklıma düşen haikudan da anlayabileceğimiz üzere, tıpkı ışık pekmezi gibi bu dünya da hepimize yetmeli. ama bazılarımız bu dünyayı diğerlerine dar etmek istiyorlar. ve bunu yapabilmek için o kadar çok çalışmışlar ki, düşünüyorum yarın işe başlasak belki yüz yıl aralıksız çalışmamız gerekir. ne için mi şahenk? sana ve bana bizim düşman olmadığımızı anlatmak için. hatta belki yine de aramızdan anlamayanlar çıkar. çıkacaktır. o zaman işte devrimimizin doğası gereği onları asmamız gerekecek. tıpkı ecinnilerde o deli deli konuşan, masanın en ucundaki genç adam gibi. eşitlik için uğraştıkça bir tek adam yönetimine varacağız. bunlar büyük zavallılıklar şahenk. düşünürsen sen bile üzülürsün. benim de üzüldüğüm anlar oluyor işte böyle. bu şarkı eşliğinde özellikle. şunu bilmeni isterim. şarkıların zamanla her şey gibi bağlamları değişir. çünkü o kolunun iç tarafında aşağı doğru açılan dövmenin belki de ilelebet müthiş bir şekilde tespit ettiği biçimde her şey geçer. evet bazen bazı şeyler de birbirine geçer. ve böylelikle bağlamlar kopar, yer değiştirir, bozulur, yeniden kurulur. geçişlerle her şey birbirine geçer ve insan yollardan geçer. ve yollar da yollardan geçer. ve insanlar da insanlardan geçer. yolları kat edişler gibidir bu. bir insan bir insanın içinden üzerinden yanından geçebilir. siz belki bir insanın içine girmeyi şehvetle eş tutarsınız. oysa siz bir kelime uçuruverirsiniz havaya o gider kulağından girer kişinin. siz bir koku verirsiniz havaya o gider burnundan girer. siz bir duygunuzu verirsiniz o gider yüreğinden girer. ve siz teninizi verirsiniz birbirine geçiverir iki beden. her halükarda iki beden birbirine geçer. her şey geçer yani. tıpkı bizler gibi. o lahitin yanında gecenin zifiri karanlığında rakım ben ve denizin ılık sesi oturuyorduk. kral o lahitten çıkıp kendisine bir kadeh koydu. uzun uzun sessizce oturuşuyla her şey geçer der gibiydi. zaten sonra da sessizce kalkıp lahitine döndü. zaten şahenk sana bir örnekle kanıtlayamayacağım bir şeyden bahsetmem. böyle böyle kazandım senin güvenini. açık lahitlerden rakı kokusuna gelen krallar filan yani. orada o kayaların arasında oturup denizin kayalara geçtiği noktadan dünyaya bakarken, bu koca kaya parçasının uzayın içinde fırıl fırıl döndüğüne inandım. yani bütün bunların bir yalan olduğuna inandım aslında. o kayaları birbirine geçiren köprü misali yavaşça ve sessizce bedenimi denize geçirdim. belki bu sesi hiç duymadınız ama deniz kayalara çarparken bir aşığın soluk alıp verişi misali heyecanlıydı. içine geçiyordum. tüylerim diken diken olarak. o da benim içime geçiyordu. kayaların içine dolup boşalan suyun sesinde o şefkat vardı. sarılıp içine geçmek istediğiniz insanlar olmuştur. işte o içe geçiş şefkati ey insanoğlu. ey uzayda fırıl fırıl dönen zavallı insanoğlu. o güzelim şefkati bırakıp şehvetin peşine düştün. düşme demem ama düşeceksen de şefkatle iç içe geçmiş bir şehvetin peşine düş. birinin içine geç ve o da senin. ama bunu öyle şiddetli ve istekli yap ki, iki beden çarpışmanın şiddetiyle erisin ve birleşsin ve sen bir beden olmadığını anla. sonra şahenk şarkıda söylediği gibi ışığı görebiliyor musun (can you see the light?) umarım görebiliyorsundur. şarkıların bağlamı değişir.     

2013 / Dogen

A flower falls, even though we love it; and a weed grows, even though we do not love it. ~ Dogen

evren, enerji, tanrı bilmem ne... insanoğlunun büyük egosu. Galileo'nun "hayır efendiler biz evrenin merkezi değiliz" demesinin üzerinden bunca yüzyıl geçmesine rağmen hala insan kendini evrenin merkezi zannediyor. bütün o tek tanrılı dinlerin, iktidarları meşrulaştırmak üzerine kurulmuş politik dilini, 'muhalif' olmak iddiasındaki diğer cephelerin de bu kadar kolayca kabullenmesi, yalnızca insanın ne kadar zavallı bir varlık olduğunun bir başka göstergesidir. gerçekten de, bu minik gezegendeki canlılığımızın bulunduğumuz devasa sistemde kayda değer bir yanı bulunmamaktadır. elbette ki, insan kendi bedeninde ve zihninde evrene dair benzerlikler bulmakta güçlük çekmez. zira burada var olan tüm sistem karbon atomu üzerine bina edilmiştir. ama bu benzerlik ne insanın kutsallığının kanıtıdır, ne de evrenin merkezin buralarda bir yerden geçtiğinin. o yüzden biz sevsek de çiçek düşer sevmesek de... bırak evreni şahenk, hayat bile bizim düşlediğimizden daha büyüktür. cibran'ın ne kadar zen bir adam olduğunu tekrar kavrıyorum.    

10 Temmuz 2015

hep

kelimenin yalnızlığı... uzak bir kıtadan yola çıkan büyük bir gemi... yıkık dökük bir han. uzun kahverengi yıpranmış kapılar. zarafet elden başlar demişlerdi. çünkü zarafet dokunuşlardan edinilir. ne kadar güzel şeye dokunursan ve ne kadar güzel şey de sana dokunursa... kafamın içindeki o küçük melekler, bana daha fazla "hayat nedir" diye sormasınlar artık. bir zen keşişi gibi gidip tabaklarımı yıkamak istiyorum. insan kendisini yıkayamıyor şahenk. yıllar çok acayip. yaralar, yarıklar, izler, derinleşen çizgiler bırakıyor. denizin üzerinden karaya bakıyorum. hep buradaydım diyorum kendi kendime. hatırlamadığım milyonlarca yıl. o küçük melek fısıldıyor. nefesinin sıcaklığını kulağımda hissediyorum. sus artık diyorum. denizin üzerinde, dalgaların, suyun, renklerin ahengi. rüzgar. bütün o klişeler. klişeler. zihnimizin karanlık yanları. zihinlerimiz. burada var olmuş bu canlı türü olmak. yani bütün köpeklerin benzer olması gibi. bu beni neden bu kadar üzüyor anlamıyorum. bir arıyım. ustam da kelebekti. insan olmaktan kaçmıyoruz. sadece bu utancı taşımak bize ağır geliyor. siz benimsiyorsunuz. yalnızlığım uzun sürüyor. kapı açıldığında, milyonlarca yıldır buradayım diyorum.

25 Haziran 2015

uyduruk

şu bir gerçek ki, bir sel, bir fırtına, bir depremde ölmekle, bir uçak kazasına, bir trafik kazasına ya da bir cinayete kurban gitmek arasında bir fark yok. nereden geldiğimizi bilemedikçe, varoluşumuzun uydurulmuş kutsiyetine inanmaya devam edeceğiz. günün birinde varoluşumuzun gerçek sebebi ortaya çıksa bile, uydurulmuş kutsiyetler uzun süre daha tatlı gelecektir insanoğluna.

masaya konan sineği öldürmekte gösterdiğimiz hız ve umarsızlığı doğa da bizi öldürmekte gösteriyor. biz sineği öldürmekte gösterdiğimiz umarsızlığı, kendi hayatlarımıza kutsiyet olarak ekip biçiyoruz. sadece bu amansız kutsama sorunu bile, bizi inandığımız uydurmacaların ne kadar uyduruk olduğuna inandırabilmeli. ama bunu pek kafaya takmıyoruz. masaya konan sineği öldürüyoruz. sel de bizi alıp götürüyor. bütün bunların er geç birbiriyle bir ilgisi varmış gibi gelse de aslında ilgisi yok.

kendimizi bu medeniyeti kurabildiğimiz için kutsuyoruz. etrafta başka medeniyet kurmuş kimse olmadığı için de defalarca taçlandırıyoruz. koca bir evrende, bir gezegeni ele geçirip, tüm kaynaklarını kötürüm olana dek sömürmek ve yaşama elvermiş tek gezegeni "yaşanamaz" bir noktaya yavaş yavaş getiren bir medeniyet kurmak... evet gerçekten bizler bu büyük başarıyla, tanrının seçilmiş evlatları olduğumuzu ve üzerimize yüklediğimiz tüm kutsal payeleri hak ettiğimizi gösteriyoruz.

14 Haziran 2015

Mondo ve Koan


Sayın Mehmet Everest'e gönülden teşekkürlerimizle,
 
 
 
Zen yaşam biçiminde ustadan kalfaya bir aktarım yolu ...
Zen’in öğretmeye çalıştığı şey çevremize, olaylara, olgulara, bütün alışkanlıkların, koşullanmaların, ön yargıların ve art niyetlerin üzerinden sanki ilk defa görüyormuş, ilk defa rastlıyormuşuz gibi, heyecanla, şaşarak, yeni doğmuş bir çocuğun koşullanmamış bakışlarıyla... hatta bu bile değil. Budistlerin sık sık kullandıkları bir deyimle söyleyecek olursak “doğmamış zihnimizle” (1) bakmayı, görmeyi öğrenmek. Görenle görülen ikiliğinin ötesine geçerek gerçeği görmekle de yetinmeyip, gerçeği yaşamayı öğrenmek... Bu, aynı zamanda çok ihtiyacımız olan kıvancı da taşıyan bir yaşamı algılama şeklidir.
Nasıl başaracağız bu olağandışı şeyi?
Bunun için zihnimizin şimdiye kadar kullana geldiğimiz küçük bir bölümünün yerine tümünü devreye sokmak gerekli. Şimdiye kadar sorgulamaksızın kabul ettiğimiz tüm düalite kavramlarını, tüm ikici bakış açısını bir tarafa bırakıp, iç görüyü, sezgiyi, bilgeliği (prajna) uyandırarak elbette. Zen ayrıntılarla değil, işin özü, esasıyla uğraşır.
Descartes, zihnimizdeki tüm bilgileri akılcı açıdan kılı kırk yararak eleştirip, incelemiş, gerçeğe dayanak yapacak bir nokta ararken, üzüm sepetine benzettiği zihnimizi ayıklaya ayıklaya boşaltmış. Bize ait olmayanları ayıklayan bir sufi misali. Sufi geriye kalanın sadece Tanrı olduğunu söylerken, Descartes, ortada düşünmeyi sürdüren bir zihin görmüş. Böylece “düşünüyorum, öyleyse bir varlığım olmalı” (Cogito ergo sum) diyerek gerçeği üzerine yerleştirebileceği bir kaide bulmuş. Bir anlamda tümden gelip, gerisin geri tekrar tüme vararak insanı şöyle bir taramış.
Fakat işte burada zen eleştirel yaklaşımı devreye giriyor. Zen’in eleştirisine akılcı, mantıklı hiçbir çözüm direnemiyor... Batılı anlayışın “tamam, işte bu!” dediği yerde güneş bir kez daha Doğu’dan doğuyor... “Düşünüyorum, o halde varım” Ama, varlık nedir? sorusu halen ortada durup durmakta, etrafına utangaç gülücükler atmakta. İkici bakışla bakılırsa, varlığın arkasında saklanan şey yokluk (sunya) olacaktır, yoklukta varlık demek olmuyor mu? Göreceli anlayışı, mutlak anlayışa transfer ettiğimizde böyle bir sonuç çıkacaktır orta yere.
Bu tür kurgusal tartışmalarla ne kadar da Zen’den, Zen öğretisinden uzaklaşmış oluyoruz. Zen’in asıl karşı çıktığı şey; böyle bilgiççe tartışmalardır zaten... Her şeyden önce konunun girişinde bir yana bırakmak gereğinden bahsedilen “yargı yeteneğimizle” mutlak bir çözüme ulaşamayacağımızı iyice anlamalıyız.
Genç bir keşiş T’ang soyu döneminin en ünlü ustalarından Chao-chou’ya Zen öğretisi konusunda aydınlanmak istediğini söylemiş.
Usta buna karşılık;
"Kahvaltı ettin mi?" diye sormuş.
"Ettim usta." Yanıtını alınca da Chao-chou :
"Öyleyse, git kaplarını yıka." diye öğüt vermiş. Bu söyleşi üzerine de genç keşiş Zen gerçeğine uyanmış (2).
Yazının başlığında ki “ustadan kalfaya” sözü işte bunu açıklıyor, ustanın öyle bir sözü ile aydınlanabilmek için temelde belli bir disiplini almış olmak gereklidir, en azından düzenli meditasyon yapan, Zen öğretisinde akılla-mantıkla bir yere varılamayacağı gerçeğini hiç olmazsa sezmeye başlamış biri olmalıdır, işte o nedenle çırak yerine, kalfa dedik.
Zen öğretisinin bütün güçlüğü işte burada. Öyle mantıklı laflarla, anlamlı açıklamalarla beylik örneklerle Zen gerçeğinin iletilmek, aktarılmak olanağı yok. Zen ustaları bu iletişimi sağlamak için, bize akılcı yoldan baktığımız zaman oldukça yadırgatıcı gelen sorulu yanıtlı MONDO adı verilen söyleşi yöntemini uygulamışlar.
Mondo; genelde ustayla öğrencisi arasında, bazen de ustalar arasında gelişen ve ustanın olaylara, evrene bakış açısını, içsel algılayışını çok çarpıcı; mantıksal açıdan çelişkilerle dolu bir şekilde ortaya koyan ve hazır hale gelmiş olan öğrencinin (kalfanın) kurgulu zihninde köklü bir değişim yaşamasını, tümden bir dönüşümü amaçlayan bir söz ya da davranışın açığa çıkmasıdır. Mondonun yapmaya çalıştığı şey; mondoyu duyanda da benzer bir iç yaşantı oluşturacak iletişimi sağlamaktır. Zen gerçeğine gözleri açmaya çalışmaktır.
Bir gün Pai-chang, ustası Ma-tsu’yu görmeye gitmiş, birlikte kırda dolaşmaya çıkmışlar. O arada havada bir yaban kazları sürüsü belirince, usta Ma-tsu sorar :
"Nedir bunlar?"
"Yaban kazları ustam."
"Nereye uçuyor bunlar?"
"Uzaklara uçuyorlar."
Bu cevap üzerine Ma-tsu, öğrencisi Pai-chang’ın burnunu yakalar ve olabildiği kadar şiddetle sıkmaya başlar, canı çok acıyan Pai-chang “Ay ay ay” diye bağırarak çırpınırken, “Uzaklara uçuyorlar dedin, oysa bunlar en baştan dünya kurulalı beri buradalar...” diyerek zaman-uzay boyutunda aşkın bir gerçekliği, Zen gerçekliğini öğrencisinin zihninde oluşturarak, ona zen algılayışını aktarıvermiş.
Bu sorulu yanıtlı aktarım yolunda konular birbirinden çok farklı olabileceği gibi, ustanın kişiliği ile de farklılıklar artacaktır, fakat tüm Mondo’ların ortak özelliği; mantıklı bir anlaşılabilme ve açıklanabilmelerinin olmayışıdır. Zihnin kendini güvende hissettiği küçük anlayış yetisi açılmadan mondolardaki derin anlamın farkına varılabilmesi de mümkün olamayacaktır.
Ancak varlığımızın tümüyle çözümleyip özümleyebileceğimiz mondo’nun kabuğunu akıl ve mantık hiçbir türlü delip geçemeyecektir. Mantığın kısır ve katı kurallarını terkedip, zihnimizi bağımsızlaştırmadan, özgür bir zihne ulaşmadan Zen gerçeğine, Mondo’yla ulaşmak mümkün değildir.
Usta Chao-chou’ya bir keşiş sorar,
"Bodhi Dharma niçin kendi ülkesini bırakıp Çin’e geldi?"
"Avluda servi ağacı." Yanıtını verir Chao-chou... (3)
Bu yanıttan anlaşılan odur ki; keşişin hiç de bir anlamı olmayan, işe yaramaz sorusuna verilecek herhangi bir cevap keşişin salt, mutlak gerçekliğe uyanmasını sağlayamayacaktır, oysa salt gerçeklik sonsuz şimdinin yaşandığının farkına varılmasındadır... (karuna) şimdi her şeyden önemlidir, nefesi şimdi alıyor... şimdi nefesi veriyorsun... şimdi var olan “avluda servi ağacıdır...”
Gözlerimizin önünde apaçık, adeta kabak gibi açık halde duran Zen gerçekliği nasıl bir şeydir ki öyle kolayca algılanamamaktadır?... Nedir buna engel olan gizemli! güç?... Bu, bizim kurgulu zihnimizden başka bir şey değildir. Dış dünyaya sadece beş duyusuyla açılan insanın, duyularının farkına vardığı ayrıntılara, beyninin kurgularla dolu oluşu yüzünden kendini kapatıp, bir türlü bu algı kapılarından gelenlerin tam olarak farkına varamamasıdır. Hemen her normal sanılan insanda görülen bir içe kapanıştır bu, aslında bir tür zararsız delilik de denebilir bu içe dönük ve kendi sanılar dünyasında yaşamanın adına ... Herkes böyle olduğu için “delilik” adı konamamaktadır belki de...
Sung soyu döneminin Konfiçyus’çu şair ve devlet adamı Huang-shan-ku ünlü usta Hui-t’ang’a başvurup Zen öğretisini kendisine vermesini istemiş. Hui-t’ang demiş ki.
“Konfiçyus’çu metinlerde senin de çok iyi bildiğin bir bölüm var. İşte Zen’in öğretisi o bölümün içindeki sözlerdedir.” ve o bölümde ki Konfiçyus’un söylediği varsayılan sözleri hatırlatmış. “Sevgili öğrencilerim, sizlerden saklayacağım hiçbir şeyim yok.”
Bu sözleri dikkatle dinleyen Huang-shan-ku’nun aklı iyice karışmış. Hatta ustanın ustalığını gizliden gizliye kendince sorgular hale gelmiş. Ustaya bu sözlerine karşılık kendince bazı şeyler söylemeye kalkışınca usta onu
"Hayır, hayır" diyerek susturup konuşturmamış.
Birkaç gün sonra ikisi kırlarda huzurlu bir gezintiye çıkmışlar. Yabani defneler baştan başa çiçek içindeymiş, o buruk defne çiçeği kokusu her yanı sarıyormuş. Hui-t’ang: “Kokuları duyuyor musun?” diye sormuş. “Evet” diye yanıt alınca da; “Senden saklayacak hiçbir şeyim yok.” demiş. Bu söz de Huang-shan-ku’yu satoriye götürmeye yetmiş.
Zihin yeterince hazır hale gelmişse Mondo’nun yarattığı akıl dışı şimşek, yada kıvılcım demek daha doğru olacak, toptan bir dönüşümü başlatacaktır. Bunun ne olması gerektiği usta tarafından, ustanın kişiliğine de uygun olacak şekilde aniden keşfedilir ve en uygun, öğrencinin en hazır olduğu anda düğmeye basılır... Zen gerçeği denilen şey o kadar apaçık ki, onu mantıklı bir biçimde açıklamaya çalıştıkça onun üstünü de örtmüş oluyoruz, işte bu nedenle usta onu öğrencisine buldurmaya çalışır... Hatta usta yardımcı olacak yerde ona ek zorluklar çıkararak kurgulu zihnin iyice karışmasını sağlar... alışıldık zihinsel düzen iyice bir karışmalı ki kendiliğinden Zen gerçekliğine açık hale gelsin. Öğrencinin satori yaşamaya hazır olması, onun düzenli Zen meditasyonu olan zazen’i yapıyor olmasına bağlıdır, yarım saat oturarak, 5-6 dakika ise gezinerek (Kinhin), yapılabildiği kadar zazen yapılmalı her gün, mümkünse gün doğarken ve batarken tercih edilmeli, doğayla uyanıp doğayla beraber uykuya çekilmek gibi.
Kuşkusuz Mondo’nun etkinliği ansızın, beklenmedik oluşunda gizli. Bu beklenmediklik olmayınca Mondo da işlevini yapamayacaktır.
Öte yandan Zen yolunu izleyen öğrencilerin sayısında ki artış nedeniyle, ustayla çırak arasındaki kişisel ilişki artık eskisi kadar sık olamamaktaydı. Bunun üzerine Mondo öğretisinin özü, KOAN (adı verilen ve ustanın mantıkla açıklanamayacak kadar anlamsız bir sorusuna öğrencinin cevap arama çabası) öğretisine verildi.
Koan eğitimi Çin’de XII yy. da Sung soyu dönemi ustaları zamanında başladı ama XIII yy. dan sonra Japonya’da giderek daha sistemli bir duruma getirildi. Koan uygulamasına bugün uygulanmakta olan son ve kesin biçimini veren Hakuin’dir (1685-1768). Altı grupta toplanan 700 kadar koan vardır. Tam bir eğitim görmüş olmak için 50 kadar koanı çözmüş olmak gerekir. Koan eğitiminin 2 amacı var. Birincisi eski ustaların öğrencileriyle birebir görüşerek uyandırdıkları Zen bilinçliliğini yapay olarak oluşturmak. İkincisi ; aynı zaman diliminde daha çok öğrenciye Zen eğitimini uygulayabilmek. Bu şekilde Zen öğretisini yaygınlaştırabilmek. Koan, öğrenciye görev olarak verildikten sonra belli zaman dilimlerinde bir araya gelen usta ve öğrenci sanzen adı verilen görüşme yapabiliyorlardı. Böylece usta daha çok öğrenciyi eğitme görevini kolayca yerine getirebiliyordu.
Koan’lara örnek vermek gerekirse, şu ünlü Koan’lardan bahsedebiliriz;
Hui-neng’in kendisini yakalayıp pirlik alametlerini geri almaya gelen Ming’e söylediği; “Kendi gerçek yüzünü, hatta seni ananla baban tohumlamadan önceki durumuyla görmeye çalış” şeklindeki öğüdünü. (4)
Chao-chou’nun “Köpeklerde Buda yaratılışı var mıdır? Sorusuna verdiği “mu” (hayır, ama evet de nadiren olabilir tarzından çelişkili) cevabı.
Gene, Chao-chou’nun “Bodhi Dharma niçin memleketinden kalkıp Çin’e geldi?” sorusuna yanıt olarak söylediği “avluda servi ağacı.”
Hakuin’in bir Çin atasözünden esinlenerek aldığı, “iki elin sesi alkıştır, bir elin sesi nasıldır?” sorusu.
Bir gün bir usta öğrencilerine; “Zen’de lafla anlatılacak bir şey olmadığı gibi, öğreti olarak kutsal bir şey de yoktur.” dedikten sonra eklemiş, “bu sözlerimi onaylasanız da 30 sopa, onaylamasanız da 30 sopa...”
Bir başka usta, asasını kaldırıp göstererek sorar; “Buna asa derseniz çok olağan bir lakırdı etmiş olursunuz, yok asa değil derseniz de yanlış olur. Olumlu ya da olumsuz bir şey demeksizin, ona ne diyebilirsiniz?"
Kendisine çözsün diye koan verilen öğrenci, koan’ı çözeceğim diye uğraşır durur, ama koan aklın bütün atılımlarına direnir durur.
En sonunda öğrenci koan’ı çözmekte aklın, mantığın hiçbir yardımının olamayacağını yavaş yavaş anlamaya başlar. Usta da öğrencinin akıl yoluyla, mantık yoluyla bir çözüm bulamayacağını iyice kafasına sokmak için elinden ne geliyorsa yapar, işin zor tarafı bunu öğrencisine belli etmeden yapmasıdır.
Halil Cibran, 34 yaşında yoksulluktan ve türlü hastalıklardan ölüp giden hassas ruhlu, Lübnan’lı bir yazar... “Sizin en zayıf tarafınız, aslında en güçlü yanınızdır” demişti bir yazısında... Ustaya (Sensey) kesinkes inanıp da onun tarafından (kendi iyiliğiniz için) zorlanmaya açık bıraktığınız –zayıf- tarafınız... bağlantısını kuruverdim şu anda ... Bir de, Martı kitabının yazarının, (Richard Bach) Illusions / yanılgılar adlı fantastik romanında; “You seek the problems, because you need their gifts / problemleri ararsınız, çünkü onların size hediye edeceklerine ihtiyacınız var”... demişti ya...
Bir Zen ustası konuyu iyi özetlemiş: “Ben Zen yolunda çalışmalara başladığımda dağlar dağ, ovalar ova gibiydi, bu yolda ilerleme kaydettiğimde baktım ki ne dağlar dağ, ne de ovalar ova gibi... Yolun sonuna geldiğimde dağlar tekrar dağ, ovalar da ova gibiydi, ama artık her şey öylesine berrak görünüyordu ki... ” diyerek.
Aslında tüm bu; eskiden Mondo, sonraları Koan ile elde edilmek istenen şey, meditasyon yaparak gündelik bilinçliliğinden sıyrılıp, giderek “tam ve aşılmaz aydınlanmaya” (anuttura samyak sambodhi/ diğer adıyla nirvana) ulaşma evreleri olan satori açılımlarının yakalanmasına öğrencinin hazır hale gelmesi içindir.
Suzuki’ye göre; ustanın koanı çözmek için öğrenciye önerdiği yol, aklıyla düşünmeyi bırakıp, karnıyla düşünmeye başlamasıymış... Yani Suzuki usta şunu diyor: “Koan’ı varlığımızın bir parçası olan aklımızla değil, varlığımızın tamamıyla çözebiliriz... ”
Japonya’da Zen ekolleri iki ana temada toplanır; Rinzai (ansızın aydınlanmaya inanırlar, çünkü yöntemleri buna göredir) ve Soto (yavaş yavaş aydınlanma olacak şekilde çalışmalarını dizayn etmişlerdir) Her iki ekol de bana göre doğrudur, insanların fıtratları hangisine uygunsa o ekole gitmelidir.
Bu kadar açıklama ile sizleri Zen yaşam biçiminden iyice uzaklaştırdım, dilerim kesinlikle yanlış yapması olasılığı olmayan en büyük ustanın; kendi doğanızın yolunu izlersiniz...
 
Mehmet Everest
17. 06. 2004 / Yeşilköy
 
 
EKLER :
1-Yani zihnimizin bütün koşullanmalardan önceki yalın ve saf durumu. Buna çok güzel bir örnek, Zen’e çok yabancı ama satori yaşantısını hapishane de yaşamış bir Türk şairinin, Nazım Hikmet’in aşağıdaki şiirindedir.
Bu gün Pazar,
Bu gün beni ilk defa güneşe çıkardılar.
Ve ben ömrümde ilk defa gökyüzünün bu kadar benden uzak
Bu kadar mavi
Bu kadar geniş olduğuna şaşarak
Kımıldamadan durdum.
Sonra saygıyla toprağa oturdum,
Dayadım sırtımı duvara.
Bu anda ne düşmek dalgalara,
Bu anda ne kavga, ne hürriyet, ne karım.
Toprak, güneş ve ben...
Bahtiyarım...
2-D. T. Suzuki, Essays in Zen Buddism, First Series, Sf. 238
3-Yukarıdaki eser, Sf. 93
Edip Harabî’nin bir nefesindeki dörtlükteki gibi...  
 Yok iken Adem’le Havva alemde
 Hak ile Hak idik sırrı müphemde
 Bir gecelik mihman kaldık Meryem’de
 Hazreti İsa’nın öz babasıyız...
 Şiri’nin devriyesinden alınan bir kıta da şöyledir;
 Gâhı nebî gâhı velî göründüm
 Gâhı uslu gâhı deli göründüm
 Gâhı Ahmet gâhı Ali göründüm
 Kimse bilmez sırrım Kallaşidim ben
4- John Kingsley Birge, The Bektashi Order of Dervishes, Sf. 120-125

3 Haziran 2015

bulut

ayağımı bulutun içine uzattığımdan beri... bulut bizim yalnızlığımız. uzaktan pofuduk pofuduk duran, dokunsan yumuşacıkmış sandığın o bulut... nemli, ılık... bizi sarıyor. lacivert bir gece... bir sınır değer olarak tekrar beden... eğer beden bir sınır değer olmaktan çıksa, dışarıdaki dünya ne kadar daha genişleyebilir? biz ne kadar daha genişleyebiliriz... yalnızlık... bulut...

4 Nisan 2015

sevgili okur...

bu da sana olsun sevgili okur...

insan koca bir gözdür dersek fazla abartılı bir tanım olmaz aslında.

duyar, işitir, koklar, hisseder fakat bütün bunlar görmeyle tamamlanır. ne de olsa güzel bir gün batımı, ne duyarak, ne işitilerek, ne de koklanarak algılanabilir. bugün Armağan'ın dünya gezisi notlarını okurken insanlık tarihini bir baştan diğer başa katettim sanki. bu eski bir hikaye. Tezer'in, zamanında, çok isabetli şekilde ifade ettiği üzere, burası bizi öldürmek isteyenlerin ülkesi ey okur. burası kendisi gibi olmayandan nefret eden, onu en iyi ihtimalle ülke dışına sürmek isteyenlerin ülkesi. en kötü ihtimalleri ise benim size anlatmama gerek yok...

biz yazmak, okumak, gezmek, görmek ve bütün bu "değersiz" de olsa deneyimi diğerlerine aktarmak isteyen insanlarız. zaten bunca sayfayı okumamızın, bunca yeri gezmemizin, bunca insanı dinlememizin ve bulduğumuz her sanat eserine ya da "insan eserine" dikkatle eğilip bakmamızın sebebi de budur. çünkü eksik ve kabaca da olsa şöyle bir tanım insan için mutlaka geçerlidir; insan deneyimini paylaşabilen ve kalıcılaştırabilen bir hayvandır. burada insanı bir hayvan olarak nitelemek onu bu dünyaya bağlamaktır. yani bu milyon yıllık evrimin içinde, doğanın şartları altında yavaş yavaş ortaya çıkmış bir varlıktır insan. uzak bir cennetten pat diye bu dünyaya düşmüş değildir. o hikayelerde olduğu üzere pat diye dünyaya düştüğümüze inanmak bizi yaşadığımız dünyanın tüm sorumluluklarından kurtarır. biz kuşlardan, ağaçlardan, karıncalardan, kurbağalardan bağımsız bir sistemde yaşamıyoruz ey sevgili okur. şehir sizi her ne kadar buna inandırmaya gayret etse dahi n'olur bu saçmalıklara inanmayınız. buraya uzak bir cennetten düşmediğimizden, o cenneti hayal edip, onun için uğraşmamızın sonucudur dünyanın cehenneme dönüşü.

farkındayım sevgili okur... ölüm zor... kabul etmesi güç... zaman zaman ben de kendimi hayatın bittiği yerde başka ağulu bir dünya düşlerken buluyorum. fakat bu fikir kesinlikle bir zehirdir. bizi yaşadığımız andan, dünyadan, seslerden, kokulardan ve tüm sorumluluklardan kurtaran bir zehirdir. kurtardığını zanneden bir zehirdir.

neden "bu da sana olsun sevgili okur" diye başladım bu yazıya... yandaki sayaç gelip ziyaret ettiğinizi gösteriyor. neyi ararken karşınıza ben çıktım bilemiyorum. ama hiç kuşkunuz olmasın, kelimelerime ulaştığınız, onlara bir şekilde yeni bedenlerde, yeni hikayelerde, yeni bağlamlar kurduğunuz için sizlere şükran doluyum. zaten işte belki o hep hayalini kurduğumuz cennetvari mekan da budur. kelimeleriniz başka hikayelerde, başka bedenlerde sizden tamamen bağımsız olmasa da yeniden ve yeniden canlanır. gördüğünüz üzere halen ölümsüzlüğün peşinde iz sürmekteyiz. eski yazılarımı açıp okuduğumda bunu çok daha net görüyorum. çünkü dünkü ben de ölüdür. ve bu ölü varlığa ben buradaki kelimeler vasıtasıyla ulaşıyorum. sizin için ne kadar gereklidir bilemem tabi ama benim için, dünkü halime, dünde bıraktığım kelimelerin renkli auraları yoluyla ulaşmak hem kendime hem de o kelimelere bir şükran borcudur. işte bu şükran yüklü, rengarenk kelimelerime, zihinlerinizi, gözlerinizi, evlerinizi, yüreklerinizi açtığınız için size de şükran doluyum.

hayat güzeldir sevgili okur, ve eskinin göçebesi, şimdinin kız çocuğu babası Erdal Balsak'ın şiar edindiği üzere, hayat renklidir. o renkler tıpkı bir paletin üzerinde karışıp yeni renklere dönüşmesi misali, paylaştıkça içiçe geçer, koyulaşır, seyrelir, yeni renkler oluşur. milyonlarca yıl toprak, o ilk canlıyı var edebilmek için nasıl durmadan 'paylaşarak' dönüştüyse, bizlerin de, doğaya en yüce borcu, onunla içiçe olmak ve 'paylaşmak'tır.

sevgilerimle.

30 Mart 2015

bütün bu yalnızlık

bütün bu yalnızlığın bir yerde, bir anda biteceğine inandırılmış olmalıyım. oysa bir tortu gibi birikiyor. sanki göz altlarım çöktükçe, yanaklarım sarktıkça, derimin üzerinden de bir katman aşağı doğru akıyor ve bir yerlerde birikiyor. bu tortu da tam onun tortusu sanırım. uzun zaman önce, bir adam camın aslında katı olmadığını söylemişti. yüzyıllarca dünyada kalsan pencere camlarının dibinde kalınlaşıp üstlerinin açıldığını görürsün demişti. tam da böyle işte. bizlerde tam katı olmadığımız için yer çekimine karşı koymayan bedenlerimiz toprağa doğru akıyor. zaten bu topraktan gelip toprağa dönme metaforları mutlaka bu şekilde bulunmuş olsa gerek. zaten ah bu metaforlar... nasıl inandırıyorlar bizi en olmadık şeylere... hatırlıyorum. çocukluğumda her şey ne kadar komik geliyordu. sonra yavaş yavaş ciddileştim. hatta ciddileşmemin kahrını çeke çeke ciddileştim. alnımdaki çizgiler oluştukça kendime kızdım. kendime kızdıkça ciddileştim. akşam ekrandaki yaşlı amcaya sordular "en son ne zaman güldünüz?" "88 yılında"... beni anlamadığınızı biliyorum. yine de fındık kokulu çikolata çok güzel. gün batımları. ağaçlar. sanırım ağaçlar en güzeli. bana betondan ve her şeyden daha katı görünüyorlar. dağlar ve ırmaklar gibi. sanki ilelebet burada duracaklarmış gibi. benim toprağa doğru akan bedenime inat. evet benim naçiz vücudum elbet bir gün... evet evet... fakat doğru bir tespittir. naçiz vücudumun yok olacağı aşikar. ya ben... yeni yeni şu hayal gücünü kutsayan sanatçı ve bilim adamlarını anlıyorum. çünkü hayat ünlü hint deyişinin de dediği üzere, rüya içinde bir rüyadır. bu yüzden siz hayatı nasıl algılamayı hayal ediyorsanız hayat tam da odur. ve bu hayalin gücü tüm varoluşu kapsar. büyük hayaller kurmuş insanların isimlerini hala bu yüzden biliriz. onların eserler vermiş olmaları, tüm varoluşu etkileyen hayallerinin ürünüdür. ne diyordum ben... nasıl buraya geldik acaba... bloğun başlığında da yazdığım üzere, evet, yol yok oluştur. sonsuz evrenin hangi köşesinde, ne kadar zaman sonra, bu satırların yazarı ve okuru, nasıl bir şekilde tekrar muhabbet edecek... kim bilir. birbirine karışan zerreler, eriyen bedenler. sonsuz evrenler. hayal gücü. güzel bir gece bu. camınızı açın. bahar içeri dolsun. sakince dans edin. siz dans ederken başka zerreler sizinle buluşacak... hayat...