Hani derler ya ben sensiz yaşayamam diye.
İşte ben onlardan değilim.
Ben sensiz de yaşarım;
Ama seninle bir başka yaşarım.
N.H.R
kadın. sen bilmezsin. aklıma ölüm gelir. toprak olmak. kayalarla konuşmak. günün birinde bir deniz kıyısına ulaşıp, dalgalarla unufak olmak. karışmak. deniz. sen bilmezsin. o zaman gönlümden küçük bir gemi süzülüverir gökyüzüne. yelken açar maviliğe. kuşlarla kol kanat. pişman olmadığımdandır belki, sadece erteleyişler ölümü düşündürür bana. sen bilmezsin. yüksek bir dağın en tepesinden denize bakarken, seni özler, ölümü düşünürüm. kadın. sen bilmezsin. bir adam delileri yazar. delirirken delileri yazar. sen bilmezsin. kapatır kendini, gülümserken. içindeki deliye laf anlatmaya çalışır. anlatamadıkça, gülümser. sen bilmezsin. özler. sen bilmezsin. küçük küçük eller tutar rüyalarında. küçük küçük öper. sen bilmezsin. rüzgara kapılır sonra aklı. ayışığında ışıldayan denizin üzerinde gezintiye çıkar. her yer sen kokar. sen bilmezsin. kelimeler dizilir yanyana. hangisi hangisinin ruh eşi, şair onu arar. bulduğunda dizmez yanyana. hepsini dağıtır bir yana. içi yanar. sen bilmezsin.
--------------------------------------------------------------------------------------
sana söyleyeceklerim vardı dün akşam. denizi içime çekip söyleyesim vardı. o pencereden denize bakışımı izledim. denizde yüzen kayıklar, tekneler, yelkenler... sonra uzak kıyıdan geçen dev gibi bir gemi. rüzgar dışında ses yok. kulaklarımı yalayan rüzgarın uğultusu. sonra sonra duyuyorum, kuşlar var, çam dallarının arasından uğultuyla geçen rüzgar. cır cır böcekleri. yüreğim. cır cır böcekleriyle yüreğim ne de birbirine benziyor dedim kendi kendime. şimdi neden diye sorsan hatırlamam. ufak siyah defterimi çıkardım cebimden, bir de dolma kalem. iki satır bir şey karaladım. karalarken içimden bir filozofun melankolinin tanımını yapışı geçti. insanın beyni ölmüşse iyidir, kalbi daha canlı atar dedim kendi kendime. hep kendi kendime. kafamda bir şarkı çaldı yine. yalnız mıyım diye düşündüğüm de oldu. ama ben iyimser adamım sanırım. yalnız değilim. deniz var. gökler. hep mavi var. bir de yeşil. bir de yeşiller var. kendime bakabilmek isterdim oradan. denizin en yeşil yerinden. uzak. kıyı şehirleri. sonra balıkçılar. martılar. ah denizin parıltısı. içimde kırgın yerler var mı. bilmiyorum. el yordamıyla yokluyorum. yıllar geçiyor ben yoklarken. ağlamayalı da yıllar olmuş. insan içini tuzlu suyla yıkamalı. yıkıyorum. bir papatya dalı kırılır gibi kırılır kalbim. demin ki ikinci. taze çiçek dalı gibi ıslak kırıldı. içim ekşidi. tadına baksan yüzün ekşir. sonra papatyalar topluyorum gönlümden sana. bir buket yapıp yatağının başucuna bırakıyorum. sen uyuyorsun. bir papatyanın tarlada salınışı gibi. gözlerin sapsarı. saçların bembeyaz. sana bakıyorum. uykunu izlemek güzel bir şarkıya eşlik etmek gibi. sesim inceden yükselip alçalıyor. şarkılarda kendini kaybedebilir insan. hatta kendini hiç bulamayabilir de. bulması gerekmez de. bunu en iyi papatyalar anlatır sana. ha bir de rüzgar. rüzgarda dalgalanan bir papatya tarlası mı? ketum yalnızlıklarım oldu. böyle geveze olmayan. içimi burkan. içime çöken. dudaklarım bükük, damağım kuru. dilim yapışmış konuşamıyorum. sana bir şeyler söyleyecektim. dün gece. ya da önceki akşam. sabah. hayır hayır öğlendi. denize bakıyordum. elimde defterim vardı. içimdeki tok sesli adam üç beş kelime fısıldadı. yazıverdim. dolmakalem siyah aktı. denizden ses gelmiyordu. kuşlar. deniz bütün sesleri emiyordu. kalbimi açtım. hani öyle mecaz değil. göğüs kafesimi iki yanından açtım. kalbim açıkta. kırmızı kanımı akıttım denize. hiç ses yoktu. ah şimdi aklıma geldi sana bir şeyler söyleyecektim. geçen yıldı sanırım. denizdi. parlıyordu. aydı. güneşti. rüzgar da vardı.
26 Ağustos 2010
24 Ağustos 2010
delirmedikçe ömürden gidiyor
onur sustu. siyah, kıvamlı, parlak bir sıvı gibi olan yalnızlığına bırakıverdi kendini. ve diplere doğru battı. önce gözleri görmedi, sonra kulakları duymadı. teni hissizleşti. en son kalbi durdu. o haline baktı. beğendi. ah sessizlik. dünya nazikçe boşlukta dönmeye devam etti. gürültüsü kulakları sağır etti. siz duymadınız. onur ilk duyduğunda tedirgin oldu. sonra alıştı. sonra kelimeler havadan uçuştu. bir kız ona dayın sabah meditasyon huzur dedi. onur huzuru hatırladı. gülümsedi. içi sakinledi az da olsa. günün doğmasına az kala hala denizi gören camın önünde, hala notalardan yalnızlık söküyordu. sonra da onları bir bir kendi yalnızlığına giydiriyordu. daha zengin bir yalnızlığı olsundu. daha siyah. daha kıvamlı.
22 Ağustos 2010
* tijen *
ı.
beklentileri uzak , beklentileri kimsesiz , beklentileri çıldırtıcı. . .
ıı.
Bir insan delisi o , bir insan delisi (gizli bir deli)
ııı.
Uçurtmasının hep çakıldığını hatırlıyor ansızın. . . sonra sapsarı başaklarla dolu tarlalar. . . uçurtmasını uçur(t)mak için çırpınırcasına koşuşunu , her koşuşunda hissettiği ‘uçma olasılığının’ heyecanını ve heyecanının çakılış hezeyanlarıyla son buluşunu hatırlıyor. Çocukluğunu geçirdiği kırsal yöreyi hatırlıyor.
Sonra neler neler. . . kırmızı naylondan yapılmış uçurtmasını , uçurtmanın kuyruğunu. . . hepsi çok güzel ama hep çakılıyor uçurtma , hep çakılıyor , hep çakılıyor. . .
ıv.
Göğe çıkacak kadar onurlu değil belki de hiçbir parçası. Uçurtması göğe çıkmaya yetmiyor , yerde de uçmayı öğrenmeli mi ki ? elbet ?. . .
v.
aslında yeni yıkamış duygularını. . . tek tek , özene bezene , tek tek çitileyip , tek tek asmış korkularının uçurumuna. Korkunun bir duygu olmadığını düşünüyor içten içe. . . “her duygunun içinde bir miktar da olsa korku bulunmalı” diyor kendi kendine. (küçüklükten kalma bir korku sevecenliği , tanrılaşan korkular)
Yadsıyamadığı varlığında derin bir kayıplık hissi var , kayıplık da yadsınmıyor işte.
Ama çakılan uçurtmalara binip ansızın gelen bu kayıp yılgınlık da neyin nesi ya da yılgın kayıplık (?)
vı.
Şimdi burada oturup notalardan yalnızlığın çivisini söküyor , elinde karaktersizlikten çatlamış kalabalıktan yapılma bir kerpeten. . .
herşey karaktersiz.
Herşeyin fazlasıyla ayırdında aslında. Aslında asıl olan da bir silüet kadar belirgin. Asıl olan da beklentileri kadar çıldırtıcı. Belki de ‘fazla’ ayırdında herşeyin. Ya da herşey fazla ona. . . .
vıı.
Tam da bu zamanlar değil miydi ? hani geçen sene bir piknikte sevgilisiyle uçurtma uçurmaya çalışmaları ! aslında Tijen yine biliyordu uçur(t)amayacağını. Ya da belki bu yer etmişlikti uçur(t)mayan uçurtmayı. Kimbilir ! kimbilir nerede şimdi o ‘eski’ sevgilisi. . . ne de çabuk ‘eskidi’ ha , hayat ne çabuk yıpratıyor herşeyi , hayat en çok anılara karşı hoyrat belki. . . şimdi biliyor Tijen bu çakılan uçurtma sendromunun biranda kafasına nereden çakıldığını. . . geçen sene bu zamanlardan işte. . . usunun kancasına , engin anılar denizinde takılanlar bunlar. . . geçen sene bu zamanlar. . . eskitilmiş sevgiler , sevgililer. . . eskiyen herşey. . .
vıııı.
Ne de çok çağırıyor müzik ağlamaya insanı. . . flüt bir yandan , keman bir yandan , çello bir yandan ; piyanoysa zaten ağlıyor. . . Tijen hala beyaz renkli kuyruklu piyanosunun başında . . . hala notalardan yalnızlık söküyor , söktüğü yalnızlıkları kendi hayat melodramına giydirecek besbelli. . . bastıra bastıra vuruyor tuşlara , parmakları acırcasına ama ağlamıyor. Çünki piyano ağlarken kimsenin çıtı çıkmamalı. Susmalı evren , susmalı Tijen. . .
‘sözcüklerini içinde birebir barındırmamalı müzik’ diye düşünüyor piyanoyu dinlerken. Önemli olan Grieg’i , Beethoven’ı , Chopin’i ve diğerlerini duyabilmek , onlarla varolabilmek. . .
vıııı.
Sonra yeniden. . . ‘uçurtma yılları’na doğru bir derinliksiz dalış daha. . . usu iyice çığırından çıkıyor bu kez. . . usu kancadan koskoca bir ağa dönüşüyor. . . (geri dönüşsüzlüğün acımasızlığı kavuruyor belleğini)
önce annesini hatırlıyor Tijen. . . ağa takılan en büyükparça belki de. En ürkütücü olan da. . . yıllar boyunca o ufacık evde birkez bile birbirlerine bağırmadan ve dokunmadan verilmiş koskoca bir soğuk savaşın ‘savunmasız’ iki temsilcisi onlar. Birkez bile bağırmadı annesi Tijen’e ya da dövmedi ama hep dövüştüler. . . birlikte bulundukları yerlerde hep kulakları sağır eden bir kılıç kalkan şıkırtısı. . .
koskoca ve iki kişilik bir savaş. . . iki kişilik yenilgiler(zafersizlikler) , iki kişilik tükenmişlikler. . .
babası sonra. . .
hiç görmediği , hiç okumadığı , hiç yazmadığı , notalarda hiç aramadığı babası. . .
ölümle ölümsüzleşmiş babası. . . ölümle ölmüş babası. . . ölümün notalarına yazılmış ve hiç çalınmamış babası. . . sonra ağa takılan bir yığın soru işareti , bir yığın ünlem. . .
(o terasta , o iki odalı evde , iki ayrı odada , iki ayrı hayat , iki aynı dövüş , iki aynı zafersizlik. . . sonrası hep erkekler , hep kitaplar , hep tütsüler , hep kısık yanan ışıklar. . . mumlar. . . klasik müzik. . . piyano. . . sonrası hep sonrası işte. . .
sonrasız. . .)
x.
önce (neyin öncesiyse işte) o kırsal , karasal kasabanın boğuk rüzgarlarından sığınmak için kendine kurduğu sığınağı ; kütüphanasi yani. . . yani önce kütüphanesi. . . önce sığınak. . . ( hayat hep sığındırmış onu. . . kitaplara , mumlara , tütsülere , korkulara , piyanoya , klasik müziğe ve erkeklere. . . sığınak olamayacak kadar batakhane olan ; erkeklere. . .)
okudukça sonu gelen , okudukça sonu gelmeyen satırlar , dizeler. . . biten kitapları sığınağa (kitaphanesine) koyarken esen boğuk rüzgarlar. . .
Tijen’i boğan kırsallık ( karasallık) , Tijen’i boğan analık (anası). . . bir cenin dokuz aylık içiçeliğini bu denli yadsıyabilir mi ( Tijen neleri yadsımıyor ki. . .) bu karaktersiz kalabalık , bu ölü doğmuş düşler , bu sevgisiz aşklar ( aşksız sevgiler , sevgisiz nefretler , kinlerle beslenen tutkular ve daha neler neler )
Ne kadar alışıldık olmuş herşey. . .
Tüketmeye (üretmeden) ve yalınlığa (karmaşmadan) ne çok alışmışız. . . ne çok alışmışız. . .
Mahremiyetten ne kadar mahrumuz.
xı.
En zevk dolu , keyif dolu yılları genç kızlığı sanki. . . (en azından öyle hissediyor) en azından şehre gelmiş artık. . . karasal kırsallık uzak ama savaştan kaçmış bir komutanın ezikliği var gözlerinde , yüreğinde. . . hükmen yenik saymış kendini. . .
Yatılı okurken ilk kez beraber oluyor bir erkekle , yatılı okurken yatıyor bir erkekle. Böyle giriyor erkekler hayatına , bir sığınak gibi görünüp dipsiz ve karanlığa sürükleyen mağaralara dönüşüveriyorlar. . . yatılı okurken anlıyor Tijen ; erkekler sığınılmayacak kadar sığ. . .
(hayatının uzayan yıllarındaysa derin olan tek kurumun çelişkileri olduğunu anlıyor. . .)
herşey sığ. . . sığınaklar da ?. . .
yatılı yıllarında öğreniyor piyanoyu , klasik müziği , oda arkadaşlarında görüyor tütsü yakmayı , mum yakmayı. . . kitaplar dışında edindiği tüm sığınaklarını yatılı yıllarında öğreniyor.
Şehir burası ; kırsal değil , karasal değil sığınaklara ihtiyaç yok aslında ama sığınmak alışkanlık olmuş Tijen’de (korku sevecenliğinin kaynağı da tam bu yıllar işte –yatılı yıllar-- )
Zaten bundan sonra hayat hep yatılı Tijen için , bir daha hiç dönmüyor o kırsal kasabaya , yabancı yerlerde sürüyor hayat hep , gerçi o kasaba da ne kadar ‘yurt’ ki?
(yalnız birkez dönüyor yadsınmış ‘yurduna’. . . annesinin ölümü için dönüyor. Defnettikleri gece kalıyor orada , hiç ağlamıyor. . . cenazede herkes duasını okuyup ayrılırken Tijen ne dua ediyor ne de o tür herhangi birşey ; yalnızca taze örtülmüş nemli toprağın üzerine eğilip ‘savaş bitti anne’ diyor –annesine ilk kez anne sıfatıyla hitabı bu , ilk kez--. . .)
xıı.
Yüksek okul , üniversite yani. . . devletten aldığı burslarla ayakta duruyor hep. . . ama devletin maneviyatı yok ki. . .
tekrar erkekler. . . bir avuç maneviyat bulma ümidiyle. . .
ve tekrar kırılan ümitleriyle bir başına kalışı. . .
politik karmaşalar hergün bir arkadaşından ediyor Tijen’i (fikir ayrılıklarından falan değil ha , Tijen politikaya zırvalık gözüyle bakıyor , annesiyle olan savaşı bile kaybettiğine inanmışken başka savaşlara hiç yüreği yok , savaş istemiyor artık. . .)
hergün bir arkadaşını tıkıyorlar içeri. . .
arada bir ziyaret ediyor onları , burslarıyla ayakta durduğu devlete karşı hep mağrur hissediyor kendini bu ziyaretlerinde. . .
hep çelişki , hep çelişki. . .
çelişkileri varlığının kanıtı gibi , çelişmeyince varlığını hissetmiyor. . .
(çelişiyorum öyleyse varım)
üniversite bittiğinde artık hayat birebir dikiliyor önünde. bundan sonra sınavlarla kazanılacak burslar yok. . . tek akrabası , destekçisi olan ‘devlet’ de ansızın kayboluyor. . . hayat kazanmak lazım , para kazanmak lazım
(para = hayat) ne saçma ve ne gerçek ; ne çelişki !
xııı.
Bir yandan çalışıyor , bir yandan evlere gidip piyano dersleri veriyor. . . yeni insanlar görmeye , tanışmaya bayılıyor. . .
Bir insan delisi o
Kırsal çocukluğundan kalma miraslar bunlar. . . ne zaman kalabalığa çıksa yeni insanlar görse tanışsa konuşsa kendini arıyor o insanlarda. . . grift bir ayrıntı. . . onları kendisiyle aynı kılabilecek , yakın kılabilecek bir ortaklık arıyor. (akrabasızlık, sevgisizlik zor şey , dünyada bir başına olduğunu bilmek delirtir adamı , insan delisi yapar. . .)
Tijen bir deli. . .
Sokaklarda , kalabalıklarda herkesin yüzünü görebilmek için ölesiye paralıyor kendini , sanki gördüğü her yüz bir kazanç onun için. . .
Hayatı kendini aramak
Hayatı hergün delirmek
Kalabalığı bunca severken , yalnızlığını da seviyor. Yalnızken kendi kendine hep sorular soruyor , cevaplar veriyor. Kalabalıkta kimi aradığını daha iyi saptayabilmek için. . .
(kendini ararken bilmen gereken ilk şey kim olduğun , aradığının kim olduğu. . .)
xıv.
Zamanlar birbirinin içine geçerken ilk kez ‘kendine ait’ bir mülk ediniyor. . . hayatında ilk kez birşeylerden birinci tekilin sahiplik kipinde bahsetmeği hissediyor.
Tıpkı annesiyle yaşadığı yıllardaki gibi teras , tıpkı annesiyle yaşadığı yıllardaki gibi iki odalı bir ev. . .
( sanki herşeyi yeni baştan yaşamak için , bitirilmiş bir savaşın sonunda yapılan , savaşa adanmış bir anıt gibi. . . )
en baştan , herşeye. . . . . .
tam da birşeylere yeniden büyük bir hınçla başlarken yeni bir erkek ? belki. . . ama emin değil , çok rastlantısal olursa , şu filmlerdeki gibi. . . o zaman olabilir. . .
beklemeye başlıyor. . .
xv.
Beklentileri uzak , beklentileri kimsesiz , beklentileri çıldırtıcı. . .
Ne bekliyor. . . beklediği hiç gelmiş mi. . . gelse beklenti olur mu. . . en azından hiç geleceğine dair bir işaret vermiş mi. . .
Tijen biliyor ne beklediğini. Biliyor. . .
Aşkı bekliyor. . . ne annesinden , ne babasından (o da kimse) , ne de devletten göremediği aşkı bekliyor. Ama öyle bir aşk bekliyor ki hepsinin toplamı , hepsinin derlenmişi , hepsinin temize çekilmişi. . . saf aşk , içinde sade korku bulunmalı (herşeyde bulunacağı kadar)
maneviyatının tüm eksik kalmış yanları tamamen doldurulmalı
Kırsal bir aşk bekliyor. . . boğuk , tek düze , sapasağlam bir aşk. . .
Son sevgilisi. . . şu uçurtma uçurmaya başarısız partner olan. . .
(Tijen’le kim başarabilir ki. . . uçurtmaları lanetlenmiş onun , tanrılar göğe bir parça da olsun çıkmasını yasaklamışlar)
son sevgilisi bir parça ümitti o ‘saf’ aşk için. . . öyle bir aşkın varolma olasılığının düpedüz kanıtıydı işte. . . Fars’tı çocuk , adı Nadir’di.
Nadiriyetin inlediği bir kıyıydı yüreği. . . bir erkekten beklenmeyecek kadardı. . .
( bunca yıkılmışlığına rağmen Tijen yine erkeklerde arıyor uçsuz beklentilerini
bunca yıkılmışlığına rağmen yine erkeklerde arıyor ‘kendini’ , ne büyük bir budalalık bu , ne büyük bir dersalmazlık ,
ne büyük çelişki. . .)
acaba neredeydi şimdi Nadir ? bilse yanına gidecek miydi Tijen ? cevabını kim nereye gizlemişti bu soruların. . .
Nadir’i düşününce Tijen , sorularla Nadir’i düşününce , aklına Nadir’le bir sohbeti geliyor. . .
(us bir kez başladı mı anılar denizinde sürüklenmeye uslanmaz ki bir daha)
bıkkınlığın uçurumundan sarkmışken birgün , Tijen Nadir’e sorduğu soruyu anımsıyor. . .
“niçin bu hep bir çember etrafında dönüşümüz , niçin bu akılalmaz tekerrür , ne yapmak için. . . ne bir adım ötesi var ne bir adam berisi. . . bittikçe baştan başlamak niye. . . senin şu inandığın yüce tanrın aklını kaçırmış kullar mı seviyor , ha cevap ver bana , madem inanıyorsun , madem tanrın o senin , hadi kulu ol da cevap ver. . . niye. . .”
Tijen’in öfkesine , kibirine ( Tijen kibirliydi. . . o yüzdendi tanrıya inançsızlığı , o yüzdendi yüzsüzlüğü , ders almayışı ) ve yüksek tonlu sesine rağmen Nadir sakince cevap verdi “haklısın bir çember bu. . . ama boyutun eksik , çembere bir kez de gel yanımdan bak , göreceğin şekil bir spiral olacak , ucuna doğru sürekli sivrilen bir spiral. . .” Tijen sustu. . . bunca sene , bunca kitap. . . hiç mi birşey öğrenmemişti. . .
İlk kez bir erkek onu bu yönden yıkmıştı. . . ilk kez derin bir erkekti işte. . .
Hatırında kalan ufak ayrıntılar bile zekasına dair Nadir’in. . . ne de olsa satrancı bulan ırkın elemanı o. . .
Irk mı ?
xvı.
“Kapı çalıyor. . . yoksa bu da usumdan uydurduğum bir yanılgı mı. . . hayır hayır kapı çalıyor , hadi Tijen git de kapıyı aç. . .”
kapının çalışıyla gerçek dünya irkiliveriyor. . . tekrar buradayız işte. . . yağmur yağmış dışarıda azönce. . . toprak ıslak kokuyor. . . gelen de kapıcı. . . sabaha ne lazım diye soruyor. . .
herşey isminde çözülüveriyor Tijen’in. . . (ismi bile isminde çözülüyor)
saatlerdir düşüncedeymiş meğer , akşam oluyor. . . dışarıya bakıyor pencereden. . . bahar , hafif rüzgar, şu yağmur sonrası kesik esenlerden , tam uçurtmalık. . . gökkuşağı da iyice belirirken son deminde günün , ne uçar uçurtma. . .
ne de çabuk dalınıyor düşüncelere. . .
yine dalıverdi düşüncelere. . . yalnızlık zor işte , hep düşün , hep düşün. . . kıramadığın bir zincirin içinde ölesiye paradoks , ölesiye spiral. . .
bu kez de telefon. . . “birkez koptu ya iplik , düşünmek haram artık”
“kim arar ki akşamın bu saati. . .”
arayan Nadir’miş. . . işte tıpkı filmlerdeki gibi. . . “bu kez göreceksin uçacak uçurtmam. . . tanrılara meydan okurcasına. . . bu akşam Nadir’le yemeğe çıkıcam. . .”
diyor Tijen kendi kendine. . . içinde ‘ya uçmazsa’ korkusu hala canlı. . .
odasına geçiyor. . . güzel birşeyler giymeli bu gece , bu gece bir binbir gece masalı olmalı. . .
odasının penceresinden dışarı yarı çıplak bakarken gözüne ansızın telefon teline takılmış uçurtma takılıveriyor. . .
hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlıyor Tijen. . .(hayatında ikinci kez , ilki de doğduğu an ki zırlama işte) “uçsa bile tele takıldı” diyor. . . hıçkırıkların arasından bir kahkaha patlıyıveriyor sonra “ama uçtu değil mi , uçtu işte , uçtu. . .”
(saf aşk olmuyor mu ki , derlenmiş düzenlenmiş , arınmış aşk. . . takılacak illaha bir telefon teline. . .)
takılacak binbir gece masalları. . .
2-4 ağustos ’99
ankara
beklentileri uzak , beklentileri kimsesiz , beklentileri çıldırtıcı. . .
ıı.
Bir insan delisi o , bir insan delisi (gizli bir deli)
ııı.
Uçurtmasının hep çakıldığını hatırlıyor ansızın. . . sonra sapsarı başaklarla dolu tarlalar. . . uçurtmasını uçur(t)mak için çırpınırcasına koşuşunu , her koşuşunda hissettiği ‘uçma olasılığının’ heyecanını ve heyecanının çakılış hezeyanlarıyla son buluşunu hatırlıyor. Çocukluğunu geçirdiği kırsal yöreyi hatırlıyor.
Sonra neler neler. . . kırmızı naylondan yapılmış uçurtmasını , uçurtmanın kuyruğunu. . . hepsi çok güzel ama hep çakılıyor uçurtma , hep çakılıyor , hep çakılıyor. . .
ıv.
Göğe çıkacak kadar onurlu değil belki de hiçbir parçası. Uçurtması göğe çıkmaya yetmiyor , yerde de uçmayı öğrenmeli mi ki ? elbet ?. . .
v.
aslında yeni yıkamış duygularını. . . tek tek , özene bezene , tek tek çitileyip , tek tek asmış korkularının uçurumuna. Korkunun bir duygu olmadığını düşünüyor içten içe. . . “her duygunun içinde bir miktar da olsa korku bulunmalı” diyor kendi kendine. (küçüklükten kalma bir korku sevecenliği , tanrılaşan korkular)
Yadsıyamadığı varlığında derin bir kayıplık hissi var , kayıplık da yadsınmıyor işte.
Ama çakılan uçurtmalara binip ansızın gelen bu kayıp yılgınlık da neyin nesi ya da yılgın kayıplık (?)
vı.
Şimdi burada oturup notalardan yalnızlığın çivisini söküyor , elinde karaktersizlikten çatlamış kalabalıktan yapılma bir kerpeten. . .
herşey karaktersiz.
Herşeyin fazlasıyla ayırdında aslında. Aslında asıl olan da bir silüet kadar belirgin. Asıl olan da beklentileri kadar çıldırtıcı. Belki de ‘fazla’ ayırdında herşeyin. Ya da herşey fazla ona. . . .
vıı.
Tam da bu zamanlar değil miydi ? hani geçen sene bir piknikte sevgilisiyle uçurtma uçurmaya çalışmaları ! aslında Tijen yine biliyordu uçur(t)amayacağını. Ya da belki bu yer etmişlikti uçur(t)mayan uçurtmayı. Kimbilir ! kimbilir nerede şimdi o ‘eski’ sevgilisi. . . ne de çabuk ‘eskidi’ ha , hayat ne çabuk yıpratıyor herşeyi , hayat en çok anılara karşı hoyrat belki. . . şimdi biliyor Tijen bu çakılan uçurtma sendromunun biranda kafasına nereden çakıldığını. . . geçen sene bu zamanlardan işte. . . usunun kancasına , engin anılar denizinde takılanlar bunlar. . . geçen sene bu zamanlar. . . eskitilmiş sevgiler , sevgililer. . . eskiyen herşey. . .
vıııı.
Ne de çok çağırıyor müzik ağlamaya insanı. . . flüt bir yandan , keman bir yandan , çello bir yandan ; piyanoysa zaten ağlıyor. . . Tijen hala beyaz renkli kuyruklu piyanosunun başında . . . hala notalardan yalnızlık söküyor , söktüğü yalnızlıkları kendi hayat melodramına giydirecek besbelli. . . bastıra bastıra vuruyor tuşlara , parmakları acırcasına ama ağlamıyor. Çünki piyano ağlarken kimsenin çıtı çıkmamalı. Susmalı evren , susmalı Tijen. . .
‘sözcüklerini içinde birebir barındırmamalı müzik’ diye düşünüyor piyanoyu dinlerken. Önemli olan Grieg’i , Beethoven’ı , Chopin’i ve diğerlerini duyabilmek , onlarla varolabilmek. . .
vıııı.
Sonra yeniden. . . ‘uçurtma yılları’na doğru bir derinliksiz dalış daha. . . usu iyice çığırından çıkıyor bu kez. . . usu kancadan koskoca bir ağa dönüşüyor. . . (geri dönüşsüzlüğün acımasızlığı kavuruyor belleğini)
önce annesini hatırlıyor Tijen. . . ağa takılan en büyükparça belki de. En ürkütücü olan da. . . yıllar boyunca o ufacık evde birkez bile birbirlerine bağırmadan ve dokunmadan verilmiş koskoca bir soğuk savaşın ‘savunmasız’ iki temsilcisi onlar. Birkez bile bağırmadı annesi Tijen’e ya da dövmedi ama hep dövüştüler. . . birlikte bulundukları yerlerde hep kulakları sağır eden bir kılıç kalkan şıkırtısı. . .
koskoca ve iki kişilik bir savaş. . . iki kişilik yenilgiler(zafersizlikler) , iki kişilik tükenmişlikler. . .
babası sonra. . .
hiç görmediği , hiç okumadığı , hiç yazmadığı , notalarda hiç aramadığı babası. . .
ölümle ölümsüzleşmiş babası. . . ölümle ölmüş babası. . . ölümün notalarına yazılmış ve hiç çalınmamış babası. . . sonra ağa takılan bir yığın soru işareti , bir yığın ünlem. . .
(o terasta , o iki odalı evde , iki ayrı odada , iki ayrı hayat , iki aynı dövüş , iki aynı zafersizlik. . . sonrası hep erkekler , hep kitaplar , hep tütsüler , hep kısık yanan ışıklar. . . mumlar. . . klasik müzik. . . piyano. . . sonrası hep sonrası işte. . .
sonrasız. . .)
x.
önce (neyin öncesiyse işte) o kırsal , karasal kasabanın boğuk rüzgarlarından sığınmak için kendine kurduğu sığınağı ; kütüphanasi yani. . . yani önce kütüphanesi. . . önce sığınak. . . ( hayat hep sığındırmış onu. . . kitaplara , mumlara , tütsülere , korkulara , piyanoya , klasik müziğe ve erkeklere. . . sığınak olamayacak kadar batakhane olan ; erkeklere. . .)
okudukça sonu gelen , okudukça sonu gelmeyen satırlar , dizeler. . . biten kitapları sığınağa (kitaphanesine) koyarken esen boğuk rüzgarlar. . .
Tijen’i boğan kırsallık ( karasallık) , Tijen’i boğan analık (anası). . . bir cenin dokuz aylık içiçeliğini bu denli yadsıyabilir mi ( Tijen neleri yadsımıyor ki. . .) bu karaktersiz kalabalık , bu ölü doğmuş düşler , bu sevgisiz aşklar ( aşksız sevgiler , sevgisiz nefretler , kinlerle beslenen tutkular ve daha neler neler )
Ne kadar alışıldık olmuş herşey. . .
Tüketmeye (üretmeden) ve yalınlığa (karmaşmadan) ne çok alışmışız. . . ne çok alışmışız. . .
Mahremiyetten ne kadar mahrumuz.
xı.
En zevk dolu , keyif dolu yılları genç kızlığı sanki. . . (en azından öyle hissediyor) en azından şehre gelmiş artık. . . karasal kırsallık uzak ama savaştan kaçmış bir komutanın ezikliği var gözlerinde , yüreğinde. . . hükmen yenik saymış kendini. . .
Yatılı okurken ilk kez beraber oluyor bir erkekle , yatılı okurken yatıyor bir erkekle. Böyle giriyor erkekler hayatına , bir sığınak gibi görünüp dipsiz ve karanlığa sürükleyen mağaralara dönüşüveriyorlar. . . yatılı okurken anlıyor Tijen ; erkekler sığınılmayacak kadar sığ. . .
(hayatının uzayan yıllarındaysa derin olan tek kurumun çelişkileri olduğunu anlıyor. . .)
herşey sığ. . . sığınaklar da ?. . .
yatılı yıllarında öğreniyor piyanoyu , klasik müziği , oda arkadaşlarında görüyor tütsü yakmayı , mum yakmayı. . . kitaplar dışında edindiği tüm sığınaklarını yatılı yıllarında öğreniyor.
Şehir burası ; kırsal değil , karasal değil sığınaklara ihtiyaç yok aslında ama sığınmak alışkanlık olmuş Tijen’de (korku sevecenliğinin kaynağı da tam bu yıllar işte –yatılı yıllar-- )
Zaten bundan sonra hayat hep yatılı Tijen için , bir daha hiç dönmüyor o kırsal kasabaya , yabancı yerlerde sürüyor hayat hep , gerçi o kasaba da ne kadar ‘yurt’ ki?
(yalnız birkez dönüyor yadsınmış ‘yurduna’. . . annesinin ölümü için dönüyor. Defnettikleri gece kalıyor orada , hiç ağlamıyor. . . cenazede herkes duasını okuyup ayrılırken Tijen ne dua ediyor ne de o tür herhangi birşey ; yalnızca taze örtülmüş nemli toprağın üzerine eğilip ‘savaş bitti anne’ diyor –annesine ilk kez anne sıfatıyla hitabı bu , ilk kez--. . .)
xıı.
Yüksek okul , üniversite yani. . . devletten aldığı burslarla ayakta duruyor hep. . . ama devletin maneviyatı yok ki. . .
tekrar erkekler. . . bir avuç maneviyat bulma ümidiyle. . .
ve tekrar kırılan ümitleriyle bir başına kalışı. . .
politik karmaşalar hergün bir arkadaşından ediyor Tijen’i (fikir ayrılıklarından falan değil ha , Tijen politikaya zırvalık gözüyle bakıyor , annesiyle olan savaşı bile kaybettiğine inanmışken başka savaşlara hiç yüreği yok , savaş istemiyor artık. . .)
hergün bir arkadaşını tıkıyorlar içeri. . .
arada bir ziyaret ediyor onları , burslarıyla ayakta durduğu devlete karşı hep mağrur hissediyor kendini bu ziyaretlerinde. . .
hep çelişki , hep çelişki. . .
çelişkileri varlığının kanıtı gibi , çelişmeyince varlığını hissetmiyor. . .
(çelişiyorum öyleyse varım)
üniversite bittiğinde artık hayat birebir dikiliyor önünde. bundan sonra sınavlarla kazanılacak burslar yok. . . tek akrabası , destekçisi olan ‘devlet’ de ansızın kayboluyor. . . hayat kazanmak lazım , para kazanmak lazım
(para = hayat) ne saçma ve ne gerçek ; ne çelişki !
xııı.
Bir yandan çalışıyor , bir yandan evlere gidip piyano dersleri veriyor. . . yeni insanlar görmeye , tanışmaya bayılıyor. . .
Bir insan delisi o
Kırsal çocukluğundan kalma miraslar bunlar. . . ne zaman kalabalığa çıksa yeni insanlar görse tanışsa konuşsa kendini arıyor o insanlarda. . . grift bir ayrıntı. . . onları kendisiyle aynı kılabilecek , yakın kılabilecek bir ortaklık arıyor. (akrabasızlık, sevgisizlik zor şey , dünyada bir başına olduğunu bilmek delirtir adamı , insan delisi yapar. . .)
Tijen bir deli. . .
Sokaklarda , kalabalıklarda herkesin yüzünü görebilmek için ölesiye paralıyor kendini , sanki gördüğü her yüz bir kazanç onun için. . .
Hayatı kendini aramak
Hayatı hergün delirmek
Kalabalığı bunca severken , yalnızlığını da seviyor. Yalnızken kendi kendine hep sorular soruyor , cevaplar veriyor. Kalabalıkta kimi aradığını daha iyi saptayabilmek için. . .
(kendini ararken bilmen gereken ilk şey kim olduğun , aradığının kim olduğu. . .)
xıv.
Zamanlar birbirinin içine geçerken ilk kez ‘kendine ait’ bir mülk ediniyor. . . hayatında ilk kez birşeylerden birinci tekilin sahiplik kipinde bahsetmeği hissediyor.
Tıpkı annesiyle yaşadığı yıllardaki gibi teras , tıpkı annesiyle yaşadığı yıllardaki gibi iki odalı bir ev. . .
( sanki herşeyi yeni baştan yaşamak için , bitirilmiş bir savaşın sonunda yapılan , savaşa adanmış bir anıt gibi. . . )
en baştan , herşeye. . . . . .
tam da birşeylere yeniden büyük bir hınçla başlarken yeni bir erkek ? belki. . . ama emin değil , çok rastlantısal olursa , şu filmlerdeki gibi. . . o zaman olabilir. . .
beklemeye başlıyor. . .
xv.
Beklentileri uzak , beklentileri kimsesiz , beklentileri çıldırtıcı. . .
Ne bekliyor. . . beklediği hiç gelmiş mi. . . gelse beklenti olur mu. . . en azından hiç geleceğine dair bir işaret vermiş mi. . .
Tijen biliyor ne beklediğini. Biliyor. . .
Aşkı bekliyor. . . ne annesinden , ne babasından (o da kimse) , ne de devletten göremediği aşkı bekliyor. Ama öyle bir aşk bekliyor ki hepsinin toplamı , hepsinin derlenmişi , hepsinin temize çekilmişi. . . saf aşk , içinde sade korku bulunmalı (herşeyde bulunacağı kadar)
maneviyatının tüm eksik kalmış yanları tamamen doldurulmalı
Kırsal bir aşk bekliyor. . . boğuk , tek düze , sapasağlam bir aşk. . .
Son sevgilisi. . . şu uçurtma uçurmaya başarısız partner olan. . .
(Tijen’le kim başarabilir ki. . . uçurtmaları lanetlenmiş onun , tanrılar göğe bir parça da olsun çıkmasını yasaklamışlar)
son sevgilisi bir parça ümitti o ‘saf’ aşk için. . . öyle bir aşkın varolma olasılığının düpedüz kanıtıydı işte. . . Fars’tı çocuk , adı Nadir’di.
Nadiriyetin inlediği bir kıyıydı yüreği. . . bir erkekten beklenmeyecek kadardı. . .
( bunca yıkılmışlığına rağmen Tijen yine erkeklerde arıyor uçsuz beklentilerini
bunca yıkılmışlığına rağmen yine erkeklerde arıyor ‘kendini’ , ne büyük bir budalalık bu , ne büyük bir dersalmazlık ,
ne büyük çelişki. . .)
acaba neredeydi şimdi Nadir ? bilse yanına gidecek miydi Tijen ? cevabını kim nereye gizlemişti bu soruların. . .
Nadir’i düşününce Tijen , sorularla Nadir’i düşününce , aklına Nadir’le bir sohbeti geliyor. . .
(us bir kez başladı mı anılar denizinde sürüklenmeye uslanmaz ki bir daha)
bıkkınlığın uçurumundan sarkmışken birgün , Tijen Nadir’e sorduğu soruyu anımsıyor. . .
“niçin bu hep bir çember etrafında dönüşümüz , niçin bu akılalmaz tekerrür , ne yapmak için. . . ne bir adım ötesi var ne bir adam berisi. . . bittikçe baştan başlamak niye. . . senin şu inandığın yüce tanrın aklını kaçırmış kullar mı seviyor , ha cevap ver bana , madem inanıyorsun , madem tanrın o senin , hadi kulu ol da cevap ver. . . niye. . .”
Tijen’in öfkesine , kibirine ( Tijen kibirliydi. . . o yüzdendi tanrıya inançsızlığı , o yüzdendi yüzsüzlüğü , ders almayışı ) ve yüksek tonlu sesine rağmen Nadir sakince cevap verdi “haklısın bir çember bu. . . ama boyutun eksik , çembere bir kez de gel yanımdan bak , göreceğin şekil bir spiral olacak , ucuna doğru sürekli sivrilen bir spiral. . .” Tijen sustu. . . bunca sene , bunca kitap. . . hiç mi birşey öğrenmemişti. . .
İlk kez bir erkek onu bu yönden yıkmıştı. . . ilk kez derin bir erkekti işte. . .
Hatırında kalan ufak ayrıntılar bile zekasına dair Nadir’in. . . ne de olsa satrancı bulan ırkın elemanı o. . .
Irk mı ?
xvı.
“Kapı çalıyor. . . yoksa bu da usumdan uydurduğum bir yanılgı mı. . . hayır hayır kapı çalıyor , hadi Tijen git de kapıyı aç. . .”
kapının çalışıyla gerçek dünya irkiliveriyor. . . tekrar buradayız işte. . . yağmur yağmış dışarıda azönce. . . toprak ıslak kokuyor. . . gelen de kapıcı. . . sabaha ne lazım diye soruyor. . .
herşey isminde çözülüveriyor Tijen’in. . . (ismi bile isminde çözülüyor)
saatlerdir düşüncedeymiş meğer , akşam oluyor. . . dışarıya bakıyor pencereden. . . bahar , hafif rüzgar, şu yağmur sonrası kesik esenlerden , tam uçurtmalık. . . gökkuşağı da iyice belirirken son deminde günün , ne uçar uçurtma. . .
ne de çabuk dalınıyor düşüncelere. . .
yine dalıverdi düşüncelere. . . yalnızlık zor işte , hep düşün , hep düşün. . . kıramadığın bir zincirin içinde ölesiye paradoks , ölesiye spiral. . .
bu kez de telefon. . . “birkez koptu ya iplik , düşünmek haram artık”
“kim arar ki akşamın bu saati. . .”
arayan Nadir’miş. . . işte tıpkı filmlerdeki gibi. . . “bu kez göreceksin uçacak uçurtmam. . . tanrılara meydan okurcasına. . . bu akşam Nadir’le yemeğe çıkıcam. . .”
diyor Tijen kendi kendine. . . içinde ‘ya uçmazsa’ korkusu hala canlı. . .
odasına geçiyor. . . güzel birşeyler giymeli bu gece , bu gece bir binbir gece masalı olmalı. . .
odasının penceresinden dışarı yarı çıplak bakarken gözüne ansızın telefon teline takılmış uçurtma takılıveriyor. . .
hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlıyor Tijen. . .(hayatında ikinci kez , ilki de doğduğu an ki zırlama işte) “uçsa bile tele takıldı” diyor. . . hıçkırıkların arasından bir kahkaha patlıyıveriyor sonra “ama uçtu değil mi , uçtu işte , uçtu. . .”
(saf aşk olmuyor mu ki , derlenmiş düzenlenmiş , arınmış aşk. . . takılacak illaha bir telefon teline. . .)
takılacak binbir gece masalları. . .
2-4 ağustos ’99
ankara
16 Ağustos 2010
dance me to the end...
biz üç kişiyiz. sen, ben ve cohen. cohen yalnızca bir sesten ibaret. sen yeşilden bense yokluktan ibaretim. gezegen küçük. bu kadar imge bile çok.
bir dans başlıyor.
aşkın sonuna doğru kanatlanan bir dans.
kayışını en uzun izleyebildiğim yıldızı hatırlıyorum.
o yıldızın atmosferde çıkardığı ses. sonra sen hikayeler anlatıyorsun. gerçeklikten o kadar uzak o kadar esrik şeyler. damları düz evler. tahtlarda uyuyan küçük prensesler. yakın mı yakın yıldızlar. sonra bir şehir. evleri kat kat dizilmiş. dünyanın ilk zamanlarına bakan evler. dünyanın bütün macerası ayaklarımızın altında.
dans sürüyor. sonra bir yarık açılıyor bir ermiş adam acele ederken içine düşüveriyor. bu onun hayat hikayesi. en sonunda yine yürürken yarığa bakıyor ve yanından geçip gidiyor. bir ermiş adam acele ederken birden aşka düşüveriyor. hep düşüveriyor. düşünce, yıldızlar daha yakına geliyor. ah unutacaktım neredeyse bir de amatörler ve romantikler var. onlar yine de güzellikten yanalar. nüanstan yanalar. mesela bir gece vakti, deniz kenarındaki kat kat çay bahçesinin masalarında kırmızı mumlar görmek hoşlarına gidiyor. ya da yelken direği olan yatlar, yeşil ağaçlar ve yavru kediler. zaten yavru kediler gibi şaşkın, kırmızı mumlar gibi tutkulular, yelken direkleri gibi başlarında kavak yelleri esiyor. dünü unutuveriyorlar. ve bir kahkaha patlatıyorlar.
tekrar gezegene dönersek ve şarkıya... yıldızlar kayarken, bir denizin kenarında, sonsuz karanlıkta, bir çift kırmızı mum eşliğinde, uzaklarda bir yelkenlinin yelkenine dolan rüzgarın sesi ve danseden bir aşık çift. ayakları denizde, kumlara bata çıka... bir sonsuzluğun içinde ve bir sonsuzluğa doğru dansediyorlar. bu bir peri masalı değil. nadiren de olsa periler dünyaya inerler, beyaz elbiseler giyip şen kahkahalar atarlar. yürüdükleri zaman berilerinde yıldız tozları bırakırlar ve berilerinde deniz durmadan renk değiştirir. onları böylece tanırsınız. bir de yere değmeden yürüyen ayakları vardır. bebek gibi elleri, kedi yavruları gibi gözleri... kelimeler bir bizi hapsediverir bir bizi özgürlüğe salıverir. sussak kelimeler kumdan kaleler gibi deniz suyunda eriyecek. konuşsak taştan duvarlar öreceğiz. taştan duvarların içinde yeşil ağaçlar, biraz peri tozu bir yığın kahkaha.
sonra bir dans...
bir gezegen. ben yokluk olayım cohen de bir ses.
sense yeşilden ve beyazdan ibaret.
bir dans başlıyor.
aşkın sonuna doğru kanatlanan bir dans.
kayışını en uzun izleyebildiğim yıldızı hatırlıyorum.
o yıldızın atmosferde çıkardığı ses. sonra sen hikayeler anlatıyorsun. gerçeklikten o kadar uzak o kadar esrik şeyler. damları düz evler. tahtlarda uyuyan küçük prensesler. yakın mı yakın yıldızlar. sonra bir şehir. evleri kat kat dizilmiş. dünyanın ilk zamanlarına bakan evler. dünyanın bütün macerası ayaklarımızın altında.
dans sürüyor. sonra bir yarık açılıyor bir ermiş adam acele ederken içine düşüveriyor. bu onun hayat hikayesi. en sonunda yine yürürken yarığa bakıyor ve yanından geçip gidiyor. bir ermiş adam acele ederken birden aşka düşüveriyor. hep düşüveriyor. düşünce, yıldızlar daha yakına geliyor. ah unutacaktım neredeyse bir de amatörler ve romantikler var. onlar yine de güzellikten yanalar. nüanstan yanalar. mesela bir gece vakti, deniz kenarındaki kat kat çay bahçesinin masalarında kırmızı mumlar görmek hoşlarına gidiyor. ya da yelken direği olan yatlar, yeşil ağaçlar ve yavru kediler. zaten yavru kediler gibi şaşkın, kırmızı mumlar gibi tutkulular, yelken direkleri gibi başlarında kavak yelleri esiyor. dünü unutuveriyorlar. ve bir kahkaha patlatıyorlar.
tekrar gezegene dönersek ve şarkıya... yıldızlar kayarken, bir denizin kenarında, sonsuz karanlıkta, bir çift kırmızı mum eşliğinde, uzaklarda bir yelkenlinin yelkenine dolan rüzgarın sesi ve danseden bir aşık çift. ayakları denizde, kumlara bata çıka... bir sonsuzluğun içinde ve bir sonsuzluğa doğru dansediyorlar. bu bir peri masalı değil. nadiren de olsa periler dünyaya inerler, beyaz elbiseler giyip şen kahkahalar atarlar. yürüdükleri zaman berilerinde yıldız tozları bırakırlar ve berilerinde deniz durmadan renk değiştirir. onları böylece tanırsınız. bir de yere değmeden yürüyen ayakları vardır. bebek gibi elleri, kedi yavruları gibi gözleri... kelimeler bir bizi hapsediverir bir bizi özgürlüğe salıverir. sussak kelimeler kumdan kaleler gibi deniz suyunda eriyecek. konuşsak taştan duvarlar öreceğiz. taştan duvarların içinde yeşil ağaçlar, biraz peri tozu bir yığın kahkaha.
sonra bir dans...
bir gezegen. ben yokluk olayım cohen de bir ses.
sense yeşilden ve beyazdan ibaret.
15 Ağustos 2010
farketmeden
bütün bunlar yalnızlıktan önce başladı. en azından bunu biliyorum.
pazar sabahı.
karşımda çarşaf gibi uzanan rengarenk bir deniz.
ve yine şaşkınlıklarım.
sanki sizin kelimelerinizle bunu anlatsam 'kabullenmek' diyeceğim ama değil.
bu başka.
kendimi bıraktığım o yerçekimsiz ortamda,
atomlarla, gezegenlerle ve nebulamla dönüyoruz.
kimse ses çıkarmıyor.
herkes şaşkın ve sakin. bütün bu bir'liktelikle kabullenmiyorum.
onlar sizin kelimeleriniz.
kelimelerle ve eşyayla iki tür hapislik yaşıyoruz.
birinde zihnimiz hapsoluyor birinde bedenimiz.
hepsi de 'farketmeden' oluyor. ben fikret'i seviyorum. çünkü o naif bülent gibi değil. bu uzun hikaye. bir de kısa hikayeler var. zen hikayeleri. okusan hepsini seversin.
ama her kışın bir baharı, her şeyin bir zamanı var. bazılarımızın dermanı yok.
onlar beni üzüyor. sonra bir de kayan yıldızlar. bir gezegenim var, onu paylaşmak istedim 'ben sizden değilim' dedi. zaten yıldızlar da kaymadı o gece. şimdi de fikret söylüyor, pişman desen değilim diyor. ben de değilim fiko. zaten sırf bu yüzden bile olsa seni daha fazla seviyorum. daha fazla sevmek ne demek sorsan onu bilmiyorum. bilime inanasım yok. oyunlar oynayasım da yok. kendim gibi oluveriyorum. yeşillikler içinde bir çay bahçesi, uzun direğiyle bir yelkenli, eski şarkılar ve yine huzur. farketmeden oluveriyor her şey. beyazın hiç bu kadar güzel olduğunu bilmezdim. gözlerim açıkken ama farketmeden. yeşil yapraklar nefes alıp verirken ve bir ağaç köklerini daha derine doğru salarken. hatta dünya dönerken ve yıldızlar kayarken.
bütün bunlar yalnızlıktan önce başladı bunu biliyorum.
ayaklarımı toprağa basıyorum. şimdi buradayım. toprakla. ve denizle.
pazar sabahı.
karşımda çarşaf gibi uzanan rengarenk bir deniz.
ve yine şaşkınlıklarım.
sanki sizin kelimelerinizle bunu anlatsam 'kabullenmek' diyeceğim ama değil.
bu başka.
kendimi bıraktığım o yerçekimsiz ortamda,
atomlarla, gezegenlerle ve nebulamla dönüyoruz.
kimse ses çıkarmıyor.
herkes şaşkın ve sakin. bütün bu bir'liktelikle kabullenmiyorum.
onlar sizin kelimeleriniz.
kelimelerle ve eşyayla iki tür hapislik yaşıyoruz.
birinde zihnimiz hapsoluyor birinde bedenimiz.
hepsi de 'farketmeden' oluyor. ben fikret'i seviyorum. çünkü o naif bülent gibi değil. bu uzun hikaye. bir de kısa hikayeler var. zen hikayeleri. okusan hepsini seversin.
ama her kışın bir baharı, her şeyin bir zamanı var. bazılarımızın dermanı yok.
onlar beni üzüyor. sonra bir de kayan yıldızlar. bir gezegenim var, onu paylaşmak istedim 'ben sizden değilim' dedi. zaten yıldızlar da kaymadı o gece. şimdi de fikret söylüyor, pişman desen değilim diyor. ben de değilim fiko. zaten sırf bu yüzden bile olsa seni daha fazla seviyorum. daha fazla sevmek ne demek sorsan onu bilmiyorum. bilime inanasım yok. oyunlar oynayasım da yok. kendim gibi oluveriyorum. yeşillikler içinde bir çay bahçesi, uzun direğiyle bir yelkenli, eski şarkılar ve yine huzur. farketmeden oluveriyor her şey. beyazın hiç bu kadar güzel olduğunu bilmezdim. gözlerim açıkken ama farketmeden. yeşil yapraklar nefes alıp verirken ve bir ağaç köklerini daha derine doğru salarken. hatta dünya dönerken ve yıldızlar kayarken.
bütün bunlar yalnızlıktan önce başladı bunu biliyorum.
ayaklarımı toprağa basıyorum. şimdi buradayım. toprakla. ve denizle.
5 Ağustos 2010
deniz, kum, biraz ferahlık ve sonrası
yine o pencerenin önündeyim. denizin üzeri tuzluymuş gibi hissettiğim bir bulutla kaplı. eskilerden bir günü, buraya ilk geldiğimde düşündüğümü düşünüyorum. bir maziyi anışımı anıyorum yani. bir mutluluk anını özleyişimin, ne kadar melankolik olduğunu düşünüyorum. zaman gerçekten geçiyor, bir zamanlar geceleri uyandırılıp yıldızları izlemem ve geçen uçakları saymam için bir yerlere götürülüyordum. o zamanlar, o gecelerde neler düşünüyordum, hiç hatırlamıyorum. oysa bugün, yani az önce tekrar o pencerenin önüne geçince, iz bırakmayı düşündüm tekrar. hani binlerce kez düşündüğüm şeyleri, tekrar tekrar teyit edişim. tekrar düşündüm. bana sinir yaramıyor olric. şahenk bunu senden daha iyi bilir. ama insan kendini var edecekse yani hani şu iz bırakma hadisesi, bir yerlere mührünü basmayı içinden geçiriyorsa yani kişi bunu yapması için çok geniş bir alana ihtiyacı olur gibi geldi bana. yani denizi izlerken. evet dedim bu gerçekten yeterli bir alan. bana bir deniz verin, ben de kendimi gerçekleştireyim. üzgünüm ama bunu karada yapamam. belki gökyüzü de bunun için elverişlidir fakat deniz bambaşka. kafamı sokuyorum, nefesimi tutup dinliyorum. etrafımı bürüyen evrenin hiç bu kadar bana değdiğini, benle birleştiğini anımsamıyorum. şimdi ben artık evrene 'değiyorum', ve o da üzerimden akıp geçiyor. her zamanki gibi bu bir çoğalış. değmek ve içiçe geçmek çoğaltıyor, 'evren yasası bir'. çoğalıyorum ve böylelikle renk değiştirdiğini keşfettiğimiz denizlerle kendime doğru tekrar yola çıkıyorum. bir mühür basmak adına. sonra bir nefes alıyorum, içime denizin 'ferahlığı' doluyor. insan iz bırakmalı mı diye tekrar soruyorum kendime. dedim ya bu kafa yoruş 'insanlıkla' birleşmeye dair bir çaba. insan insanlıkla bir şekilde içiçe geçmeye gayret etmeli diye dogmatik bir cümle kuruveriyorum. sonra kurduğum tüm dogmatik cümleleri unutuyorum. yarın sabah yeni biri olacağım. ama bu mümkün olmuyor. iz bırakmak istemiyorum. bir mühür vurmak istemiyorum. üzerinden akıp gidesim var. bir deniz kenarında, denizin rengi değişirken, deniz börülcesine takılan aklım ve bir kadın kahkası. hayat böylesine güzelken durup bir yere iz bırakmak istemiyorum. akıp gidesim var. saçlar uçuşuyor, tekrar evimdeyim, bir lotus çiçeğini düşün diyorum kendime, suyun üstünde, askıda... suda iz kalmıyor, deniz renk değiştiriyor. ben de.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)