24 Kasım 2013

ankara

hep aynı terane şahenk. "ay denize kıyısı olmayan o gri şehirde nasıl yaşıyorsunuz?"
Ankara'nın nasıl bir dert olduğunu ona alışmayanlar anlamıyor şahenk.
zaten asıl önemli olan şehrin denize kıyısının olması değil, insanın denize kıyısının olması.
ılıman, nemli, güzel gün batışlı olanlar yalnızca şehirler değildir. insanın da öylesi vardır.
geçer karşına. bir kadeh rakı koyar. kuru kuru yani. ne mezesi, ne suyu... sonra pencereyi aralar.
o lanet olası karasal iklim şehrinde, pencereden ansızın deniz kokusu gelir. ilk anda rakının mahmurluğu sanırsın. ama denize kıyısı olan, ılıman, nemli ve güzel gün batışlı insanlar vardır.
insanların denize bakanını görmeyenlerin denize bakan şehirlere olan sevdası bana yavan gelir.
zaten kitap ne diyor, "iyi bir gezginin belirlenmiş planları yoktur ve varmak niyeti de yoktur."
şerefine şahenk.

16 Kasım 2013

yara

biri

                  seni
          biler


            sen

      başkasını


                                      kesersin

5 Kasım 2013

tını

- en son seks beklentin olmadan bir kızın saçlarını ne zaman okşadın
- sanırım altı yaşımdayken...

velhasılı kelam durum budur. buda yine kendini aklamış bulunmaktadır. aldığınız kararlar sadece o anı değil geleceğinizi de şekillendirir derken. evet şekillendirdi. en son altı yaşındayken yaptıklarıma geri döndüm. içimdeki sevgi dolu adamı dinledim. insan bazen vücudunda gezen kanın mazisinden ürküyor. siz nasıl bu ürküntüden uzak, bihaber yaşıyorsunuz bilemiyorum tabi. ama benim için o korkular hep canlı. damarlarımda gezen kanı, bana taşıyan bu onlarca insanın hikayelerinin can alıcı kısımlarının tamamını bilmek, beni bazen bir köşede, hiçbir şeye karışamayacak kadar korku ve ürküntü içinde bırakıyor. öyle zamanlarda daha da kapsayıcı olan diğer fikre kulak vermeye gayret ediyorum. bu koca hikayede belirlenmemiş ayrıntıları, bir dantel gibi tek tek, nakış nakış örülmemiş bir an bile olamaz. kendini denizin üzerinde, yatay şekilde bırakıp akıntıyla hareket ederkenki o garip tanrısal his... işte o hisle hayatın içine bırakıyorsun kendini, tuzlu su misali seni kaldırıyor ve akıntı sana eşlik ediyor. ihtiyacın olan şeyler basit, tuzlu su, akıntı ve kendini bırakmak...

kasımı biliyorsun şahenk. o zıkkım olası söz çıkmadan evvel de kasım aşktı. kasım hep aşk hep aşık. düşüp kalkan bir sevgili gibi. bir o çukura düşüyor bir bu çukura. ömür böylelikle geçiyor. gerçekten de sözün hakikati var. geçen zaman değil ömür. bütün bunlar, dağlar, kayalar, denizler bütün bu her şey yani, hep varmış kadar eskiler. ben aralarına bir o biçimde bir bu biçimde katılıyorum. başo'nun emin olamadığı gibi ben de emin olamıyorum. en son kayalıkların içinde gezintide gördüğüm kelebek, kendini denizin üstüne doğru bıraktı. o ritmik iki kez kanat çırpışı, sonra duruşu ve tekrar iki kez kanat çırpışı, durduğu yere doğru çakılırcasına ani hareketi, bir hareketten ve bir yaşamdan çok bir melodiyi andırıyordu. beyaz, duru, iç burkan bir melodiyi. kanatlarını çırpmayı bırakıp bir aşka düşüyordu, sonra tekrar kanatlarını çırpıp başka bir aşka yol alıyordu. o kadar kısa bir ömürde denizin üzerinde kısacık bir gezinti, koca bir ömrün tüm aşklarını barındırabilir. çünkü geçen zaman değil, ömürdür. ve sizlere hep ifade ettiğim üzere bazı şeyleri zihnimizin çürük ve dağlanmış köşeleri idrak edemez. ben yüreğimizin atmaktan çok, bütün bu idrak edilemez ufak, ender ve rengarenk şeyler için yaratıldığını düşünürüm. yüreğin ufak odalarında beynimizin geniş düzlüklerinden daha derin sığınaklar vardır. zihninizin rüzgarlarında yıpranan insanlara gösterdiğiniz hoyratlığı, yüreğinizin sakinliğinde sakladığınız insanlarla karıştırmayınız. ölüyü odunlarla kuşatıp tutuşturmak ya da bir kefene sarıp mezara koymak gibi. kelimelerle anlatabileceğin bir hayat vardır. ve kelimelerin asla ve asla oraya dokunamayacağı, ulaşamayacağı bir hayat da vardır. galaksilerin uzay boşluğunda, birbirinden habersiz spiraller çevirerek dönüşü misali. birbirlerine göz kırpmaktan fazla birbirlerini etkilememeleri misali. bir süre daha burada kalacağız. bu akşamüstleri, bu buğulu bakışlar, rakı kokusu, deniz esintisi, kitap sıcaklığı, nefesin tatlı okşayışı... sonra bir başka aşka düşmek üzere kanat çırpmayı bir an bırakacağız ve başka bir kelebeğin bedeninde kanat çırpmağa başlayacağız. yüreğin sakin odalarından, zihnin esintili düzlüklerine... bir rüzgar gibi. bir tını gibi.

29 Ekim 2013

bağlam


bugün kazandığım bir saati sana hediye ediyorum şahenk. al sana bir akrep ve bir yelkovan. bir de eski püskü anahtar ve rüya yakalayıcı. eğer kötü bir rüya görürsen, o tutacak, fileye benzer ağları arasında. yok sen yine de kötü bir rüya görürsen götür yak onu. şamanlar ne zaman yanıldılar ki? bazen umudumu yitirdiğim ya da ümidimi yitirdiğim oluyor. bilirsin o halleri. bir hikayenin tatsız sonu gibi. gogolvari bir hikaye gibi yani. o paltoda öyle naif ve gerçek gözyaşları döküşüm gibi. bir paltoyu tamir etmeyen tüm o orospu çocuklarının az önce yürüdüğüm o dar sokaklarda kafalarını içki şişelerine gömmüş bu kalabalık olduğundan emindim. bu dünya kötü bir dünya şahenk. bazılarımız aç. bu yaşa geldim artık buna alışmalıyım değil mi? değil şahenk. buna alışmayacağım. sana ne oğlum diyenleri defterin "siktiredilmişler" sayfasına kaydedeceğim ve yola devam edeceğim. harnupun dalları altında aklıma düşen haikudan da anlayabileceğimiz üzere, tıpkı ışık pekmezi gibi bu dünya da hepimize yetmeli. ama bazılarımız bu dünyayı diğerlerine dar etmek istiyorlar. ve bunu yapabilmek için o kadar çok çalışmışlar ki, düşünüyorum yarın işe başlasak belki yüz yıl aralıksız çalışmamız gerekir. ne için mi şahenk? sana ve bana bizim düşman olmadığımızı anlatmak için. hatta belki yine de aramızdan anlamayanlar çıkar. çıkacaktır. o zaman işte devrimimizin doğası gereği onları asmamız gerekecek. tıpkı ecinnilerde o deli deli konuşan, masanın en ucundaki genç adam gibi. eşitlik için uğraştıkça bir tek adam yönetimine varacağız. bunlar büyük zavallılıklar şahenk. düşünürsen sen bile üzülürsün. benim de üzüldüğüm anlar oluyor işte böyle. bu şarkı eşliğinde özellikle. şunu bilmeni isterim. şarkıların zamanla her şey gibi bağlamları değişir. çünkü o kolunun iç tarafında aşağı doğru açılan dövmenin belki de ilelebet müthiş bir şekilde tespit ettiği biçimde her şey geçer. evet bazen bazı şeyler de birbirine geçer. ve böylelikle bağlamlar kopar, yer değiştirir, bozulur, yeniden kurulur. geçişlerle her şey birbirine geçer ve insan yollardan geçer. ve yollar da yollardan geçer. ve insanlar da insanlardan geçer. yolları kat edişler gibidir bu. bir insan bir insanın içinden üzerinden yanından geçebilir. siz belki bir insanın içine girmeyi şehvetle eş tutarsınız. oysa siz bir kelime uçuruverirsiniz havaya o gider kulağından girer kişinin. siz bir koku verirsiniz havaya o gider burnundan girer. siz bir duygunuzu verirsiniz o gider yüreğinden girer. ve siz teninizi verirsiniz birbirine geçiverir iki beden. her halükarda iki beden birbirine geçer. her şey geçer yani. tıpkı bizler gibi. o lahitin yanında gecenin zifiri karanlığında rakım ben ve denizin ılık sesi oturuyorduk. kral o lahitten çıkıp kendisine bir kadeh koydu. uzun uzun sessizce oturuşuyla her şey geçer der gibiydi. zaten sonra da sessizce kalkıp lahitine döndü. zaten şahenk sana bir örnekle kanıtlayamayacağım bir şeyden bahsetmem. böyle böyle kazandım senin güvenini. açık lahitlerden rakı kokusuna gelen krallar filan yani. orada o kayaların arasında oturup denizin kayalara geçtiği noktadan dünyaya bakarken, bu koca kaya parçasının uzayın içinde fırıl fırıl döndüğüne inandım. yani bütün bunların bir yalan olduğuna inandım aslında. o kayaları birbirine geçiren köprü misali yavaşça ve sessizce bedenimi denize geçirdim. belki bu sesi hiç duymadınız ama deniz kayalara çarparken bir aşığın soluk alıp verişi misali heyecanlıydı. içine geçiyordum. tüylerim diken diken olarak. o da benim içime geçiyordu. kayaların içine dolup boşalan suyun sesinde o şefkat vardı. sarılıp içine geçmek istediğiniz insanlar olmuştur. işte o içe geçiş şefkati ey insanoğlu. ey uzayda fırıl dönen zavallı insanoğlu. o güzelim şefkati bırakıp şehvetin peşine düştün. düşme demem ama düşeceksen de şefkatle iç içe geçmiş bir şehvetin peşine düş. birinin içine geç ve o da senin. ama bunu öyle şiddetli ve istekli yap ki, iki beden çarpışmanın şiddetiyle erisin ve birleşsin ve sen bir beden olmadığını anla. sonra şahenk şarkıda söylediği gibi ışığı görebiliyor musun (can you see the light?) umarım görebiliyorsundur. şarkıların bağlamı değişir.     

22 Ekim 2013

zamanın ruhu

insan bu zamanda yazmaya kalkışacaksa, kelimeleri kara delik misali olmalı.
ya da kelimeleriyle bir kara delik inşa etmeli.
öyle ki, kelimeler bir araya geldiğinde ışığı, maddeyi ve tüm duyguları içine soğuracak kadar büyük bir çekime sahip olmalı.
                         ve belki o kelimeler,
                                                     o zaman,

                                  bir paralel evrene açılıp yeni bir dünya kurabilirler.

işte bu yüzden bu çağda yazar,
her zamankinden daha çok,
başka bir dünyaya inanmalı.

7 Ekim 2013

hüsnü arıkan & birsen tezer - hoşgeldin



Bugün dağların dumanı aralandı, hoşgeldin
Bugün dağların dumanı aralandı, hoşgeldin
Ah ışıklar içinde kaldım, yandım efendim
Ah ışıklar içinde kaldım, yandım efendim
 

 
Sen bana yangın ol efendim, ben sana rüzgâr
Tutuşsun gün, yansın geceler, zamanımız dar
Sen bana geç geldin, ben sana erken
Tutuşsun gün, yansın geceler, vaktimiz varken
 

 
Bugün günlerden güzellik, sefa geldin, hoş geldin
Bugün günlerden güzellik, sefa geldin, hoş geldin
Ah bu yağmur yalnızlığımmış, dindim efendim
Ah bu yağmur yalnızlığımmış, dindim efendim
 

 
Sen bana yangın ol efendim, ben sana rüzgâr
Tutuşsun gün, yansın geceler, zamanımız dar
Sen bana geç kaldın, ben sana erken
Soyunsun gün, sarsın geceler, vaktimiz varken
Soyunsun gün, sarsın geceler, vaktimiz varken

1 Ekim 2013

ger/çek

Anlardım aklından geçenleri
Sustukça konuştuk sanki
Sevdaymış meğer bu içimizde
Yıllardır uyuyan deli
Sessizlik sensin geceleri

Dayandım gecenin karasına
Artık kimse kıramaz beni
O kül gibi deniz o sessiz kız
Kayıp bir sandala binip gitti

Ne sen söyledin derdini
Ne ben sevdiğime inandım
Unut geçen eski günleri
Bunca yıl sonra nasılsın?
 
 
evet şahenk efendi. ezginin günlüğü böyle dizelerle içimizi kanatırken hayat bir yandan akıp geçiyor. klişelere gönlümüzü kaptırmayalım değil mi? yaşlı bir adam geçenlerde yine veciz sözler paylaştı benle şahenk. evet biliyorum sen de kendine yaşlı adam muamelesi yapıyorsun. fakat henüz o kadar yaşlı değilsin şahenk. yani o amcaya dediğim gibi içtenlikle "yaşlı adam" sana diyemem. kusuruma bakma lütfen. şimdi şu resme uzaktan bak şahenk. yani şu yukarıdaki dizeler diyorum. hayatımızı gerçek bir melodrama dönüştürmüyor mu sence de? o kül gibi deniz o sessiz kız kayıp bir sandala binip gidiyorlar. yani gerçekten de binip gidiyorlar şahenk. bunlar gündelik hayatta karşımıza çıkan gerçekler. ama işte şahenk. gerçekler dediğin zaman orada durmalısın. çünkü yaşlı adamın büyük bir haklılıkla ifade ettiği üzere ah o gerçekler şahenk. tanrı onların belasını versin. zavallı gerçekler ve o gerçeklere inanan o zavallı guruh. yaşlı adam yanımda dikiliyordu. bu şarkı nereden çıktı diyorsan şahenk, adam uzandı eski püskü bir kaset çalara eski püskü bir kaset takıp, oynat tuşuna sertçe basıverdi. fincana kahve koydum gel diyordu sakallı adam. pek naifti sesi. yaşlı adam dışardaki bir avuç adamı işaret ederek, "evlat bu adamların gerçekleri aman seni tutsak etmesin zira gerçekleri çok gerçektir can sıkar" deyiverdi. gerçekleri çok gerçek adamlar vardı camekanın tam diğer yakasında. bizi onlardan itinayla ayıran bir camekan vardı yani. gerçeğe asla inanmadığım bir dünyanın, eski kitapların, tam ortasında bir yaşlı adam, bir yaşlı kasetçalar, bir yaşlı kaset ve bendeniz dikilmekteydik. gerçeğe asla inanmadığım diyorken bile hayalimde kalmış yarı gerçek bir geçmişte kulaç atmaktaydım. evet akıntıya karşı yüzüyordum ve evet pişmandım. ve evet kayıp bir sandal vardı. yani hikayenin bir yerinde olmalıydı en azından. yaşadığım ve gerçek kıldığım hikayeyi baştan tekrar tekrar yazıp her seferinde yepyeni bir hale büründürüyordum. gerçeğe inanmadığımı az önce belirtmiştim ey zavallı guruh. olsun yine de adamın sesi gerçekten naifti. ve gerçekten adamın sesi bir kayıp sandala ve sessiz kıza inandırıyordu insanı. gerçekleri çok gerçek adamların can sıkıcılığından sıkılmakla geçen ömürler vardı şahenk. bunu anlıyor musun bilmiyorum ama özlemek şahenk. bir gerçeği insana binlerce kez başka başka yazdırıp her birini ayrı bir hikayeye çeviriverir. işte o zaman sen de gerçeğin çok can sıkıcı olduğuna ikna oluverirsin. 

8 Eylül 2013

bırak

bu bir hastalık gibi şahenk. hepimiz birbirimize taşıyoruz. yine o pek bilemediğim garip kanunlar işliyor geri planda. bazı şeyleri asla bilemeyeceğiz. bunu sevdiğim kadar başka hiçbir şeyi sevmiyorum. avcumun içine aldığım taşla melodiler bana yol gösteriyor şimdi. kendimi o zeytin ağacından tespihin tanelerine bıraktığım gibi bırakıyorum. bırakıyorum. bıraktım. evet şahenk. bu bir hastalık gibi. nasıl bedenler birbirinin sıvısına duyarlıysa ruhlar da öyle. kendini bırakıp bir insana ruhunla değersen, ruhlarınız birbirinin içine geçerse, o insanın ruhundaki hastalıklar senin ruhuna bulaşıveriyor. ve şimdi senin de aynı yerlerde yaklaşık aynı büyüklüklerde yaraların oluyor. ah bu yaralar şahenk. yine de jazz güzel biliyor musun? çok zaman önceydi sanırım. o ruhu yaşlı adama "şiirlerinizi seviyorum" dedi güzel bir kadın. güzel kadınlar ukaladır şahenk. yani genel olarak öyledirler. onların genlerinden herkes kendisine pay biçmek ister diye düşünürler. o yüzden çekilmezdirler. içli bir kaprisleri vardır yani. her neyse. şiirlere geri dönelim. "şiirlerimi mi seviyorsunuz küçük hanım?" diye cevap verişini hatırlıyorum adamın. sanki yüzünde bir güneş açmış gibiydi. sonra çok kısık sesle, sanki bir sırı fısıldarmış gibi, "ben hiç şiir yazmadım ki" deyiverdi. hayatta bazen yerküre altından çekilirmiş gibi olur. işte o an bana aynen böyle oldu. kızın yüzündeki öfkeyle karışık üzüntüyü görünce ne yapacağımı bilemedim. ama o ruhu yaşlı adam ne yapacağını biliyordu. bana döndü. az önce güneş gibi parlayan yüz şimdi ay gibi gümüşi bir hal almıştı. az önceki kısık sesin bir iki ton yükseğinde devam etti. bir ömür boyu düşündüğün, anlamaya çabaladığın şeyler olur. sanki gizli yasalar varmış gibi. zaman zaman onları seziverir insan. ömrümüz çoğunlukla böyle geçer. kimseye itiraf edemediğimiz garip içli yasalar varmış gibidir. anlamaya, ifade etmeye gayret ederiz. orada bir bina gibi somut bir o kadar katı gerçeklik olarak durduğunu hissettiğimiz duygular vardır. ifade edemeyiz. bu ve buna benzer binlerce şey vardır. sezeriz. hissederiz. fakat bir türlü dilimizin ucuna geleni ifade edemeyiz. binlerce kelime öğrenmişizdir, cilt cilt kitaplar hatmetmişizdir. fakat olmaz. o kelimeyi bulamayız. sonra bir gün, bir sabah, sabah güneşi eşliğinde, ağır bir sonbahar öğleden sonrasında, karlarla kaplı bir kış gecesinde ya da herhangi bir gecede veya gündüzde bir kitap aralarız. şair kimseye seslenmemektedir. hatta şair seslenmemektedir. sessizliğini ifade edivermiştir. sessizliğini, yalnızlığını, kendiliğini ya da belki kendindenliğini. işte oradaki o birkaç kelime, ses, tını... anlamlarından sıyrılırlar. o binlerce yıldır üzerlerine yüklenmiş bütün o ağır, bıktırıcı sorumluluklardan kurtulmuşlardır. sanki yeni doğmuş gibidirler. bir bebeğin o yumuşacık ve kırılgan kafatası gibi, öyle kırılgan ve öyle pembedir ki şimdi o kelimeler. orada insan kendini bir ömür boyu ifade edemediği yasanın tam göbeğinde buluverir. evet yalan değil. bu tanrısal bir andır. birkaç saniyeliğine de olsa kişi kendini o büyük yasalardan birine erişmiş gibi hisseder. göğüs kafesindeki o engin nefes, o sonsuzlukla birkaç saniyelik bütünleşme, ebedi yasayı biliyorum hissi. işte şiir bütün bunlardır küçük hanım. şiir bir anlamda evrenin matematiğine bir denklem düşüvermektir yani. geometrinin içindeki o garip uyumu keşfetmektir. ben hiç şiir yazamadım ne yazık ki.

yaralarımız diyordum şahenk. o birini unutamaz. her önüne çıkanda ona dair bir şeyler arar. sen onu unutamazsın. ruhların hastalıkları da bulaşıcıdır yani. bedenin hastalıkları için bitkiler ısıtırsın. suya koyarsın. ezersin. kabuğunu yersin. özünü sıkarsın. ruhuna ne yapabilirsin şahenk? tıpkı bedenin tedavisi gibi... bazen tedaviyi bilirsin... ama bir türlü elinden gelmez uygulamak. hayat çoğu zaman böyledir. elinden gelmez bazı şeyler. çabaların da sonuç vermez yani. ama sonra yine o çok şiirsel bir andır işte. neden sonuç ilişkileri kopar. bir yasaya teslim olduğunu hissedersin. avcunun içine bir taş alırsın. kulağında anlayamadığın bir melodi vardır. belki dünyanın dönüşünün sesidir, belki bir güneş patlamasının sesi... avcundaki taş binlerce yıldır buradayım der. dünyanın dönüşünün tınısı da öyle. eline aldığın zeytin ağacından tespih de aynı şeyi söyler. bir anda içindeki sana küskün ses onlara eşlik ediverir. aynı cümleden ibaret bir şiir kendini tekrar etmeye başlar. bırakıyorum. bırakıyorum. bıraktım. mesele düşmek değildir ey dinleyici. ne kadar ahenkle düştüğündür mesele. bıraktım.          

5 Ağustos 2013

daha da olacaksınız...

"...Allah, başkaldır ya kulum, demiş ve insan onun cennetine başkaldırmış. Allah, başkaldır ya kulum, demiş, insanların bir kısmı başkaldırmış. onlar, Allah indinde mutlu kişiler olmuşlar, bir kısmı, yani çoğunluğu, Allah'ın emrine uymamış. Allah onlara cehennemini vermiş. insan kendine , kendi yüreğine, kendi korkusuna toptan başkaldırmadıkça insan soyu bundan da beter olacak, aşağılanacak, zulüm, korku iliklerine işleyecek, insanlıktan çıkacak, bir solucandan da daha mutsuz olacak. solucanın gözü yok, kulağı, ağzı, dili yok, insanın var. insan soyu başkaldırmayı yemek, içmek, yaşamak, uyumak, çocuk yapmak gibi bir yaşama biçimi yapmazsa bugünden de bin beter olacak, içi boşalacak, duymayı, düşünmeyi, sevmeyi, sevişmeyi, dostluğu, arkadaşlığı, göğün, yerin, kurdun kuşun, akarsuyun, tanyerindeki ışığın, yürekteki sıcaklığını unutacak. Allah buyurdu ki, ben sizi yarattım ki başkaldırasınız, siz beni dinlemediniz, önce kendinize, sonra başka insanlara, sonra her şeye, her şeye boyun eğdiniz, ne buldunuz, ne öğrendinizse, ne yarattınızsa hepsi boyun eğme üzerine oldu. ve boyun eğdiniz, ve boyun eğdiniz, ve boyun eğdiniz, boyun eğmeyenleri lanetlediniz, öldürdünüz, kustunuz, ve boyun eğdiniz, boyun eğmeyi, yemek yemek, su içmek, sevişmek gibi bir yaşama biçimi yaptınız. ve de öldünüz. ve de solucandan beter oldunuz. daha da olacaksınız..."

İnce Memed / Yaşar Kemal

12 Temmuz 2013

high side



lütfen okumaya başlamadan önce yukarıdaki linke tıklayarak şarkıyı dinlemeye başlayınız. yolda olduğunuzu unutmayınız. müessesemiz şimdiden teşekkür eder, hayırlı yolculuklar diler. çaylar müessesemizin ikramıdır.

move it o over to the high side diyor adam iç geçiren bir sesle. ritme kendini kaptıran her insan gibi hafifçe sallanıyorum. bu sallanış ya da salınım beni etrafımdaki diğer tüm salınan şeylerle bir dengeye oturtuyor. asıl deli olanlar müziği duymayanlardır şahenk bunu biliyorsun. hala aynı kaya parçasının üzerinde uzay yolculuğuma devam ediyorum. yıldız yılı 201324 ve ben çok daha öteden bir sesle günlerimi geçiriyorum. zamyatin akşamları bana az ışıklı bir parkta tek devletli bir dünyada yaşadığımız o garip dünyayı anlatıyor. pembe biletler, integral, devrim, entropi. hepsi zihnimin o darmadağınık köşelerine saçılıyor. hayatın çok kontrolsüz biçimde her yanından geçişi esnasında, boynumun hemen alt tarafında iradeye vurgu yapan iki adet X'e bakıyorum. daha ağır kilolarla egzersizime devam ediyorum. kimseden alınacak bir intikamın olmadığını biliyorum. insan kendisine merhamet etmeli şahenk efendi. bu ve buna benzer şarkılarda, o blues - rock arası geçişlerde neden bilmiyorum ama garip bir merhamet buluveriyorum. sanırım bu bana Dylan ve Baez'den kalma bir miras. harflerimi otomatik büyüten bu yazı araçlarına gıcık olduğum için tamamen daktiloya geçtiğim bir rivayet değildir. şahenk bütün bu detayları hepinizden daha iyi bilir. bazı kadınlar dokunsan kırılacak gibi narin ve nazikler. sanki buzdan inşa edilmiş gibiler. o kadınlara karşı içimde ansızın kabaran merhamet tıpkı bu ritimlerin arasında bir aura gibi gezinen merhametle çok paralel. burada mütevazi kelimesi gündemimize alınmalı. ama hızla geçiyorum bu konuyu. çünkü dağınıklık her zaman en güzelidir şahenk. beni en çok uzayda yaşadığının farkında olmaman üzüyor ey insanoğlu.     

20 Haziran 2013

proust

a la recherche du temps perdu.


sayfalar boyu süren cümlelere çıkan ilk cümle kısacık.


"uzun zaman, geceleri erken yattım."


hayatımın geri kalan yarısını, bu lacivert sert kapağın altındaki sarıya çalan, ipince kağıtların üzerinde, sanki bir sırmış gibi usulca ve küçücük harflerle yazılmış kelimelerin akıntısında ve ses dalgalarının yer yer hipnotize edici olduğu bu eserde arıyorum. geri kalandan kastım asla önümde uzandığını sandığım "geri kalanı" değil. gerimde bıraktığım, nedenini ne benim ne de bir başkasının asla bilemeyeceği ve asla da kestiremeyeceği sebeplerden dolayı, benim olan, fakat hiç yaşanmamış, öylece birer donuk an olarak bırakılmış, renksiz, kokusuz, tatsız, adeta boş birer parşömen kağıdı ya da boş birer tuval misali gerimde birikmiş, birikmekten öte düzensiz bir biçimde yığılmış olarak, hayatımın geri kalanı. eşyanın o derin esrarında saklı olan zamanın, diğer deyişle eşyanın sırtına işlenmiş ve onunla var olan ve eşyanın ışığında, ışığın hızında, eşyanın kütlesinde ve duyguların gerçeğinde gizli olan zamanın, gözlerimiz, ellerimiz, burnumuz, yüreğimiz ve elbet beynimiz vasıtasıyla işlenip işlenip hayatımız haline getirilişinin tanıklığı ve işte bazen tanıklığımızın kayıtsızlığı. çay bardağının üzerinden akıl almaz bir sakinlikle havaya karışan su buharı misali, bir kısmı bardağın çeperlerinde yeniden suya dönüşürken, diğer bir kısmı her ne kadar gerçek olmasa da gerçekmişçesine yok olur. hayatımızın bir kısmı da tıpkı o su buharı misali ikiye ayrılır. bir kısmı tekrar su buharına dönüp damla damla arınırken diğer bir kısmı gerçekmişçesine yok olur. o yok olan kısım, devasa atmosfere karışıp, diğer su buharı moleküllerini bulmaya doğru yola çıkar. ne kadar süreceği belli olmayan bir zaman diliminde ne su, ne su buharı ne de herhangi bir şey olarak gezintisine devam eder. ta ki, günün birinde bir yerlerde bir buluta sarılıp o bulutla rüzgarlara dalıp, kararıp gürleyip yeryüzüne tekrar damlayana dek. işte hayatımın o geri kalan kısmı da böyledir. bu kitabın arasındadır. yazılmamış boş parşömen kağıtlar ve beyaz tuvaller misali. kısacık bir cümleyle yeniden başlar...


"uzun zaman, geceleri erken yattım."

31 Mayıs 2013

karanlık

başkalarının zavallılığına bakıp
kendi haline şükredenlerden 
tiksiniyorum.    

fyodor mihayloviç dostoyevski


elindeki kitabı yana bırakırken okyanusun üzerinde kırılmalar yaratarak parlayan güneş ışınlarını izledi. yıllardır içinde dönüp dolaşan karanlık kelimesi birden bire bu ışıltılı su kütlesi karşısında anlamını buluverdi. bunca yıl karanlık kelimesini olumsuz anlamlarla eşleştirmiştim, halbuki zihnim ve benliğim bana başka bir şey ifade etmek istiyormuş. insan bazen ne kadar kudretli. içinden gelen onca bilgeliğe ve esinlenmeye ve daha kim bilir nelere ne kadar büyük bir dirençle karşı durabiliyor. içinden akan o heybetli çağlayana nasıl da kulağını tıkayabiliyor. insanoğlunun tüm tarihi, tüm deneyimi her saniye içimizde derin bir yerde durmadan akıyor olabilir mi? okyanusların içindeki derin su akıntıları misali... bütün bu düşünceler eşliğinde içinde sanki bir yarılma hissediyordu. sanki göğüs kafesi ortadan ikiye açılıyor ve içinde bunca yıldır bastırdığı ne kadar esrik fikir ve his varsa ortaya saçılıyordu. okyanusla yalnızlığımız nasıl oluyor da bu kadar benzeyebiliyor. tıpkı şu ışıl ışıl yüzey gibi bizim de yüzeyimiz. oysa derinlerde ışığın asla ulaşamadığı ve asla ulaşamayacağı yerler var. o yerlerde yaşamın kuralları da değişiveriyor. ışıksız yaşamaya adapte olmuş bir yığın canlılar, okyanus tabanının çamursu garip yüzeyi. işte oradaki o karanlık bizim yalnızlığımıza denk düşüveriyor. yani o ışıltılı yüzeydeki kurallardan bambaşka olacak şekilde yeni bir yaşam biçimi, başka türlü algılar, ışığın asla ulaşamayacağı bir derinlik. o derin karanlık. bunca yıldır içinden binlerce belki milyonlarca kez tekrar ettiği karanlık kelimesinin yalnızlığının o çok özel, çok biricik anlamıyla eşleştiğini ilk kez fark ediyor. her insanın hayatı nasıl da kendine has nasıl da özel ve biricik. bunu bunca yıldır nasıl anlayamadım. insanları hep düşüncelerinin, o kitlesel kesişimleriyle yargılayıp durdum. dilin o zindanvari alanına herkesleri hapsettim ve onlarla birlikte kendime de bir zindan hayatı yaşattım. işte ne zaman içimden bu karanlık kelimesi geçse hep bu izdüşümlere yordum onu. halbuki içimde durmaksızın akan o devasa çağlayan belki de her seferinde kelimenin asıl izdüşümlerine beni sürüklemeye çalıştı. fakat benim bu asi ve arlanmaz kafam hemen yeni bahaneler üretiverdi. şimdi bu okyanusun kıyısında, çok alegorik bir biçimde her şey yerli yerine oturuveriyordu. karanlık derken her seferinde kendi hayat hikayesinin biricikliğini kendi kendine teyit ediyor ve  biricikliği şükranla kabul ediyordu. anlaşılan bu yüzden kendimi asla diğerleriyle kıyaslayamadım. kendi hikayeme, kendi bedenime, kendi "kaderime" hapsolmuşluğumu hissediyordum. bu bağlamsal kopuşu bir şekilde idrak eden her varlık gibi gözlerim, kulaklarım, burnum, ellerim ve ayaklarım tamamen içime dönmüştü. içime doğru kıvrılıyordum. bu kıvrılış boyunca başkalarının hayatları, hikayeleri hep ilgimi çekti. fakat bu ilgi de bile kendine dönüşe dair bir şeyler vardı. içimde, o en derin, karanlık ve ışıksız alanda yaşayan binlerce okyanus canlısı benzeri hayata dair yüzeyden bir şeyler toplamaya çalışıyordum. zaman zaman denk gelenler de oluyordu. kitabı eline tekrar aldı. ruhun yalnızlığı. kitabın ismini birkaç kez sayıklar gibi tekrar etti. bu esnada zihninde akan kelimelere bir zen keşişi kadar aldırmaksızın yol verdi. kelimeler binlerce ufak kanaldan akıp o devasa çağlayanı besliyorlar gibiydi. yalnızlığım. içimin en karanlık, en ışıksız, en ben yeri. bütün o ışıltı, bütün devasa dalgalar ve fırtınalar ve rengarenk balıklar, yüzeyde. oysa derinde çok akıntısız, sakin, ışıksız ve başka kurallara boyun eğmiş bir ben var. ve o çamurumsu yüzeyde, karanlıkta, askıda bir mutlulukla var oluyor. karanlık. karanlık. karanlık.     

21 Mayıs 2013

beginning

"I'm beginning to know myself. I don't exist.
I'm the space between what I'd like to be and what others made of me.
Or half that space, because there's life there too...
So that's what I finally am...
Turn off the light, close the door, stop shuffling your slippers out there in the hall.
Just let me be at ease and all by myself in my room.
It's a cheap world."

— Fernando Pessoa, "[I'm beginning to know myself]" in Poems, trans. Edwin Honig and Susan M. Brown

9 Mayıs 2013

albayım

kelimeler albayım bazı anlamlara gelmiyor.

                                                                  o.a

25 Nisan 2013

2011'den demokrasi üzerine düşünceler

09 Kasım 2011, Çarşamba
saat: 18:58


yaşlı adam çalışma masasının arkasına geçti, koltuğa sırtını yasladı. seyrelmiş saçlarının arasında elini gezdirdikten sonra, sakallarının üzerinden de parmak uçlarıyla yüzünü kaşırmış gibi yaparak geçiverdi. ağzını hafifçe araladı. sanki ne diyeceğini unutuvermiş gibiydi. boş gözlerle karşısındaki genç kadını süzdü. "biliyorsunuz ben bir tarihçi değilim. ama sorduğunuz soruya yanıt verebilecek düzeyde bir tarih okuması yaptığımı zannediyorum. yine de söyleyeceklerimi bilimselleştirilmiş yargılardan öte edinilmiş sezgiler olarak kabul etmenizi rica ederim. ömrümün büyük kısmını üçüncü dünya ülkelerinde geçirdim. bunun yanısıra afrika ülkelerinde de bulunmuşluğum vardır. bildiğiniz üzere memleketimizin o memleketlerde büyük yatırımları sözkonusudur. bu yatırımların ve ticari ilişkilerin derinleştirilebilmesi ve sürekli kılınabilmesi içinse, siyasetimizin her daim etkin bir şekilde bu ülkelerle ilişki içinde olması gerekir. bizler bu anlamda çok fedakar halklarız. tanıdığım birçok eşim dostum, anavatanımız dışında, tümüyle yabancı ülkeleri anavatanları belleyerek, sırf vatanımızın kalkınması ve refahının sürmesi için bu memleketlerde bir ömür geçirdiler. anadillerinden daha iyi bir biçimde o memleketlerin dillerini öğrendiler. o kültürleri benimsediler. bütün bu fedakarlıklar, anavatanımızın topraklarındaki refahın artması için yapıldı. gayet bilinçli olarak insanlarımızın bir kısmı gelecek kuşakların iyiliği ve refahı uğruna kendilerini feda ettiler. yer altı ve yer üstü zenginlikleri bakımından yoksul bir ülkeyiz şüphesiz. fakat yetiştirdiğimiz kuşaklar sayesinde dünyanın dört bir yanındaki kaynakları kendi ülkemize aktarabilmemizi mümkün kılıyoruz. çoğu insan bunun yanlış ya da nahoş bir şey olduğunu düşünebilir. fakat kesinlikle böyle değerlendirmekte haksızdırlar. bizler dünyanın dört tarafından memleketimize taşıdığımız zenginlikleri yalnızca memleketimizin refahı için kullanmıyoruz. ekseriyetle bu zenginlikler insanlığın dev adımlarla ilerlemesinde kullanılmaktadır. bu zenginlikler sahipleri olan halklara bırakılsalar boşa tüketilecek, bir katma değer üretemeyecek ve hiç olup bitecektir. halbuki bizler bu zenginliklerin kıymetini bilen milletler olarak, bu zenginlikleri yeni zenginliklere dönüştürüyoruz. bunun da ötesinde bunu yapabilmenin kolay bir hırsızlıkmış gibi aşağılanmasını da anlayabilmek namümkün. bugün kurmuş olduğumuz bu devasa sistem, birçok zihnin anlayabilme kapasitesini aşacak büyüklükte bir bilgi işleme, bilgi bozma ve bilgi üretme mekanizmasıdır. bütün bu mekanizmanın hiç kuşkusuz kendi memleketlerimize de etkileri olmuştur. bütün bu girişi de zaten sizin sorunuza cevap verebilmek için yapmış vaziyetteyim. bildiğiniz gibi bizim memleketlerimiz demokrasilerle yönetilir. yanısıra pek genelde, kraliyet aileleri sembolik olarak da olsa tahtlarını korurlar. sembolik olması sizleri yanıltmasın lütfen. tahtın sahipleri her zamanki gibi büyük bir şaşaanın içinde yaşamaktadırlar. yaptığımız bütçelerde büyük paylar kraliyetlerin ve sarayların giderlerine tahsis edilir. demokrasi dediğimiz rejimi bir anlamda bu yönden de tanımlayabiliriz. halk kendi kendini yönettiğini düşünmektedir. fakat bunu yaparken iki büyük gücün önünde teslim olmuş ve onlarla yazılı anlaşmalar yoluyla kendini az çok garanti altına almıştır. kraliyet yönetime karışmayacaktır. burjuva halkın belli bir standartta yaşamasına izin verecektir. bizler yalnızca kölelik rejimini yeni bir sisteme adapte ettik. köleliği yumuşattık ve belli yazılı antlaşmalar ekseninde bir rejime tabi kıldık. büyük kitlelerin bir şeylerin sahibi olması bugün neredeyse yasaktır. zaten tanımı gereği burjuva üretim araçlarının sahibi olması itibariyle halkla birçok şeyi paylaşabilmesi mümkün değildir. fakat size başka bir boyuttan daha bahsetmek isterim. bizler demokratik ülkeler olmamız suretiyle köleliği kabullenmiş ve bu köleliğin antlaşmalarını biçimlendirmiş halklarız. bir anlamda bizler kendi yaşam alanımızı iktidarlardan çekip almış fakat buna rağmen kölelikten kurtulamamış durumdayız. fakat üçüncü dünya halklarının durumu bizimkisinden çok daha farklı ve karışıktır. her şeyden önce onlar köleliklerinin sınırları ve düzeyleri belirlenmiş değildir. kendlerini iktidarlarına karşı koruyabilecekleri mekanizmalardan yoksundurlar. bir çoğu yer altı ve yer üstü zenginlikleriyle kaplı topraklarda oturdukları ve bu zenginlikleri işleyemedikleri için, bu kısmetli ve rahmetli topraklar onlar için kör talihe dönüşmüştür. çünkü başta belirttiğim üzere insanlık namına bizim gidip bu zenginlikleri çıkarmamız ve işlememiz gerekir. yoksa bu güzelim kaynaklar, bu geri kalmış halkların elinde heba olup giderler. işte bu memleketlerin insanları iki taraftan kuşatılmış bir cephedeki askerler gibidirler. bir yandan kendi içlerindeki iktidar sahibi gruplar kanlarını emerler, bir yandan da biz gelişmiş ülkeler insanlık namına onların zenginliklerini sahipleniriz ve onların köleliklerini derinleştiririz. kısaca bugün dünya üzerindeki sistemin bin yıl önceki kölelikten çok farkı yoktur. yalnızca günümüzdeki teknikler insanlara daha özgür oldukları yanılgısını en az bir gerçeklik kadar kudretli bir biçimde kabul ettirebilecek güçtedir. fakat hiç çekinmeden şunu söylemek gerekir insanlığın gördüğü en pembe ve güzel rüyadır demokrasidir. gelişmiş ülkeler için pembe rüyadır, gelişmemişlerse içinse yalnızca bir karabasandır.

6 Nisan 2013

for the damaged

Maybe again he will be alone
Guess we're equally damaged
Find your name do it all the same equally
Signal when you can't breathe no more

Say you were me then you could see the view
You'll know we are equally damaged
Don't be a fool, make it easier
You'll learn to say when
Signal if you can't say, "no more"

Don't cross your finger
Sundays will never change
They keep on coming
You'll be a freak
And I'll keep you company

18 Mart 2013

dağılma

kelimelerin dünyası. sustuğum ve zihnimdeki o beyaz plakayı bütün o kelimelerden temizlemeye kalkıştığım zaman bile kelimeler zihnime üşüşmeye çabalıyorlar. kelimelerden kurtulduğum anlarda bir gülümseme, bir bakış gelip oturuyor bu kez. sonra yüreğimden bir ses duyuyorum. kelimelere pek sığacak gibi bir ses değil. ama kelimlerle ifade edilse sanırım "korkma" diyor olurdu. işte orada yapmam gereken şey koşulsuz şartsız bir teslimiyet. ölüm bizi bir araya getiren zerrelerin ilişkilerinin değişmesidir. bir araya gelmektense dağılmayı seçerler. ve bu seçimden de asla zerreleri sorumlu tutamayız. bu bizim evrenimizin tamamının yöneldiği yöndür. bütün bu soğumaya ve dağılmaya yönelmiş evrenimizin içinde dağılan kelimler, dağılan sessizlikler ve dağılan zerrelerimizle korkmamız gereken hiçbir şey yok. sadece dağılıyoruz. bu muhteşem şöleni keyfiyle izleyelim.

16 Mart 2013

var-ım



Bir akşam gözünde aşk tüterse
Geçmiş günler aklından geçerse
Kalbin bomboş ümitler biterse
Sen üzülme ben varım

Neler geçti kimbilir başından
Sevgi umdun hep başkalarından
Ağlama gidenlerin ardından
O giderse ben varım


Zaman durdu sanki
Beklerken seni
Ben bir tek sevgiye
Bağladım kalbimi

Ayrılmam istersen hiç yanından
Çağırsan gelirim çok uzaklardan
Eskiden korkardım yalnızlıktan
Korkmam artık sen varsın

11 Mart 2013

o genta da minha terra

kadın memleketinin insanlarına sesleniyor. yağmur yağıyor. ilk kez bu kadar uzun süre yağan yağmurun altında öylece dikilip duruyorum. soğuk hava ve yağmur kemiklerime kadar işliyor. yağmur ağaçlarla sevişirken ben kadının sesiyle sevişiyorum. öyle garip bir his bırakıyorki bu ses... göle bakıyorum. yağmur hızlanıyor. onun hızıyla içimdeki düşünceler yavaşlıyor. az sonra sırılsıklam olmuş bir bedenle düşüncelerimden arınmış olacağım. işte orada sadece şu an var. göle baktığım, ağzımdan çıkan su buharını izlediğim, üşüyen ellerimi hissettiğim şu an... yaşlı bir adam hala babasını resmediyor resimlerinde. gökyüzünü ve doğayı sevmiyor. doğaya bıraksalar ben kaybolurum orada diyor. babasının öldüğü günü çatı katını bir pencere gibi aralamış bir çocuk olarak resmetmiş. neden kurtaramadım babamı? bugün çok yol yaptık. göller gördük, kuğular, ağaçlar, yapraklar, kuş sesleri duyduk, güzel müzikler dinledik. uzun uzun sustuk. insan, kendisi gibi olabildiği insanlarla olmalı. bu kendisi dediğimiz şey de elbette her saniye değişen, dönüşen bir şeydir. tam da bu yüzden yargısız, koşulsuz, incelikli bir sevmeye gerek vardır. bu portekiz türküsünde bir aşkın izi her ne kadar yoksa da, bu titreşimlerde derinde bir yerde garip bir şekilde yine aşk vardır. geçtiğimiz köyler ve kuzu sürüleri. yağmurun yağışı. sessizlikler. uzun yürüyüşler. ve kendimize dönüşler. kendimize dönüşler.

10 Mart 2013

.

"sen, kendine yetmiyorsun, hiç kimse sana yetmiyor / birini bitirmeden aklın öteki yolculukta"
attila ilhan

6 Mart 2013

kırılgan

hayatın kırılgan bir şey olduğunun farkında olmayanlarla yolum kesişmesin.

mahrem

yazmanın mahremi bütün mahremlerden daha kutsal ve içten bir mahremlik. insan kendi kelimelerinde dünyayı anlamaya veya anlatmaya kalkışmıyor, insan kendi kelimelerinde tıpkı o çocukluktaki koltuk minderlerinden yuvalar yaparcasına kendine sığınaklar, yuvalar kuruyor. oralara sığınıyor. oralarda kendi başına o ana rahmindeki sessizliğe ve hareketsizliğe ve hatta düşüncesizliğe varmak istiyor. o yüzden yazan bir insanın yazılarını bilmeyen kişi onu tanıyamaz, onu anlayamaz. kelimelerimize özen gösterin lütfen. onlar bizim koltuk minderlerimiz.

bakmak bozar.

konuştuğumuz zamanlarda birbirimizi anlamayı çok denedik ama en çok sustuğumuz zamanlarda birbirimizi anladık.

28 Şubat 2013

ah sıla ah

dönüp dolaşıp başa saran kelimelerim var. kaçan uykularım. eriyen bir bedenim. gün aydınlanmadan hırpalanmış bir yürekle uyanıyorum. bir o yana bir bu yana dönüyorum. ve her şeyi her ayrıntısıyla başa sarıyorum. bir cinayetin delilini ararcasına itinayla. her detaya her kareye tekrar tekrar bakıyorum. sonra susuyorum tekrar. o susuşları özlediğim için susuyorum. ne düşünüyorsun? hemen söylemelisin aklından geçeni. içine bir şeyler katmadan ve yalan dolan çevirmeden. oyunun kuralı bu. iki gündür içtiğim sigaralarda bile seni anıyorum. çöken yanaklarıma bakıyorum. hayat kısa. kuşlar uçuyor. güneşli günler geçiyor. bütün yollar beraber geçtiğimiz yollara çıkıyor. sonra derin dalışlar. bir kez daha ah çekiyorum. ah sıla ah diyorum.

24 Şubat 2013

yalnız bir opera - murathan mungan

                      Bana Zamandan söz ediyorlar
Gelip size Zamandan söz ederler
Yaraları nasıl sardığından, ya da her şeye nasıl iyi geldiğinden. Zamanla ilgili bütün atasözleri gündeme gelir yeniden. Hepsini bilirsiniz zaten, bir ise yaramadığını bildiğiniz gibi. Dahası onlar da bilirler. Ama yine de güç verir bazı sözler, sözcükler,
öyle düşünürler.
Bittiğine kendini inandırmak, ayrılığın gerçeğine katlanmak, sırtınızdaki hançeri çıkartmak, yüreğinizin unuttuğunuz yerleriyle yeniden
karşılaşmak kolay değildir elbet. Kolay değildir bunlarla baş etmek,
uğruna içinizi öldürmek. Zaman alır.
Zaman
Alır sizden bunların yükünü
O boşluk dolar elbet, yaralar kabuk bağlar, sızılar diner, acılar
dibe çöker. Hayatta sevinilecek şeyler yeniden fark edilir. Bir
yerlerden
bulunup yeni mutluluklar edinilir.
O boşluk doldu sanırsınız
Oysa o boşluğu dolduran eksilmenizdir

gün gelir bir gün
başka bir mevsim, başka bir takvim, başka bir ilişkide
o eski ağrı
ansızın geri teper.
Dilerim geri teper. Yoksa gerçekten
Bitmişsinizdir.

Zamanla yerleşir yaşadıkların, yeniden konumlanır, çoğalır, anlamları
önemi kavranır. Bir zamanlar anlamadan yaşadığın şey, çok sonra değerini
kazanır. Yokluğu derin ve sürekli bir sızı halini alır.

Oysa yapacak hiçbir şey kalmamıştır artık
Mutluluk geçip gitmiştir yanınızdan
Herşeye iyi gelen Zaman sizi kanatır


ölmüş saadeti karşılaştır yaşayan mutsuzlukla
günlerin dökümünü yap
benim senden, senin benden habersiz alıp verdiklerini
kim bilebilir ikimizden başka?
sözcüklerin ve sessizliklerin yeri iyi ayarlanmış
bir ilişkiyi, duyguların birliğini, bir aşkı beraberlik haline getiren
kendiliğindenliği
yani günlerimiz aydınlıkken kaçırdığımız her şeyi
bir düşün
emek ve aşkla güzelleştirilmiş bir dünya
şimdi ağır ağır batıyor ve yokluğa karışıyor orada
ölmüş saadeti karşılaştır yaşayan mutsuzlukla
Bunlar da bir ise yaramadıysa
Demek yangında kurtarılacak hiçbir şey kalmamış aramızda

22 Şubat 2013

amour

filme başlarken bunların olacağı aklımın ucundan bile geçmezdi. aşkın nereden nasıl karşımıza çıkacağını bilemeyiz. nasıl serpilip, nasıl bizi elden ayaktan düşüreceğini de. açılmayan bir telefon. yine kırgınlıklar. akşam arabada birden o parça çalmaya başlayınca bütün dikkatim dağılıverdi. yandan gelen arabayı göremedim. geç ve ani bir frenle durdum. eve geldiğimde bütün haftanın o bitmek bilmeyen duygular bütünüyle birlikteydim. sabahtan beri kafamın içinde bir adam "I can't heal these scars" deyip durdu. bir kadın yaşamaktan vazgeçtiği zaman onu hayatta tutmak için uğraşmakla, bir kadın bir erkekten vazgeçtiğinde onu o erkekte tutmaya çalışmak arasında bir fark yok diye düşündüm. fakat önemli olan o incelikti işte. o inceliğin paylaşılacağı kadar vakit olup olmadığıydı. izlerken hıçkırıklara boğulduğum sahne pişmanlıklarımdı. inceliğin, yalınlığın ve zerafetin etrafı tekrar ele geçirebilmesi için teslim oldum. birileri sen istemeden gidince bir defter açıyor insan gün gün onunla konuşur gibi yazmaya başlıyor. günlerdir dinlediğim şarkıda dediği gibi "ışığı görebiliyor musun? bütün etrafımızda." bütün bu olan bitenin her ne kada gerçek bir sevgiyle ilgisi varsa da hayatımın hoyratlaşmaya başlamasıyla da ilgisi var. biri yukarıdan kafama adeta bir çekiç attı. günlerdir sendeleyerek yürüyorum. ellerime bakıyorum. yumuşak ve narin ellerime. bu ellerle yapıyorum ne yapıyorsam. bu ellerin anlatmak istediğine tekrar kulak veriyorum. kulaklarım, dudaklarım, ellerim ve ayaklarımla tekrar hayatın içindeyim. yaşamak istemeyen birini hayatta tutmak için çabalamak gerek, ta ki o gerçekten hayattan çekilmeyi artık sana bile kabul ettirene kadar. orada insan eline bir yastık almalı ve yüzüne bastırmalı, sonra da eve giren bir güvercini battaniyeyle yakalayıp göğsüne basmalı. içimdeki ses yumuşak ellerimi kavrıyor. gel benimle diyor. seninle güzel işler yapacağız. deneyeceğiz. yenileceğiz. sonra daha güzel deneyip daha güzel yenileceğiz. yenmeyi aklımızın ucundan bile geçirmiyoruz. tanrı bizi yenmekten korusun. haydi paltonu giy. dışarısı soğuk. elini tutacağım.

my oblivion

She's my oblivion - it's to her I run

Out on the balcony - she waits for me
Out on the boundary - she smiles

She's my oblivion
Which way to turn?
The edges of our love are in the stars
And on the balcony
She waits for me
Out on the boundary
She smiles

Make this alive
Good days are back
Open your eyes when it falls
Come back to the air

I can't tell you what you already know
I can't make you feel what you already feel
I can't show you what's in front of you
I can't heal those scars

She's my oblivion
And my skin burns
Her hands all over me

She whispers:
“The edges of our love are in the stars? (choir)

Good days are alive
Good days are back
Open your eyes when it falls
Come back to the air

So look down to the street below
Don't look up to the stars above
You look around
See what's in front of you
Don't look down, don't look down

Can you see the light?
It shines onto us tonight
Can you see the light?
It's all around you



21 Şubat 2013

she is my oblivion

şarkı tatlılıkla başlıyor. bu itoğluitler neler yaşadığımızı nereden biliyorlar diye iç geçiriyorum. gitarın rahat ritmi içimdekine nasılda tezat. she is my oblivion diyor. she smiles bilmem ne der gibi diyor ama. yine de tercihler değil önemli olan. önemli olan gerçekler. o bu cümleyi tekrar ettikçe, içimdeki gerçekle barışma ve gerçeğe teslim olma isteği azalıyor. şibumideki sadelik diyor. ah o sadelik. bir cümle daha var. bütün gün içimden tekrar ediyorum. ölülere bile kırk gün veriyorlarmış. yolun çok başındayım. bir ayda kendine gelirsin diyor. dedikçe diyor. o sabah. kızılayın gri ve puslu sabahlarından birinde. gittim yukarıdan bakan bir yerde sabahın erken saatinde sarhoş olmaya kalkıştım. ve orada "unutulan"ı okudum. bir de mektup yazdım. çatı katında, o eski fotografların arasında, eski bir topuklu ayakkabıyla birlikte unutulan bir eski sevgili. unutulmaktan ölmüş bir sevgili. unutulmaktan, ilgisizlikten ölmüş ve öylece kalakalmış bir sevgiliyi okudum. sarhoş olmaya kalkıştım. sabah ellerimi tuttu. bana gülümsedi. sarıldığımda yüreğim yernden çıkmaya can atıyordu. şarkı hala çalıyordu. she is my oblivion diyordu. nasıl da denk düşüyordu bütün kelimeler. içim çıtır çıtır kırılan eski bir odun parçası gibiydi. her gün suyu biraz daha çekilip biraz daha çatırdıyordu. biraz daha kırılıyordu. cümleyi içimden tekrar ediyordum. o da hatırlıyor olmalı. bütün bu garip sıcaklıktaki anıların hepsini. öyle söylemek zorunda bırakmışsındır onu. o napsındırki yani. sen zorunda bırakmışsındır. sen öylesindir zaten. o da öyle düşünmüyordur yani. anlıyor musun. bu fikirle yaşanmaz. için çıtır çıtır kırılır. kırılsındır da. hayat bazen yanlıştır. bazen doğrudur. çoğu zamansa çok geçtir. ışığı çok hızlı zannettiğimizde geç kaldığımızı daha önc anlatmıştım sana şahenk. o bakış yine gecikti. bakmaya geç kaldım. o benim ilgisizliğim diyor şarkıda şahenk. nereden biliyor bu itoğluitler neler yaşadığımızı. içimde bir cümle garip bir fon müziğine dönüşüyor. bütün anıları tek tek saniye saniye tekrar yaşarken o cümle garip bir ritmle dönmeye devam ediyor. geç kaldığıma inanasım geldikçe aklıma çocukluğum geliyor. hala nefes alıyorsak geç değildir deyişim geliyor. anılar sirk atları gibi tıngır mıngır dönerken hadi diyorum at kışı üzerinden, güzel kokan gömlekler giy ve hayata güven.

14 Şubat 2013

çocukluk



http://grooveshark.com/s/Alinma+Agliyorsam/4YWiqO?src=5

çocukluğumu hatırlıyorum. hatırlamaya değer tek şey çocukluktur zaten. o çok bahsettiğim "içimiz" de zaten çocukluğumuzdan kalan tek hatıradır. yani içimiz bize çocukluğumuzdan kalan bir mirastır.

11 Şubat 2013

aristoteles

Büyük İskender,ünlü bir filozof olan hocası Aristo'ya sorar:
"Zaptettiğim topraklardaki insanları yönetimim altında tutmak için ne yapmalıyım?Ülkenin ileri gelen insanlarını sürgüne mi göndereyim,hapse mi atayım,yoksa kılıçtan mı geçireyim?"
Aristo; Sürgünde toplanıp sana karşı başkaldırırlar der ilk şıkkı eler.Hapishaneler militan yuvası olur;kontrolden çıkar der ve ikinci şıkkı eler.Kılıçtan geçirirsen onlardan sonraki kuşak intikam hırsıyla büyür,tahtını sallar der üçüncü şıkkı eler.
Ve şu nasihatı verir:"İnsanların arasına nifak tohumları ekeceksin.Onlar birbirleriyle savaşırken sen kendini hakem olarak kabul ettireceksin.Ama anlaşmaya giden bütün yolları tıkayacaksın."

9 Şubat 2013

fazla

arabaya bindiğimde yağmur yağıyordu. önümdeki düz yolun ilerisinde yanan yeşil trafik lambası ve müzik gerçekten uyumluydu. yavaş yavaş yukarı tırmandıkça yağmur kara dönmeye başladı ve etraf bembeyazdı. işte o zaman sana haykırmak istedim. yalnızlığımızın bir kıymeti yok. gördüğüm bunca güzellik bana fazla geldiği için yanımda olmanı istiyorum. o güzelliklerin daha güzelleşebilmeleri için içimden ve varoluşlarından çıkıp yansımaları gerek. yansıyarak çoğalmaları gerek. o güzelliklerin çoğalması ise bizim o güzelliklerin içinde kendimizi kaybedebileceğimiz kadar etrafımızı çevrelemesi demek. lapa lapa kar yağıyordu. yollar bomboştu. trafik ışıkları bir dans şarkısına eşlik edercesine yanıp sönüyordu. ben yine yoldaydım. yine yolun büyüsüne kapılıyordum. yine güzellikle başedemiyordum. kötülükle herkes başedebilir. güzellikle başedebilmek ise ancak elele olacak iştir. kar yağıyordu, şehrin ışıkları altın sarısıyla boyuyordu sokakları radyodaki şarkı ağacın dalları ve bütün detaylar son derece uyumluydu. sana haykırmak istiyordum. bütün bu güzellikler bana fazla geliyordu.

3 Şubat 2013

yalın-ız-lık

bütün bu yalnızlığın şahenk, bizimle yani biz insanlarla hiç ilgisi olmadığı bir alan vardır. bunu hiç hissettin mi bilemiyorum tabi. ama o alanı hissettiğin zaman yalnızlığının kıymetini anlarsın. orada yine yalnızsındır ama içi çok dolu bir yalnızlıktır bu. birçok yalnızlıklar orada buluşmuş hercümerç olmuştur. oraya ilk varışımda evrenimizin dağılma eğilimi gelmişti aklıma. çünkü burada her şey tam tersine birleşme eğilimindeydi. bütün yalnızlıklar diğer yalnızlıklarla ortaklıklarını bulup bulup kümeleniyorlardı. büyüyüp o kütle içinde kaynaşıyorduk ve hala yalnızdık. bütün bunlar uzayın orta bir yerinde oluyordu. tıpkı gezegenin de uzayın orta bir yerinde oluşu misali. bir kayanın üzerinde uzayın içinde aklın almayacağı hızlarda bir yolculuk yapıyorduk. buna hayat deniyordu. üzerimizden yıldız kümeleri, galaksiler, nebulalar, ve milyonlarca gök cismi geçerken biz hala buradaydık. ağaçları kesip karton bardaklar yapmakla uğraşıyorduk. evet hep uğraşıyorduk. bir türlü bizi bir başımıza bırakmıyorlardı. sürekli o birileri tanımadığımız halde gelip hayatımızın orta yerine oturuyordu ve bize hükmetmeye kalkıyordu. kalkışması yetmezmiş gibi biz de hemen ellerimizi kaldırıp teslim oluyorduk. işin tadı her defasında daha fazla kaçıyordu. kişi eylemeyi sevse eylemesi eylem olmaktan çıkacak. işte buradaki sevme, yapmadan yapmayı (wei-wu-wei) açıklıyor. buna sevgi bile denmeyebilir. bu uzayın boşluğunda kendiliğinden dönen gezegenlerin kendiliğindenliği belkide. kişi kendi-liğinden yaşamalı. kendi olmasından dolayı yani. kendi olmasının yörünge enerjisiyle savrulmalı. bu kendiliğindeki yeknesak yalnızlıkla ancak o diğer yalnızlıklara doğru savrulabilir. o yalnızlıkların kümelenişiyle yıldızların kümelenişi arasında bir fark yoktur. yıldız kümelerinin diğer büyük yıldız kümlerini çekmesi sonra birbirlerine çarpması ve sonra yepyeni yıldız kümelerinin oluşması misali, bizler de yalnızlığımızla başka yalnızlıklara çarparız. o yalnızlıklar ki milyonlarca başka yalnızlıkla kümelenmiş haldedirler. biz bir yalnızlıkla bir yalnızlığa çarptık zannederiz. gündelik hayatın küçük merceği bizi böyle görmeye, böyle algılamaya zorlar. halbuki olan bütün bir insanlık sorunudur. ortada devasa bir dram vardır bile denebilir. biz iki kişi birbirimize çarptığımızı sandığımız o anda, o derin parçalanmanın sesleri, kokuları, bulutları, hızları ortaya çıkarken, bütün o büyük kümeler halindeki yalnızlıklarımız da bizimle çarpışmıştır. insan bazen yaşadığı acıları büyütmemek eğiliminde olur. yaşananın basit fazla önemsenmemesi gereken fazla dramatize edilmemesi gereken bir şey olduğunu düşünür. ama kalbi öyle demez. kalbi deliler gibi atar. susmaz. işte o anlardaki acılar bizim gerçek yalnızlığımızın acılarıdır. o acılar bütün o kümelenmiş yalnızlıkların ortak diline dönüşür. bu tek kişilik bir şey değildir artık. tek bir yıldızın ölümü doğumu ya da çarpışması değildir. bir yıldız kümesinin diğer yıldız kümesine doğru hareketidir. renkler canlı ve rengarenktir. acılar da öyle.

14 Ocak 2013

yalnızlığın orta yeri

yolculuk epey uzun sürdü. sanırım günlerce. güneşin doğuşuna ve batışına pek dikkat etmedim. zaman geçiyordu. sonlara doğru yol o kadar zor bir hal aldı ki, atlarımızdan inip yürümeye başladık. atları serbest bıraktığımız o ilk anda garip bir şekilde hiçbiri yanımızdan ayrılmak istemedi. o esnada hepimiz sessizce sadakati düşündük. kimse tek kelime bile etmedi. sonra atlarımız hızla bizden uzaklaştı. soğuk bozkırın ortasında atların tozlar içinde bizden uzaklaşması tam anlamıyla kasvetli bir manzaraydı. yine ne kadar olduğunu ölçemediğimiz bir zaman diliminin ardından yalnızlığımızın orta yerine geldik ve burada duruverdik. bozkırın soğuk havası hafifçe ılımış, toprak hafif nemlenmişti. hepimiz kendi yalnızlığımızın tam ortasındaydık ve bu tamı tamına aynı yerdi. ilk şaşkınlığımız geçtiğinde konuşmaya başladım. dudaklarım kıpırdıyordu fakat sesim çıkmıyordu. sanki havası çekilmiş bir boşlukta gibiydik. derin bir nefes alıp havanın nemini genzimde hissettim. tekrar konuşmaya çalıştım. konuşuyordum fakat konuşan ben değil iç sesimdi. delirmiş olmayı umursamaz şekilde aralıksız şekilde mırıldanıyordu. anlamsız şeyler mırıldandığı kesindi. kopuk kopuk. fakat mırıldandığı ses ve vurgusu öyle ciddi, öyle dolgundu ki, söyledikleri çok anlamlı ve derinmiş gibi bir his bırakıyordu. yalnızlığımızın orta yerini, hiç gitmemiş, hiç görmemiş de olsam, mahşer yerine benzettim. hepimiz oradaydık. yani hepimizin yalnızlığının orta yeri işte burasıydı. fakat herkes burada ansızın kendi iç sesine dönüvermişti. kimse kimseyi duymuyor, kimse kimseyi dinlemiyordu. dahası kimse kimseyi duyamıyor ve kimse kimseyi dinleyemiyordu. 

9 Ocak 2013

şahenk

bir süredir yavaş yavaş olmakla birlikte şunun farkına varıyorum şahenk. bütün sorun günün birinde senle konuşmaya başlamammış. senle konuşmaya başladığımdan beri sanki her gün, her kelimemde insanlardan biraz daha uzak düştüm. ve bu uzaklık bir zaman sonra öyle bir hal aldı ki, artık anlaşamaz olduk. bunun asıl sorumlusu da sendin. çünkü bir tek sen, benim kelimelerimle konuşuyordun.

1 Ocak 2013

samsara

kafasındaki ses "bütün yalnızlık" deyip susuyor. yalnızlığın bir bütün olduğuna bu yüzden inanıyor. şahenk hala yalnızlığın bireysel ve kişisel bir şey olduğunda iddialı. halbuki yalnızlık koca bir kıta gibi. bir ucundan başka bir karaya bağlanıyor ve başka bir karaya ve başka bir karaya. böylece devasa bir kütleye dönüşüyor. bu dört duvarın arasına, kendini kapatıp bütün seslerden ve kelimelerden kendini kurtardığında esrik bir şekilde anlıyor ki, anlamanın bir anlamı yok. dönüp dolaşıp aynı noktaya gelmek çoğu kişiyi bezdirir. o ise bunu bir sağlama gibi düşünüyor. farklı gidiş yolları deniyor. ve sürekli aynı sonuçlara ulaşıyor. yaklaşık aynı sonuçlara ulaştığında sonuçlarını gözden geçiriyor. bu esnada şahenk pis pis sırıtıyor. garip bir mücadele hali. oysa uzlaşmayı seviyor. insanlar onu anladıklarını sansınlar istiyor. o da onları anladığını sansın. çünkü anlamak bir sanrıdan öteye geçemez. olsun, samsaranın lal rengi odunsu bir parfüm gibi zihnimize yayılmasını ve her köşesini ele geçirmesini yadırgamıyor. ezberler bozulunca yeni ezberler üretilmiştir, bunu biliyor. dert etmiyor.