10 Aralık 2007

evora

hiç anlamadığı bir dil insanı bu kadar hüzünlendirir mi?

bu kadar anlam yükler mi insan hiç anlamadığı kelimelere?

yalnızlığım benden sökülüyor sanki
derim soyuluyormuş gibi
yalnızlık soyunuyorum
artık yalnız bile değilim...

crepuscular solidão-cesaria evora

7 Aralık 2007

ali alkan inal

sana kendimi başkasına anlatır gibi anlatırsam, sen de başkası oldun demektir. başkasına git. sana kendimi kendime anlatır gibi anlatıyorum. bu benim sana ait oluşum. anlıyor musun?

ali alkan inal
beni ölüm gibi
sf 35
yapı kredi yayınları

uyandım

09 Temmuz 2007, Pazartesi
saat: 15:08


uyandım

arka arkaya 3 büyük bardak su içtim
içimi yıkadım
üstüne iki tane şeftali ve bir büyük bardak süt
sonra duşa gidip dışımı yıkadım
odaya girdiğimde sanki tespih daha canlı maviydi
yaklaştım
onu kucakladım
yere bağdaş kurup güzel bir müzik eşliğinde tespihle yürüyüşe devam ettim

hiç bu kadar güzel bir deneyim yaşamamıştım desem hayatım bana gücenmez değil mi
biliyorum hayat ve benim hayatım hep engindir

gözümün hemen önünde
ya da gözümün hemen içinde önce fıskiye gibi saçılan bir ışık demeti duruyordu
sonra renk pembe ve mora kaydı
fakat bütün bu renkler
mat ve donuktu
donukluk hiç bu kadar sihir yüklü olmamıştır
sonra pembe ve mora renkler katman katman
bir perde gibi ileri atılıp üst üste defalarca örtündüler
herşeyi duyuyordum
yoldan geçen otobüsü
dışarda arabada çalan müziği
anlamları da anlıyordum
herşeyi izliyordum
kalbim çarpıyordu
dünya dönüyordu
bütün evren dönüyordu
çalan müzik başka bir parçaya geçince
örtünmekte olan yorganlar birden o mat beyazlığa geri döndü
kıvamlı beyaz mat bir katman heryeri kapladı
arkasından başlayan yeni parçayla
renkler keskinleşti
sert bir mor gördüm
arkasından
hayatın özü olduğu hissiyle izlediğim garip bir biçim gördüm
arı peteği gibi bir biçimdi
sapsarıydı
keskin bir sarı
mor birşeylerle sarılıydı
çok hayran izledim onu
hayatımın anlamı o şekildi sandım
sanrı değildi
değişen müzikle
içimde garip bir içe çöküş oldu
dışa patlamak yerine içe patlama
ve çöküş
beyazlık
karanlık
gözlerimi açtım
odamdaydım
çok yavaşça kalkıp yatağımı topladım
yatağım çok sade göründü
sanki yıllardır bu odada bir derviş yaşıyormuş hissi verdi yatağım
yatağı topladıktan sonra kitap tutacağına bir kitap iliştirdim
karşısına geçip okumaya başladım
öyleyse size zen takviminin bugün için söylediklerinden bahsedeyim

a monk asked Gensha : "the masters,when they raised their mosquito brush (hossu) , did they signify the essence of zen"

"they did not" , said Gensha

the monk then asked: "what was the meaning of their actions?"

Gensha raised his hossu

the monk asked : "what is the essence of zen"

"when you are enlightened , you will know" replied Gensha.

love is...

you're digging deep and you're gonna find something soon

just a matter of time..

5 Aralık 2007

zen and nietzsche

and those who were seen dancing were thought to be insane
by those who could not hear the music.

f.nietzsche

anlam, idil ve ıtır

anlamalıyım diyor bana
anlamadan mucizevi gelmedi

yola çıkışımı düşündüm suyun altında
haklı
ben de anlamalıyım diyerek çıkmıştım
şimdi dönüp baktığımda bunu ukalalık olarak değil de
"naiflik" olarak niteliyorum
sanıyordum ki "ben" bu koca adam bu büyük zeka(!) herşeyi anlayacak
hatta herşeyi çözecek
gerçekten anlamayı umuyordum
sonra birgün
hiç ummadığım bir anda
anlamın
aslında ışık gibi gezintide olduğunu farkettim belki de
tam kapıyı kapatıp çıkacakken o güzel kız
passion ne demek dedim ona
birden durdu
bana baktı
öyle bir an kurdu ki etrafımızda
sanki evren duruverdi
hepimiz onu dinliyorduk
bütün dünya
dudaklarına bakıyorduk
anlamı arıyorduk
"tutku" dedi
tutuku demek demedi
sadece tutku dedi
çok yoğun bir tonlamayla
passion un anlamına ermiştim
bu anlamda erdiğim şey
passion=tutku değildi
passion bir vurguydu
anlamdan sıyrılan bir şeydi yani
tutup çekilmiş
ayrı bir köşeye atılmıştı
bir tür seziydi
hatta tür değildi
saf seziydi
yani passion dediğiniz zaman karşı taraf tutkuyu düşünmemeliydi
bunu sezmeliydi
vurgunuzdan

şimdi yıllar sonra
hatta on yıldan sonra
sıcak suyun altında kendimi yıkarken
tekrar başka bir kadın bana bütün bunları sorgulattı
anlamalıyım dedi
anlayacağına inanıyor
en az benim kadar naif

oysa ben cesaria evora dinliyorum
saatlerce
hiçbir şey anlamadan inatla dinliyorum
sanki dinleye dinleye bu dili öğreneceğim
hayır hayır öğrenmeyeceğim
biliyorum bunu
aptal değilim
artık öğrenmek istemiyorum
anlam için geciktim ben
şimdi vurguyu dinliyorum
öyle bir vurguluyor ki evora
hah diyorum işte şu hayat olmalı
hayat bir anlam arayışından çıkıp
tonlamaya vurguya dönüşüyor
artık anlamayı denemiyorum ben
sezmeyi istiyorum
bir iç ürpertisi istiyorum
yıldızlara bakarken onlara isimler ve anlamlar yüklemiyorum
evrenin yanıp sönen vurgularında evrene dair seziler
içsel yolculuklar
belki biraz da huzur arıyorum

anlam ışık kadar hızlı geziniyor etrafımda
ben onu izlemiyorum bile artık
arada bir ona bakıp göz kırpıyorum
o da benimle şakalaştığını belli eden ufak bir mimik yapıyor
geçinip gidiyoruz

2 Aralık 2007

ışık

22 Aralık 2006, Cuma
saat: 12:49


Işığı öğreniyoruz

Yavaş yavaş

Onunla hastalıklarımıza şifa bulmayı
onunla bilgimizi depolamayı
onunla geceyi aydınlatmayı

Birgün elbette onunla yolculuk yapmayı da öğreneceğiz.

1 Aralık 2007

baudrillard

07 Mart 2005, Pazartesi
saat: 00:06


geçmişimi paylaşıyorum sizlerle...

7 mayıs 2004 / ankara

birkaç sayfa baudrillard okudum. Zorlayıcı metin , metin tıpkı baudrillard da olduğu gibi zorlamalı , kendini açıkça ele vermemeli , sayılar açıktır , çağrışımlardan ve anlam genişlemelerinden uzaktırlar oysa kelimeler sürekli genişleyen , açılan , kapanan*(kapanma felsefedeki anlamıyla kullanılmıştır) , tuzaklı varoluş biçimleri barındırır belki kelimenin doğası budur da babil de tanrı dilleri böldüğünde , insanın haddini bilmesine giden yol böylece açılmıştır. Metin zorlamalı ve hatta olabiliyorsa bağlamsal olabilmeli. Tek başına bir varoluştan ötede diğer içerik birimleriyle bir bütünün içinde yeralabilmeli çünkü sayılar bağımsız varolabilirken kelimeler çağrışımlar ve anlam bütünlükleri sebebiyle bağlamsal bir düzlemde varolabilirler. Bir rakam diğer rakamlarla tanımlanabileceği gibi tek başına da bir varoluşa sahiptir oysa bir kelime ne çağrışımlarından ne sözlük anlamından ne diğer kelimelerle ifade edilişinden ne de metin ya da hayat içinde edindiği yeni biçim ve anlamlardan sıyrılırak bağımsız bir varoluşa sahip değildir. tam da bu yüzden metin ve yapı taşı olan kelime doğası gereği (?) zorlayıcı nitelik taşır. (şeylerin doğası hakkında fikir beyan etmek oldum olası fazla iddialı ve ukalaca bir tavır olarak görünmüştür gözüme , doğanın milyonlarca yıllık tecrübesini birkaç götü boklu izlenimle ve deneyle toparlayabileceğimiz bana biraz snobca görünüyor. Bilimlere bakış açım da kesinlikle bundan ötede değildir , tüm bilim adamlarından ve kadınlarından özür dileyerek belirtmek isterim...) metinde diğer zorlayıcı olması beklenen nokta çağrışım ve hayal dünyaları arasındaki büyük farktan ileri gelmektedir. Elbette metin varoluş anında diğer bir deyişle kelimelerin eklem yerlerinden birleşerek yeni bir ruh durumu kazandıkları anda edindikleri espri tamamen yazarın içinde bulunduğu uzay zamana ve ruh haline eklemlenen bir boyut taşır. Metin yazardan bağımsız olan bir varoluş biçimi değildir , yazarın esprisi ve hacmi metinde derinlemesine bir boyut olarak uzanır. Okuyucu , metinde kelimelerin , kendi düş alemi ve deneyim uzayındaki anlamlarıyla karşılaşacaktır , daha derinlikli bir okumada , okuyucu dip dalgada yankılanan yazarın ruh hali ve hacmini algılayacaktır fakat yazardan başka hiçkimse metinden yazarın anlatmak istediği şeyin ne bir adım ötesini ne de bir adım berisini algılayabilecektir. Metnin zorlayıcı olan yanlarından en can alıcı yanı budur , metin uzay zamanda binlerce eşleşmeyle yüzyüze gelir , özündeki ağırlık ve derinlik elbette yazarın yeteneğiyle orantılı olarak korunur fakat espri metni üfleyen her yeni okuyucuyla yeniden biçimlenir , metin kendi üzerine kapanır ve gizli bir biçim alır. Bu gizil biçim kesinlikle kendini ele vermeyen karanlık bir yön değildir , bu gizil biçim henüz vorolmamış biçimin kendisidir , okuyucunun üfleyişiyle biçimlenecektir , okuyucusu olmayan bir metin kendi üzerine kapanır (kapanma yine felsefedeki anlamıyla kullanılmıştır) , okuyucusu olmayan metin zorluk barındırmaz , durağan bir biçimdeki akışkan bir maddeye benzetilebilir , okur bu akışkanlığa yön ve şekil verdiği anda anlamda kaymalar , yeni yüklenmeler ve gerilmeler ortaya çıkacaktır , metin zorlanacaktır. Metin tüm bağlamlarını , kelimelerin sözlük anlamlarından öte okurun çağrışım aleminden de çekip çıkarmaktadır. Bu anlamıyla ve biçimiyle metin , kendi üzerine kapanmış ve kendinden çoğalabilen ender varoluş biçimlerindendir. Bu bağlamsallık metni kendi içinde zenginleştirir , değerlendirir ve yükseltir. Metnin değeri yazarından çok okurun elinde anlaşılır dersek haddimizi aşmış olmayız sanırım yine de az önce de üzerinde durduğumuz gibi metin kelimelerin boş uzayda yanyana dizilmesiyle meydana gelemeyecek kadar hassas bir kurguya gerek duyar ve bu kurgu da , bilinci ve farkındalığı belli bir düzeyde olan yazarın ellerinden çıkar.

BİR ANARŞİSTİN GÜNCESİ

22 Mart 2005, Salı
saat: 20:07


BİR ANARŞİSTİN GÜNCESİ

hanedan kendini meşru kılmak için devlet düzeni oturmaya başladığı andan itibaren iktidarını güçlendirecek ve kimseyle paylaşmasına gerek bırakmayacak hikayeler yazdırmaya ve uydurmaya başlar...

bu hikayeleri yazanlara genellikle 'tarihçi' denir

bu tarihçiler göbekli
gıdığı yağlı ve kalın
tok sesli ve ikna edici görünüşlü olurlar...

BİR ANARŞİSTİN GÜNCESİ 2

25 Mart 2005, Cuma
saat: 15:48


BİR ANARŞİSTİN GÜNCESİ

25 mart 2005

günlerden cuma...
sabah arkadaşla bir kahvede oturup tarih üzerine metodoloji sohbetleri yaptık.

simgeleri kafalarınıza sokuyorlar
artık simgesiz düşünemez hale geliyorsunuz
kanla sulanmış bayraklar
topraklar
hawking diyordu ya işte
modelden bağımsız bir gerçek düşüncesine sahip değiliz diye
krishnamurti boşuna mı bir ömür sayıklar gibi
sürekli şartlanmalardan bahsetti

şimdi izliyorum
ucube siyasi fikirler
daha doğrusu fikir yok ortada
ucube bir hamaset var
bu hamaset çok ilginç şey
aklın almaz ama bu hamasetle böle yaldızlı amcaların cepleri doluyor
bir de bir azınlık var bunlar genelde batıda güneyde ve orta bölgelerde yaşarlar
ama asla doğuda değil
bu hamaset bir de onların ceplerini doldurur

bir de çok güldüğüm avanaklar var
üniversitelerde okuyup
bir boktan habersizdir bunlar
her boka sahip çıkarlar
onlar çok şahane
sınıfta da bir tane var
her ders hocaya ulus devletin zedelenip zedelenmediğini soruyor bu salak

şimdi biliyorum okuyanlar kızarlar aman da aman ne ukala şey diye
saygı duymuyorum ucubeliğe
ucubeliğe ve bu gibi fraksiyonlara toleransım sıfır

siz şimdi de demokrasi dersiniz
bir bilseniz demokrasi nedir
hakları adına çarpışan insanların manzumesidir
ota boka saygı duyan bir ucubelik rejimi değil
zaten demokrasi de sizin olsun
boka bulayıp içinde debelenirsiniz

BİR ANARŞİSTİN GÜNCESİ 3

02 Nisan 2005, Cumartesi
saat: 02:07


BİR ANARŞİSTİN GÜNCESİ 3


çok zamandır bunu yazmak istiyorum

bir türlü nasıl hangi kelimelerle ve ne zaman yazmam gerektiğinin kararını verememiştim

galiba "şimdi" yazmalıyım

içinde yaşadığım topluma baktığımda ürküntüyle doluyor yüreğim
insanın ahlakından şerefinden haysiyetinden ve vicdanından bu kadar uzak olduğu başka devirler de yaşanmıştır elbet yeryüzünde...
nereye baksanız insan haysiyetinin doğuştan geldiğini söyleyen insan hakları savunucuları

bu hak savunucular
guantanamoda ırakta afrikada ve dünyanın dört bir yanında durmadan insanlara tecavüz eden insanlar...batılılar...
neden böyle bir çelişki var peki ortada?
bir yandan insan hakkı deyip bir yandan bunları sürekli ihlal etmek...
çünkü batılılar robinson crusoe ve cuma örneğinde işlendiği gibi batılılar dışındakileri insan olarak görmezler
yani batı dışındaki yerlerde insan olmadığı için insan hakkı da yoktur

onlar sömürülmesi gereken köle milletlerdir
teknoloji üretemezler
bilim üretemezler
asil bir kan taşımazlar

batılılar böyle düşünür işte
o yüzden de tanımları hep kuzey-güney
gelişmemiş ülkeler
geri kalmış ülkeler
gelişmeye açık toplumlar vb gibidir
bu kavramları o halkların beynine kazırlar ve o halklar da gerçekten böyle olduğuna inanır

mesela ben 24 yıldır "gelişmekte olan" bir ülkenin vatandaşıyım
babam da 50 yıldır aynı "gelişmekte olan" ülkenin vatandaşı
fakat bu ülke bir türlü gelişmişler arasına giremiyor
neden acaba
gelişmekte olmak amaç mıydı yoksa
yani gelişmek değil de gelişmekte olmak mıydı bizim amacımız
e biz gelişirsek bu adamlar kime silah satar kime kredi verir kimin kaynaklarını yok pahasına kullanır
biz gelişmeye devam etmeliyiz öyleyse

bu gelişmeye devam etme süreci yani bir sonuca varamayan , sürecin kendisinin amaçlaştığı durum öyle ucube bir yapı çıkardı ki ortaya "uygar" batılıların diliyle ifade edersek tam bir kitch le karşı karşıyayız

bir yandan hızla batının "ahlaksızlık ahlakını" edinirken bir yandan bilgisiz fikirler ve hamaset dolu beyinler ediniyoruz

batı daha iyi durumda değil kuşkusuz
fakat onların bu ahlaksızlıktan bu beyinsizlikten karınları doyuyor evleri ısınıyor
ya bizler
hem beyinsizleşiyoruz hem de aç kalıyoruz
yani iki kere soyuluyoruz
hem binlerce yıllık kültürümüzden ahlakımızdan benliğimizden soyuyorlar bizi
hem de donumuzu atletimizi bir dilim sıcak ekmeğimizi bir bardak çayımızı alıyorlar elimizden

peki şimdi biz kimiz
biz neyiz
üstümüzde don
beynimizde fikir yokken
altımızda son model arabalar
elimizde kameralı telefonlar
dilimizde batının bölücü ve kendini beğenmiş jargonu

artık biz birer post modern ucubeyiz
artık bizler birer hayal ötesi varlığız

artık bizler televizyon başında
ağzından salyalar akıtarak bir avuç gerizekalıyı izlemeye o geri zekalılara benzemeye ve o gerizekalılardan öğütler almaya can atıyoruz

işte bu ucubeliktir
bu poptur
bu post modernizmdir
bu ahlakın etiğin insanın haysiyetinin bittiği noktadır

geldiğimiz yerin ötesi yoktur
geldiğimiz yer zaten beteri beteridir
sömürüdür liberalizmdir kapitalizmdir terörün ta kendisidir

yoksa terör üzerine bomba bağlayan insanların yaptıkları değildir
terör dünyayı böyle bir ucubeliğe sürükleyen batının ta kendisidir

batı asla bir medeniyet değildir
medeni insanlar öteki kavramıyla yaşamazlar
batının üzerine inşa edildiği değer ise öteki kavramıdır

şimdi donanmak zamanıdır
şimdi ayağa kalkmak zamanıdır
şimdi prof.fuat sezgin gibi "insan"ların zamanıdır

güneş doğudaki ufuktan tekrar yavaş yavaş ve o güzel nazıyla doğacaktır...

aslı

05 Mayıs 2005, Perşembe
saat: 00:52


biliyorum o kız şaka yapıyorum sandı
ya da ciddi olmadığımı
ama gerçekten çok ciddiydim
akşam güneşi yüzüme vurmakta ve gözlerim kamaşmaktayken
gerçekten o dört köşeli odada birden anlam, tekrar ve tekrar sıyrılıverdi üzerine bağlı olduğu o üç boyutlu maddeden

düştüm

gerçeğin üzerinden düşüverdim
odada bir an herşey yitip gitti
düşündüğüm şey konuşmalardı geçmişlerdi
kesinlikle gelecek değildi
gelecek,kelime kökünün çekimlendiği kadar kesin biçimde gel-ecek miydi bilmiyordum çünkü

o hanımefendi ruhlu kadının yüzünü incelerken
yaşamındaki acıları tanımaya çalışıyordum
bir yandan da zerafet asalet gibi niteliklerin tamamen ruhtan ya da diğer deyişle doğuştan kaynaklandığını düşünüyordum
kafamda bir kıyas yapmıyordum
ama orası açık ki kafamda eşleştirmeler yapıyordum

güzellik gerçekten bir kaleydi
estetiğin en dayanıklı kalelerindendi hem de
ben duruyordum
güzellik beni azametiyle sarıyordu

sonra deprem oldu
gerçek bir deprem
"o" değilim dedi
peki diyebildim
başka türlüsü bana yakışmazdı
diretmeyi sevmiyorum
"o" değilim diyen bir insan o olmadığını düşünüyorsa ben o olduğuna inansam da bu artık gerçeğin üç boyutlu yapısını bozar
gerçek yıkıldı
deprem oldu

zulmü düşündüm bugün yine
sömürüyü düşündüm
tiksindiğim insanlar var artık
ve gerçekten maziyi mumla arayacaksınız
yani sömürenler
zulmedenler
bunun bir hesabı olacak
ama korkum yine ezilenlerin bedel ödeyecek olması
tıngır mıngır yaşam formları
solucandan beyinsiz insan biçimli varlıklar
sömürerek yaşamak o kadar içlerine işlemiş ki
bokta debelenip bokun kokusuna duyarsızlaşmışlar
tam 200 yıldır kan emiyorsunuz
şık kıyafetler giyip pahalı evlerde oturuyorsunuz
kendi halinde yaşamını sürdürmek isteyen vicdan sahibi insanları aşağılayarak yaşıyorsunuz
sizinle aynı ortamları paylaştığımda
utanma
öfke
aşağılama
gibi hislerim kabarıyor

hakkı olmayanı israf eden bu varlıklar cibiliyetsizliğin danıskasıdır dersek az mı kalır acaba...

burçak

07 Haziran 2005, Salı
saat: 21:59


bugün o hastane odasında perdenin arasından çizgi şeklinde sızan akşam güneşinin ışınları bedenimi tam ortadan ikiye ayırmaktayken yine yaşamı ve ölümü düşünmekteydim...

yatakta yatan can dostum sessiz sedasız çırılçıplak beyazlarla örtmüşler üstünü ve yaşıyor şükürler olsun ki yaşıyor...

ben de karşısında "olduğum gibi" duruyorum

ve benle heryere gelen "sen" de...

duruyoruz...

karşıdan akşam güneşi üzerimize vuruyor
öyle sessizlikle

hayat...ama gerçekten küçük harflerle hayat...

ışık tekrar

01 Mart 2007, Perşembe
saat: 02:25


ışık sekiz milyon yıl önce çıktığı yolculuğunu az önce odamda tamamladı yıldızın 8 milyon yıl önceki hali odama indi ya şimdisi yıldızın bilebilir miyim bilemem ışık evrendeki herşeyden hızlı olmasaydı biz herşeye geç kalırdık bunu daha önce söylemiş miydim size lambadan çıkıp kağıda değen ve sonra gözüme gelen ışık kağıda çarpışıyla gözüme gelişi arasında çok zaman yok biliyorum belki bir saniyenin milyonda biri belki daha da az ama bu gecikmek değil mi düşlerim kırıldı hiçbirşeyi tam o anda görmüyoruz ışığın gecikmişliği bizleri yakalıyor etrafımızda eğilen bükülen bir zaman yetmezmiş gibi bir de geciken bir ışık var kütlenin kudreti ışığı ve zamanı bile büküyor uzay sürekli bükülüyor zihnimde kopmalar oluyor geçmiş ve gelecek ışığı düşündükçe daha da durulaşıyor sanki gökkkuşağının bir ucu gelecek bir ucu geçmiş sanki geçmişle gelecek arasındaki tek fark bir renk kırılması yıldızın şimdisi benim izlediğim yıldızın geleceği uzak yıldızlardan biri benim gezegenime bakıyor ve ben yokken ki dünyayı izliyor siz buna zaman mı diyorsunuz bu yalnızca ışık ışık tekrar herşeyi yere vuruyor bir bilgenin umursamaz tavrıyla herşeyle dalga geçiyor o zen rahibini hatırlıyorum sessizlik diyen öğrencisine ben hiçbirşey duymuyorum de diyen rahip geçmiş diyen öğrencisine bir ışık oyunu diyen bir zen rahibi de olmalı bir yerlerde ve dahası bir yerler olmalı hala ihtimallerin canlı diri umut dolu olduğu neden okuyorsunuz beyefendi dünyaya bakıp izleyerek anlayamayacak kadar mankafa mısınız ne arıyorsunuz okurken kendinizi mi ne kadar çok büyütüyorsunuz bu egoyu nefsi hayvan yanımız işte sadece acıkınca yemek ver isteklerini karşıla olsun bitsin siz okuma eylemini neden bu kadar büyütüyorsunuz neden bu kadar küçümsüyorsunuz abdülgaffar el hayati kitaplar kişiyi çoğaltmaz.mahremiyeti artırır. derken kiminle konuşuyordu siz kitaplardan kafanıza çatı dikilir mi sanıyorsunuz siz okumaktan ne bekliyorsunuz kişi okuyarak kendini bulur mu kişi okuyarak cevapları bulur mu
okumak yalnızca bir şahitliktir okumakla hiçbir sorun çözülmez okumakla kişi insan olduğuna erer bu milyonlarca yıllık hareketin efsanenin serüvenin bir parçası olduğunu kavrar beynindeki duru kıvrımlar bu serüveni kucaklar kişi türünün bilincine erer ışığın yansımasında yeni bir silüet tarar arar silüeti yarar ışık kırılır yarılır ufacık delikten bile içeri süzülür aydınlatır okumak kişiyi ışıkla tanıştırır ama aydınlatmaz sorularına cevap vermez soru sormaya hak tanır kitaplar basit yol göstericilerdir diyor el hayati ve ekliyor kitaplar karşı ve yana olmayı seçenler için vardır
ya da sıkılanlar için basit vakit öldürücülerdir.

Music for the soul

Music for the soul
(and for light bodies)
by Roberto Gatti


The sacred scriptures state that
in the beginning
God was a sound.

This, in the beginning. Today it is rather hard to decipher that original sound, the "Aum" from the oriental tradition which became the Christian "Amen", while the inexhaustible racket tied to the industrial and post-industrial society dominates. Those rare times in which we are able to hear it, maybe in the silence of a church or in the uncontaminated peace of a druid circle during a Celtic festivity, we have the impression of having stumbled upon an unreal world.
This because beyond these timeless and spaceless places noise dominates uncontested, and with it music, music for the body.

Music for the body is inevitably intertwined with modern society, and within it are gathered all the characteristics of our lifestyles. A type of music that is acid, synthetic, and syncopathic. A type of music that merely stimulates the "lower instincts" (these terms are not derogatory, they simply refer to our earthly passions, thus relative to the first and second chakra) of all human beings.

This is rather curious. It is known to many that there are five more chakra. Also known is the fact that a human being possesses, other than the physical body which is visible to all as height, skin color weight and so forth, at least three other bodies. These bodies being the emotional body, the mental body and the spiritual body. The last three bodies would easily be visible to everyone who decides to resort to those telepathic and extremely sharp capabilities that we owned since the beginning of times, but forgot about. Thus as it is known to all (or at least to those who had the opportunity to read books by Anne and Daniel Meurois-Givaudan) the various musical archetypes which we constantly hear, do what we as humans forgot how to do. Rhythm nourishes our physical body, while melody, harmony and symphony respectively nourish the emotional, the mental and the spiritual body.

Briefly stated, these pages dedicated to "music for light bodies" have a few simple objectives. Its goals are to gather within its pages people, types of music, albums, and situations of all kinds which have the ability to give vigor and nourishment to the bodies that consciously and unconsciously we forget to attend. Giving them new vitality and allowing them to "breath".

These bodies deserve to be cared for, the same way our physical body deserves to receive quality food and beverage daily. It is also commonly known that the cleanliness of our planet depends on the cleanliness and care that day after day we operate within ourselves. Music, good music can aid us in the achievement of this supreme objective. Therefore… Bon Voyage.

http://www.mybestlife.com/music/index.html

Stephan Micus-The Garden Of Mirrors (an interview)

Interview

Mr Micus, why did you decide to leave your home country?

"It's very simple. Germany is too modern as a country for my own taste, and then the climate is very harsh... and people are, too. I used to live in the Bavarian countryside, near the Alps, and I must admit the place was truly fantastic: I love the mountains dearly. But I love the sun best, and over there there's so little of it... So, three years ago, I packed my luggage and moved to mallorca".

So it was a lifestyle choice...

"Sure, the search for sunny climates was the main reason. But it was also a very pragmatic choice, because mallorca has one of the best equipped airports in Europe, from which it is always possible to depart at any time of the day, 365 days a year. If we wanted to sum up the whole in a kind of equation, we could write: Sun+ Countryside + Airport = Paradise. That's what mallorca is to me!".

I assume then you started traveling quite early in your life...

"In the summer of 1969, when I had just turned sixteen (I was born on January 19, 1953). The destination was Morocco, which at the time was completely different from the place we know today: it was enchanting, nothing more and nothing less, which has had a strong influence on my personal world view. But the journey that influenced me even more was the one I took a couple of years later, in India. there I bought my first records, by the then almost unknown (at least in Europe) Ravi Shankar. There I started studying music and the instrument of Indian tradition: sitar, sarangi and tambura first of all. Ant there I learned that to really understand the music of another country you must live there long, share the local customs in depth, the clothes, the foods. Which is also what Native Americans used to say centuries ago: if you want to get to know your fellow man, walk a month in his moccasins...".

Japan, too, seems to have had a formidable influence on you...

"It's true, and it's something that I really can't explain at all. Because I distinctly feel that this fascination does not come form the mind, but directly from the heart. And the matter, from this particular point of view, moves parallel to my way of making music...".

Could you please explain better what you mean by that?

"I would be glad to do it, if I only knew: but the fact is that I don't understand it myself! The fact is, I just sit down, relax, and within me I feel only a kind of "bubble": an initial idea, to name it in rational terms. but the fact is, there is nothing rational in all this, the entire process comes from the unconscious: as soon as I manage to create a sort of "void" within me. At this point the "bubble" starts to grow, expand, until it reaches an almost complete form: which I immediately record on tape. Then I listen to the whole thing again, I refine it, polish it, choose the instruments that are more suitable and the most significant "phrases". And then I realize that at that point I have almost finished my work... .".

This is very interesting, since it highlights the essential core of your music: its being almost "zen meditation", though built with absolutely particular instruments...

"It may be like that, even if - once again - I'm not aware of it at all. In my personal case, the only certain aspect is that the music can turn out to be good only if, when I compose it, I manage to locate myself "elsewhere". If in other words I manage to become something "other" from myself, someone who writes-composes-sings without the flesh-and-bone Stephen Micus being aware of it at all. Curious, isn't it?".

Yes and no. It's one of the basic principles of "channeling"...

"That's true! Even if I must admit, frankly, that up to now I have never practiced the "channeling" technique!".

If we judge by results, it's very probable that you have this capability since birth, almost as a "genetic heritage". Also because it's not a mystery that you always work on your own...

"True, but I'd like to explain a few points about my solipsism - very rationally, this time. The first point is that, since I was a child, I have always preferred to do things on my own, and this still influences my personality a lot. The second point dates back to when I started playing, almost thirty years ago: at the time there was a sort of total uniformity, and I really wasn't interested in dealing with people that played always the same stuff. The third point has to do with my preference for the countryside: and you'll have to admit it's pretty hard to form a band in the remote country resorts of the Ruhr. The four point concerns my talents: which, thank God, are various and multifaceted. Then, why should I work with a band, when on my own I manage to play an infinity of instruments?".

A legitimate question. Then allow us to ask another one, the final one: will we ever see you playing with other artists?

"Maybe yes. Just now I am in fact intensifying contacts with two musicians I like a lot: the percussionist Pierre Favre and the "bandoneonist" Dino Saluzzi. As you say in Italy, if it's roses, they will bloom...".

http://www.mybestlife.com/music/Stephan_Micus_Interview.htm


27 Kasım 2007

loreena mckennitt-marco polo

odamın ortasında yarı çıplak bir hintli kız dansediyor
havada baharat kokuları
hava öyle sıcak ki üzerimdeki sarı keten eşarp tenimle bir olacak kadar yapışmış üstüme
taş duvarları olan odamın üst köşesindeki penceremsi yarıktan dışardaki yakıcı güneş ışığı sanki soğuyarak
evcilleşerek
dinginleşerek odama giriyor
taşın serinliğine rağmen öyle sıcak ki
danseden kızın göğüs aralarında boncuk boncuk terler birikiyor
aklımdan kalkıp orayı öpmek geçiyor
ama bir rüyadaymışçasına mayhoşum
arada bir dansöz kızın göz süzüşü bile içimi kıpırdatamıyor
öylece uzanıyorum
dışarıdaki çalgıcılar hala çalıyor
gözleri birer koca zümrüt gibi olan dansöz kız hala dansediyor
kafamı kaldırıp taş duvarımda asılı duran kök boyalardan yapılmış buddha resmine bakıyorum
özellikle uzun uzun gözlerine bakıyorum
arada bir dansöz kızın gözleriyle buddhaa nın gözleri birbirine giriyor
hangi göz kimin ayıramıyorum

tekrar buddha ya bakıyorum
o da en az benim kadar esrik
ikimiz de başka yerlerdeyiz
çıngıraklı müzik arada bir coşuyor
o coşunca kızın kalçasının hareketleri de aynı ritimle coşuyor
o anlarda içime bir kıvamlı mürekkep gibi şehvet akıyor
sonra tekrar uyuşuyorum
buddha ya bakıyorum
o beni anlıyor

27.11.07 04:07

24 Kasım 2007

ah kaptan ah

"Çok tuhaf bir şey söyleyeceğim ama gerçek: Doğu ölüm kavramını hâlletmiştir. Batı bunu hâlledememiştir.

Doğu, 3 bin yıldan beri dünyanın hakikatinin ölüm olduğunu bilir. Dünyada başka hakikat yoktur: ölürsün! Batı hâlen ölümden nasıl kurtulacağım diye uğraşıyor. Kurtulamaz! Bir Batılı ile konuşuyorduk, işte "Eninde sonunda çare bulacağız ve kimse ölmeyecek" dedi. "Peki nasıl besleyeceksin o kadar insanı?" dedim. "Onu hiç düşünmedik" dedi. "Canım işte uzaya gideriz" falan lafları etti, sonra durdu ve "Bazıları öldürülür!" dedi.

Hayâl kuruyorlar. Hâlbuki Doğu bunu binlerce yıl önce keşfetmiştir. Ahmet Gazalî bunu bizde söylemiştir. Biz buna inanırız. Onun için Doğulular Batı ile hır çıktığı zaman rahatlıkla ölürler. Onların ödü patlar, ölmezler ve o yüzden de iş Irak'takine döner. Her defasında böyle olmuştur. ABD'nin bütün işi, nasıl 500-600 metreden ve hiç görünmeden adam öldürürüz, bunu düşünüyorlar. Ölümden ödü patlıyor onların. Ben bunu şöyle kullanıyorum: Bizim ve bütün Avrasyalılar'ın ölebilme kâbiliyeti var, onların yok!"

2023 Dergisi 2005

attila ilhan

mucizeler-1

o evi hatırlıyorum
garip bir hüznü vardı
ışığın evin içine gelişindeki açısındandır belki şimdi şimdi düşünüyorum bunu

küçüktüm
okulda fen bilgisi dersinde duymuş olmalıyım
bir öğleden sonraydı
mavi bir tasımız vardı
banyoda başımıza su dökmek için kullandığımız
onu aldım
içine su koydum
tasın dibine de bir ayna koydum
tası odanın zeminine koydum akşam güneşi tasa düştü

ve evet
evimizin açık mavi duvarında hareketli bir gökkuşağı oluştu

şaşkınlıkla izliyordum
suya dokunup dalgalandırıyordum
gökkuşağı hareket ediyordu

mucizeler hayatıma böyle girdi diyebilirim.

two rocks and a cup of water - massive attack

14 Ocak 2007, Pazar
saat: 01:43


iki taş al önüne bir kap da su hepsi bu

kimyaya değil ama simyaya inan
iki taş ve biraz sudan ruha işleyecek melodiler çıkabilir eğer simya bilgisi yeterli insanlar tarafından işlenirlerse

ne diyor bu melodi
gerçekten anlama öyle br biçim giydirmiş ki
etinden süzülüp içine yapışıyor ve biliyorsun artık hayat eski hayat değil yeni bir anlamla tanıştın ışık prizmadan büküldü tarifsiz bir renk önünde uzanan beyaz boşluğa düştü fakat rengin ismi yok öyle şaşkın ve öyle üzgünsün ki öyle mutlu ve huzurlusun ki daha önce görülmemiş isimlendirilmemiş bir renkle 'birliktesin' fakat bu birliktelik anlamın yapıştırıcı kuşatıcı sahiplenici etkilerinden uzak varlığından haberdar olmadığın uzak bir yıldızın güngelip gezegeninin güneşi olması gibi ışığının isimsiz tasasız varoluşu gibi tanımadığın bir renk düşün bilmediğin bir yıldız ve o yıldızı güneşi bellemiş gezegen ışığın binlerce tayfı doppler etkisi yansıma ışığın geçiş ve kalışları ışığın melodisi ışığın ışıması ve sonsuzluk

sonra tekrar melodi
iki taş
bir kap su
taşları suya koy
ışık tasa düşsün ve uzayan beyaz boşlukta binlerce tayfla ayrışsın birleşsin tıngırdasın
tekrar hayatın anlamının aslında şeylerle ve kelimelerle uzaktan yakından ilişkisi olmadığını hisset ve anlamın aslında varoluşun birkaç boyutlu yapısının tüm boyutlarında bir uzam olarak uzandığını yani paralel ya da çakışan binlerce boyutla birlikte binlerce uzamda anlamların da akarcasına uzandığını bu yüzden anlamın asla şeylerle ve kelimelerle bitişemeyeceğini çünkü doğası gereği bütün bunlarla ve bunların dışında bağımlı ve bağımsız akan boyutlarda binlerce yeni anlamın canlandığını ve binlercesiinin de öldüğünü bu ölüm doğum çemberinde değişen ya da sabit bir anlamın bulunamayacağını hatta dahası değişen ve sabit bir oluşun dahi bulunamayacağını 'basitçe' kestirmiştir kişi ya da en azından kestirilmelidir.
puslu bir ormanda bir kış günü yürümüş ve yolunu yitirmekten endişe duymuş her insan için anlamın bu biçimi çok tanıdıktır. gözünü çevirdiği her yönde yine benzer biçimli ağaçlar gören ve yönünü saptayamayan kişi gibi hayatın bütün yönlerinde benzer boy ve biçimde 'ağaçlar' yolun kestirilmesine engel oluşturur bütün bu ağaç kümeleri üzerinden aynı anda ve sonsuz doğrultuda akan ışık tam 'anlamıyla' anlama denk düşen biçimleniştir.
anlam ışık kadar hızla evreni gezmektedir.

ali alkan inal

sana kendimi başkasına anlatır gibi anlatırsam, sen de başkası oldun demektir. başkasına git. sana kendimi kendime anlatır gibi anlatıyorum. bu benim sana ait oluşum. anlıyor musun?

ali alkan inal
beni ölüm gibi
sf 35
yapı kredi yayınları

sallanan koltuk 2

tekrar kekik kokusu
ve tekrarlayan gıcırtılar
üstüne üstlük
asma da deli rüzgara teslim
sallanıyor
ya kadın ?
yüzündeki hüzün
çoktan düşüp tutuşturmuş
eteklerini. . .

gül kurusunun pembesi
ve kadife
koltuğun yüzü
kolları ceviz
üzerinde gül oymaları

asırlardır
kaç hüzünle tutuşup
kaç can teslim oldu
gıcırtıların detone esaretine

gezgin bir prelüd
ve chopın'in valsleri
ya da für elise
sallanan koltuklarda yalnızlık melodileri
ahenksiz gıcırtılar
ölümün köşesinde
sonsuza dek bekleyişler
ne umarak ?

15-16 aralık '99
trabzon

Sallanan koltuk 1

bir yerlerime durmadan yağmur yağıyor
soğuktan donmuş hissetmediğim bir yerlerime
bir yerlerime güneş ışıyor
hep hüzün
hep kırılganlıklar
prizmalarda kırılan duygular
aşk prizmalarında kırılgan duygular
ve yalnızlığın vahşeti
yüreğinin derisini kaldıracak kadar
soğuk esen dağ rüzgarları

beklesek
gelir mi sevgili
sessizlik soğuk soğuk kaplar her yanı
ses yeterince sıcak mı niye

hüzün sıvı bir şeymiş gibi akıyor kadının yüzünden
yere damlasa etekleri tutuşturacak
koltuk sallanıyor
pencereden ılık kekik kokusu
ismin geliyor aklıma
ismin
yağmur yağıyor bir yerlerime
bir yerlerim donuyor
bir yerlerim ışıyor
hep hüzün

16 kasım '99
trabzon

sexual personae

in the begining was nature.the background from which and against which our ideas of God were formed,nature remains the supreme moral problem. we can not hope to understand sex and gender until we clarify our attitude toward nture. sex is a subset to nature. sex is the natural in man.
society is an artificial construction,a defense against nature's power.without society ,would be storm-tossed on the barbarous sea that is nature.society is a system inherited forms reducing our humiliating passivity to nature. we may alter these forms,slowly or suddenly, but no change in society will change nature. human beings are not nture's favorites. we are merely one of a multitude of species upon which nature indiscriminately exerts its force. nature has a master agenda we can only dimly know.

sexual personae
camille paglia pg 1
vintage books 1991 usa

giriş

04 Nisan 2007, Çarşamba
saat: 02:36


Oturduğu bankta üzerine düşen baharın ılık güneş ışınlarının daha sekiz dakika önce güneşin göbeğinden yola çıkmış olmalarını düşünüyor. Bir yandan camiden çıkan cemaati izliyor. Yaşlı sakallı adamlar genç sakalsız adamlar küçük çocuklar. Yüzlerdeki garip aymazlık gözüne batıyor. Sanki içeride yüzlere aymazlık dağıtmışlar gibi. Her çıkanın yüzünde bu acayip ifadeyi okuyor. Ya da saçmalıyor kendi yakıştırması bu , şu berideki orta yaşlı adam, yüzünde tam anlamıyla görevini yerine getirmiş kul ifadesi var , rahat ,kendinden emin, şu an dünyanın tüm sorunları vız gelir ona ,acılar ,ölümler, işkenceler ,hepsi yalan ,o huzurlu şimdi, yapması gereken bir edimi daha yerine getirdi ,yakınlaşması gereken hedefe doğru bir adım daha attı ,çok düşüneceği bir şey yok zaten düşünmeye gerek de yok yapılması gerekeni yaptı öbür alemde alacak karşılığını yaptığının , karşılığını alacağını bilmenin verdiği o garip naiflik çok hınzır çok çocukça. Camiden çıkan cemaatin kalabalığına karışmak için çevik bir hareketle banktan kalkıyor , sırtında hissetiği güneşin ılıklığını sanki bir itici güç gibi kullanarak hızla kalabalığa yanaşıyor sonra da bir hamlede karışıyor. Cami çıkışından meydana uzanan yol boyunca kalabalık parça parça ara sokaklara sapıp kayboluyor seyrelen insan kalabalığı meydanda yerini coşkulu bir başka kalabalığa bırakıyor. O da kendini kalabalığa bırakıyor. Kalabalıklara bayılıyor , çocukluğunun küçük bir köyde sürekli aynı insan yüzleri etrafında döndüğünü düşünürsek çok anlamlı bu kalabalık sevdası. Yeni yüzler ifadeler yaşamlar hikayeler hikayeler. Kalabalığın içine kendini adeta teslim ediyor. Küçük sürü halinde yaşayan balıklar gibi bir anda hepsi bir o yöne bir bu yöne dönüyor o da bırakıyor kendini kalabalık hangi yöne gidiyorsa o da o yönü seçiyor seçimi kendi yapmışçasına kararlılıkla uyguluyor ve hatta segiyle benimsiyor. Bu ılık bahar gününde içinde eridiği bu sıcak kalabalığa teslim oluyor şehre teslim oluyor kendi deyimiyle ortalama insan zekasına teslim oluyor ortalamadan biri gibi davranıyor. Bütün bunlar ona ummatan vasatan (vasat ümmet) ı hatırlatıyor. Kutsal kitap okumaları neredeyse tüm gençliğine yayıldı. İlk hangisiyle başladı hatırlamıyor neden başladı onu da hatırlamıyor ama bildiği şu ki bilinen tüm kutsal kitapları okudu hatta kutsal kitap kavramına yeni bir açıklama getirdi kendi kafasında o mitolojileri ve birçok arkeolojik yazılı eseri de kutsal kitap olarak görüyor.yunan maya hint ortadoğu kızılderili mitoslarından kur'an incil tevrat oradan dhammapada tripitaka her neyse işte şinto maniheizm zerdüşt... yazının iziyle tarihe sabitlenmiş kutsal adına ne varsa okudu. Kutsal çekti onu diyebiliriz. Şu ünlü buğulu bulutların üstündeki dünya imgesi cezbetti yüreğini ve yüreği beynine hükmetti hep , ah tersi olsaydı keşke bazen pişman da oluyor bu haline yaşıtlarına bakıyor ev kuranlar aile kuranlar bir mesaisi olup çalışanlar eli para tutanlar bütün bu kalabalığın bu kadar dışına atılmışlığının kabahatini yüreğine yüklüyor bir çırpıda kefilsiz koşulsuz vicdanına yüklüyor "değerleri olmayanın pişmanlıkları da olmaz" diye düşünüp not düşmüştü yeni yetmelik zamanlarında şimdi o söze lanet ediyor o sözü not düşüşüne o sözü o kelimelerle ifade edişine ve daha da beteri o düşünce sistemini inşa eden beynine lanet ediyor yüreğinin egemenliğindeki beynine lanet ediyor. Keşke diyor pişmanlıklarım da olmasaydı değerlerim de bütün bu hamur kıvamındaki kalabalıkla bir olsaydım , keşke düşündüklerimi düşünmemiş okuduklarımı okumamış olsaydım.

tabutta rövaşata

28 Mart 2007, Çarşamba
saat: 16:14

evet günce bak ben de seni seviyorum
anlıyorum bu kıskançlık triplerini
fakat benim de kendi hayatım var
kimle neyi paylaşıp neyi paylaşmayacağımın kararını kendim verebilirim değil mi
hem böyle kıskanç triplerde takılırsan ilişkimiz monotonlaşmaz mı sence de?
yapma böyle güzel günce
bırak herkesler okusun yazdıklarımı
umuma açık bir yanlarımız olsun
denize akan bir yanlarımız
her yanımızı örtüp saklayamayız ki
hep ölçüp biçip tartamayız ki
kanatlarımızı açıp uçmak da ister gönül

hani tabutta rövaşata izleyip
içinde kalan o garip tortuyu
blonde redhead koyup son ses
mutfak penceresinden
okul bahçesinde birbirini kovalayan çocukları izleyerek atmak istersin belki
belki de atamazsın
blonde redhead iyice çıldırıp bağırır

bırak bizi günce
bırak bizi herkes görsün
bırak kanatlarımızı açıp
bir tavuşkuşu gibi naif
ve bir o kadar kendini beğenmiş
göklere gülümseyelim
sus artık günce katlanamıyorum sana
ben buralardayım günce
tuvalete bakıyorum bundan sonra
kolonya tutup peçete veriyorum
koltuklarında semirtip göt büyüten dünyanın tüm sömürgenleri de hiç umrumda değil günce
açlık öyle zor ki
bir de beyz tenli bir kadın ve yanakları
yalnızlığım beni delirtmedi günce
yanlış anlama sakın
deli olduğumu belki biraz da olsa kabullenebilirim,
yılgın gülümşeyişlerim de açığa vuruyor zaten zihnimin karmaşık sokaklarını
seni seviyorum demek istiyorum
bir şeyleri kucaklayıp sıcaklık hissetmek istiyorum
yok yok yok günce
soğukta uyumak zor
sürekli dayak yemek de bir o kadar
ne devrimlerle ne tarihle ne insanlarla ilgileniyorum
sikmişim hepsini
içimdeki ansızın canlanan hiddet çok kişisel
çok saçmasapan
ben saçmayım zaten
deli bile değilim
arabaları seviyorum günce
sıcaklar
hepsi benimler

tekrar kadınlar

27 Mart 2007, Salı
saat: 15:15


güzel kadınları seviyorum günce
onları izlemeği onlarla sohbet etmeği
yüzlerinden bir karartı gibi geçen çapkın ifadeleri seviyorum
karşılarına oturup saatlerce sohbet etmeği
gülümsemelerini
gözyaşlarını
uzattıkları ellerine dokunmayı
dansetmeyi
onlar büyük bir şehvetle kendilerini anlatmaya
kendilerini kanıtlamaya çalışırken
durmadan konuşurken
dudaklarını izlemeyi seviyorum
güzel kadınlar bana yaşam hakkında garip bir itici güç veriyor günce
bana bir tür esin variyor güzel kadınlar
onları uzaktan izlemeği seviyorum günce
kendileri gibi olduklarında daha çekiciler günce
yapmacık olmayan güzel kadınlar daha bir güzeller
güzellik bakan gözdedir diyorlar günce
inanırım
güzel kadın kim midir öyleyse günce
benim bakıp bu güzel kadındır dediğim kadın güzel kadındır işte günce
gerisi yalandır
dolandır
hikayedir
benim olmayan güzele güzel der miyim peki ben günce
elbette derim
korkakça yaklaşmam güzele
nefsimin pençeleriyle yaklaşmam
tersine teslim olmuş bir naiflikle yaklaşırım
güzel kadınla güç ilişkisine girmem
fethedeyim diye erkeksi tavır takınmam
uzaktan izlemek de büyük bir keyiftir onu
siyah saten gömleğinin düğmelerini çözüşünü
sonra beyaz jartiyerini
dantelli diz üstü çoraplarını
aynada kendi güzelliğini izleyişi
kendine çapkın çapkın bakışları
bütün bunlar esin yüklüdür günce
severim güzel kadınlar günce
çok severim

kadınlar....

30 Mayıs 2007, Çarşamba
saat: 01:14


kadınlarla başlayalım söze

dünyanın en mucizevi varlıklarıyla
insan denen bu garip hikayenin çıkış noktası olan kadınlarla...

bir kadın güzelliğinin yanında ve en az güzelliği kadar akıllı olmalıdır
kadın gelişmemiş toplumlarda hep ahlaki bir metadır bunu hep eleştiririz değil mi
namus iki bacağın arasında mı deriz

halbuki konu o kadar basit değildir
kadın ahlakın kalesi olmak zorundadır
bu onun doğal ve toplumsal rolüdür
doğurgan varlığı , yuvayı kuran ve kollayan yapısı , yavruları yetiştirme konusundaki birincil nitelikleri , soyut kavramları kavramadaki üstünlüğü vs vs. bütün bu saydıklarımız kadını toplumsal ahlakın kurucusu konumuna getirir , kurucu koruyucudur her zaman.

bütün bunlardan dolayı kadın kesinlikle ahlaklı olmalıdır
gelişmiş vicdani konumunu hep öne çıkarmalı ve toplumu bu vicdani konuma göre konumlandırmaya çabalamalıdır
kadın toplumun yön vereni olmak konusundaki hassas rolünü olabildiğince özenle üzerine almalı ve gerçekleştirmelidir.

kadınlar toplumun en iyi eğitim almış kesimini oluşturmalıdırlar
sanayi toplumu içindeki erkekleşme sürecinden geri çekilmeli ve kadınlıklarının tekrar sırrına ermelidirler

şimdi tekrar LAO-TSU ya dönelim ve uzun bir alıntı yapalım

eskiden insanlar bütünlük içinde bir yaşam sürerlerdi

aklı fazla önemsemezler

ama herşeyde akıl, ruh ve bedeni bütünleştirirlerdi

bu onları kavramların kurbanı kılmadı

bilginin babası olmalarını sağladı

yeni bir buluş ortaya çıktığında

onun sağlayacağı kolaylıkları olduğu kadar

sebep olcağı sorunları da göz önüne aldılar

etkili olduğu ispatlanmış eski bilgilere ve

etkili olduğu ispatlanabilecek yeni bilgilere rağbet ettiler

eğer daha fazla şaşkınlığa düşmek
mahcup olmak istemiyorsan atalarının yaptığını yap

aklını bedenini ve ruhunu yaptığın her işte bir arada tut

doğayla uyumlu olan yiyecek , giyecek ve barınakları seç

taşıma için kendi bedenine güven

bırak işin ve teneffüsün bir ve aynı olsun

yalnızca bedenini değil , tüm varlığını geliştirici çalışmalar yap

varlığının üç küresini birbirine bağlayan müziği dinle

yöneticileri servetleri ya da güçleri olduğu için değil
erdemleri olduğu için seç

başkalarına hizmet et ve aynı zamanda kendini geliştir

gerçek gelişimin
kendine ve diğerlerine uyum sağlayacak bir yolla
karşılaşılan sorunların üstesinden gelmekle olacağını anla

bu basit eski yöntemleri uygulayacak olursan

devamlı surette yenilenmiş olacaksın

23.11.2007

sabah uyandım

23.11.2007
tam 10 yıl geçmiş üzerinden
durdum odamda
sakince durdum
sonra radyoyu açtım
ilk şarkıdan sonra
"yalnızlık ömür boyu" çaldığında
tekrar rastlantıların olmadığı evrene inancım kuvvetlendi
sonra bu evrende olmaya şükrettim
evet tam 10 yıl geçti
bugün hava güneşliydi
o zaman da garip bir güneş vardı hatırlıyorum
bugünü günceme not etmeliydim
not ettim

yalnızlık ömür boyu çalıyordu
evde ve evrende yalnız başımaydım
bir 23 kasım dahaydı
hayat bir mucizeydi
kesinlikle öyleydi

radikal gazetesi...

© Radikal internet baskısında yer alan tüm metin, resim ve benzeri içeriğin hakları Doğan Gazetecilik A.Ş.'ye aittir. Hiçbir şekilde basılı ya da elektronik bir ortamda (CD, Internet vs.) kaynak gösterilse bile izin alınmadan kullanılamaz.

blogumda yayımlamayı çok arzu edeceğim bir yazıyı tam kopyala/yapıştır yapacakken yukarıdaki uyarıyla karşılaştım. bu konuda diğer gazeteler ve özellikle batılı gazeteler ve ajanslar nasıl davranıyor bilemiyorum ama internet gibi "özgürlüğün yeni yansıma biçimine" bile bu tür bir kısıtlamayı benim beynim pek yadırgadı. yani elbette kaynak göstermeden alıntı yapılmaması konusunda bir uyarı çok gerekli ama kaynak gösterilse bile alıntı yapılamaz ifadesi aslında bir anlayışı yansıtıyor. yazı ve düşünce etki içindir ve bu etkinin olabilmesi için "yayılma" hayati önem taşır. düşünce hele de özgünse, elbette düşünenin elması kadar kıymetlidir ve korunmaya muhtaçtır. fakat bu koruma onu kapatmak hapsetmek etkinliğini yoketmek anlamına gelirse orada sakatlık başlar. dediğim gibi konunun teknik yönünü bilmediğimden tamamen öznel bakış açımla bir yorumda bulunuyorum. ama ben böyle inanmıyorum. zira altıkırkbeş yayınlarının ilk sayfa yazısına bir gözatmanızı tavsiye ederim. her türlü yayına açık izin vardır. zaten bu yüzden vendetta "fikirler kurşun geçirmez" der. çünkü onlar "mülkiyetin" ötesine geçerler. mülkiyetin ötesinde özgür bir dünya vardır. neyse sonuç olarak bari linki vereyim :)

http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=239666

günün birinde bir yerlerde kendimizle karşılaşma cefasına katlanırsak
geleceğe katlanma ve onu yaratma şansına da sahip olacağız
ve ancak böyle olacak eğer olacaksa önce kendimizle yüzleşeceğiz önce kendimizle...

23 Kasım 2007

Geçer -- Neyzen Tevfik

Izdırabın sonu yok sanma , bu alemde geçer ,
Ömr-i fani gibidir , gün de geçer , dem de geçer ,
Gam karar eyliyemez hande-i hurrem de geçer ,
Devr-i şadi de geçer , gussa-i matem de geçer ,
Gece gündüz yok olur , an-ı dem adem de geçer ,

Bu tecelli-i hayat aşk ile büktü belimi ,
Çağlıyan göz yaşı mı , yoksa ki hicran seli mi ?
İnleyen saz-ı kazanın acaba bam teli mi ?
Çevrilir dest-i kaderle bu şu'unun filimi ,
Ney susar , mey dökülür , gulgule-i Cem de geçer ,

İbret aldın , okudunsa şu yaman dünyadan ,
Nefsini kurtara gör masyad-ı mafihadan .
Niyyet-i hilkatı bul aşk-ı cihan aradan ,
Önü yokdan , sonu boktan , bu kuru da'vadan
Utanır gayret-i gufranla cehennem de geçer .

Ne şeriat , ne tariykat , ne hakiykat , ne türe ,
Süremez hükmünü bunlar yaşadıkça bu küre
Cahilin korku kokan defterini Tanrı düre !
Ma'rifet mahkemesinde verilen hükme göre ,
Cennet iflas eder , efsane-i Adem de geçer .

Serseri Neyzen'in aşkınla kulak ver sözüne ,
Girmemiştir bu avalim , bu bedyi' gözüne.
Cehlinin kudreti baktırmadı kendi özüne.
Pir olur sakiy-i gül çehre bakılmaz yüzüne ,
Hak olur pir-i mugan , sohbet-i hemdem de geçer.


öğüt


Oğul bilesin ki hayat yaşamak için vardır

Üzerinde çok konuştuğun herşey anlamını yitirir

Değerinden fazla değer verdiğin her insan ya tepene biner

Ya da değerini sana bırakıp , senden uzaklara gider

Zaman bir derin nehirdir , yüzündeki çizgileri daha derine deler

Oğul bilesin ki hayat deli dumrul bir vahşi attır

Üzerine binip kırbacı şaklatırsan , dört nala şahlanır

Yok üzerinden düşer altına girersen , nallarını sende yıpratır

Ve gündüzler , atınla ovaları keşfe yaraşır

Ve karanlık geceler ata kaşağı sürüp , yatıştırmak için vardır

Oğul bilesin ki hayat sana yalnızlığını öğretir

Tanrının ruhundan üflediği yalnızlık tek gerçeğimizdir

Kendimiz için iyi dostsak , bil ki gerisi hikayedir

Yalnızlığımız ; ruhumuz gibi , tanrı gibi , ilahidir

Ve bil ki kişinin en iyisi ; yolunu kendine doğru çizendir

Oğul bilesin ki atalar deneyimlidir , hayatı iyi bilir

Kim ki ananın , atanın sözünü gerçek bilir

İşte ona tanrı en muvaffak geleceği gönderir

Dünyada bildiğin , dinlediğin her kul sana tecrübedir

Yeter ki kulağını yüreğine , ağzını beynine yerleştir

Oğul bilesin ki hayat bir büyük hikayedir

Yüzyıllardır dillerde gezen bir bilinmez efsanedir

Bil ki hayat bizim konuk olduğumuz hayalhanemizdir

Dünya kısa hayatlarımız kadar dar , hayallerimiz kadar geniştir

Ve bil ki bu dünyadaki her anı , sonsuza yiten bir hayaldir

Ama buna rağmen hayat , hayallerimizle genişleyen hazinemizdir

Oğul bilesin ki okyanusların ötesinde kıtalar vardır

Kıtalar üzerinde milyonlarca başka insan vardır

Onların üzerinde de bir mavi gökyüzü vardır

Bulutlar bazen sakin , bazen şimşekli , bazen sağanaktır

Ve oğul asla unutma ki ölüm ; yaşamın yığınağıdır !

Öğütleri yüreğinde öğütüp , hayata serpiştirmelisin !

8 mayıs ’99

ankara

22 Kasım 2007

gracias

Ruhunun en can alıcı parçası yaralanmıştı belki de. . .
Sızım sızım sızlıyordu maneviyatı. . .
dilinden bir mısra , dağ yamacından yuvarlanır gibi yankıyarak yuvarlanıyordu havaya ; 'gracias a la vida'. . . Herşeye bir mısrayla teşekkür edebilmenin , içinden yankıyan bir ezikliği ve dahası yorgunluğu vardı. . . gözlerinden , yaralanmış ruhunun irini sızıyordu. Sonra tekrar o mısrayı mırıldanıyordu , melodisiyle birlikte ; gracias a la vida. . .
sonra rüzgar usulca odanın aralık kapısını örtüverdi. Kapı usulca çerçevesine otururken , ruhunun yaralı parçası da iyiden iyiye ruhundan kopup uzaklaşıyordu. . .
masanın üzerindeki kırmızı renkli , eski saate baktı sonra. . . 'geç olmuş' dedi kendi kendine. Ne için geçti , kim için geç olmuştu , neydi bu devasa geçkalmışlık. . . 'tam zamanı' ne zamandı. . . yaşıyorsak , henüz soluk alıyorsak ve hatta veriyorsak da nasıl geç olabilirdi ki , ne için geç olabilirdi ki. . .
usunda canlanmış bunlarca soruyu 'neyse' diyerek geçiştiriverdi , 'neyse'. . .
elini ceketinin cebine attı sonra. Şarap kırmızısı , eskimiş yani 'geç kalmış' ceketinin cebine attı elini. Revolverini çıkarıverdi , şarap kırmızısı ceketinden , siyah ve parlak demiri çıkarıverdi. . . çenesinin altına dayadı revolveri , titreyen dudaklarıyla tekrar etti ; gracias a la vida. . . sonra indirdi revolveri aşağı ve titreyerek tekrar etti ; neyse , neyse. . . .

17 temmuz 99
ankara

BENİ SEVEN UZAKLARDAKİ KADINLAR 2

Yaşlı kadınların ve küçük çocukların ten kokuları karışmış birbirine bu tende. . . bu tende aşk günaha karışmış ve karanlık aydınlığa. . . beyaz cibinlik saflığında kadın ve azrail pelerini karalığında aşkı. . .

"örtük hisler alemi yüzün
sürtük aşklar alemi yüreğin"

aşkın tanım aralığına sığmıyor bu kadın. (aşka sığmıyor)
tam da bu derin sığışmazlıktan dolayı dolaylanmış bir aşkla aşık kadın bana. . . yani aşkı aşka sığdıramadığı için aşık bana. . .

ne renk gözleri. . . seçilmiyor. . . bir renk oyunu sanki , yandan bak , yeşil , önden bak , ela. . . tıpkı rengi gibi anlamı da göreceli gözlerinin. . . (sanki varlığı göreceli kadının , sanki görünüşü göreceli. . .)

pembenin karası dudakları. . . çingeneliğinin açık verdiği tek yer dudakları. . . yalnız başına dudaklarını görse insan , öperek parçalamak isteği doğar içinde. . . bir çingene. . . cani bir ifadesi var dudaklarının (dudaklarıyla cinayet işlemiş sanki)

kaç yaşında olabilir. . . ya da yaşında olmayabilir. . . (yüzünde hiç çizgi yok , hiç yaşamamış mı ki. . .) aşağı yukarı yirmi beş , yirmi sekiz. . . göz torbaları bir onsekizlik gibi gergin , alnı kimseye kızmamış bugüne kadar ve hiçbirşeye yoğunlaşmamış ; hiç kırışıksız. . .

neyle birlikte çalan tef gibi sesi. . . bir yandan bir beton gibi sağlam ve oturaklı , bir yandan çıngıraklar esiyor dilinde. . . öyle bir sesle fısıldıyor kulağıma 'aşk' diye. . .
öyle derinliksiz bir sesten öyle bir derinliği duymak ürpertiyor insanı ister istemez (akşam rüzgarı ürpermesi bu) akşam da oluvermiş zaman zaman içinde. . . .

devamı var söylevinin. . . aşk diye cümle olur mu ki. . . (olur elbet , olur da bir çingene o kadar kısa konuşmaz , bir çingene tüm duygularını anlatmadan terketmez meydanı. . . zaten tam da bu yüzden sığdıramıyor aşkı hiçbir yere)
ama ben dinliyorum seni çingene kızı , kulak zarlarıma sığdırabilecek kadar tanıyorum aşkı. . . akşam yavaş yavaş çökerken , sen bana sabahı vaadederek anlatsan da duyusuz duygularını , dinliycem seni. . . aşka hasretliği bilen yürekler gibi dinle. . .

haydi çingene kadını(m) anlat yıllar boyunca bana olan aşkını. . . söz olsun dinliyorum sıcak teninle içiçe. . . çıngıraklı nefesinle içiçe. . .


24 haziran - 21 ağustos '99
ankara

BENİ SEVEN UZAKLARDAKİ KADINLAR 1

Bir kadın var , biliyorum. . . şarabı seviyor ; eski şarabı , antikaları seviyor , kısa ve derin yazılmış öyküleri seviyor. Biliyorum , bir kadın var , gözleri duygusuz bakıyor , gözleri yüzyıllar önce ölmüş , gözleri yaşamıyor. Bir kadın var ; teninde sıcak mum ve tütsü kokuyor , dudaklarında aşkın mülteci derinliği var. . . Bir kadın var ; ılık soluklarında , solmuş sonbahar yaprakları uçuşuyor , petrole çalan parlak siyah saçlarında gecenin uğultusuz bulutları akıyor. Bir kadın var , beyaz teninde bir kara dövmeyle , dövmede flüt çalan bir Hintli kız ile , dövmesi göğüs ucunun hafif üzerinde, göğüs uçları açık pembe. . . Biliyorum bir kadın var , bu şehirde , bu ülkede , bu alemde. Ya da bir başka şehirde , başka ülkede , başka alemde. . . Ve biliyorum kadın beni seviyor , ben kadını seviyorum. . . Şarabı seviyor kadın , şarabı seviyorum , göğsündeki Hintli kızla sevişiyorum ; ölü bir çift gözün , diri bir çift göğsüyle sevişiyorum. . .

24 mayıs '99
ankara

çağdaş atuğ

18 Kasım 2007

ins'an

insanları izliyorum

hiç belli etmiyorlar
ama dikkatli bakan için işaretler çok
mutluluğu arıyorlar
evet belki farkında bile değiller
ama ümitle
inatla
arıyorlar

yeni bir arabada
yeni bir kadında veya erkekte
yeni bir evde
yeni bir kitapta
yeni bir şehirde
ülkede
işte
daha çok parada
heryerde

keyifle izliyorum onları
ukalaca izliyorum
bana başka şehirlere gitmeyi düşündüklerini söyleyenlere
kavafisi mırıldanıyorum içimden
dışımdaysa sadece bir gülümseme oluşuyor

sonra o zen sözü geliyor aklıma
kendini kesmeyen bir kılıç
ve kendini görmeyen bir göz gibi diyor

arıyorlar
benim ukalalığım neden peki
ben buldum mu
hayır ben bulmadım
arıyorum
bulmayı da umarak değil
bulamayacağımın garip iç ürperişiyle arıyorum
arayıştaki mutluluğa doğru birşeyler bu
ama benim ukalalığım;
aradığım yerden
bedenimin zihnimin ruhumun dışında bir yerde mutluluk aramıyorum

foucault diyordu dün
neden sanatı sanatçılara bıraktık
yaşamlarımızdan sanat eserleri yaratsak diye...

mutluluğu arıyorum
tıpkı sizler gibi bulamayacağım

tekrar ışık mı?

sadece kendi hayatımız üzerine hesaplar ve planlar yapmak

insancıl mıdır?

ya da şöyle soralım
dışarda duran gözlemci
gözlerken
gözleme katılmış olur mu

ışığın büyülü dünyasına tekrar hoşgeldiniz

bu ışıltısız ve yüksek enerjili parçacık dünyası
hala bizlere kendi ışıltısız ve yüksek enerjili dünyalarımız hakkında esin vermiyorsa

gerçekten yaşamı bir hayata çevirememişiz demektir

çünkü yaşam yaşamaktır nefes alıp organizmanın canlılığını sürdürmesine yol açmak

oysa hayat başka bir şeydir.

tıpkı ev ve yuva gibi.

bütün bunları bana esinleyenler
michel foucault ve aung san suu kyi

onlara sonsuz içtenliklerimi gönderiyorum huzurlarınızdan.

25 Haziran 2007

doğu > batı

her durumda yakından bakışla doğayı veren Çin ve Japon resimleriyle kıyaslanabilecek bir şey Batı'da yok. çiçek açmış bir erik ağacı , kırk santimlik bir bambu sapı yapraklarıyla , çalılar arasında en fazla bir kol mesafede görülen saka kuşları ve baştankaralar , her çeşit çiçek ve yaprak , kuşlar , balıklar ve küçük memeliler. her küçük hayat kendi evreninin merkezi olarak verilmiştir. bu evren ve içindekilerin , onun için yaratıldığı çizgi olarak her bir insan emperyalizmine karşı kendi özel ve bireysel bağımsızlık bildirgesini ilan eder. her biri kozmik oyunun idare için sadece insani kurallar koymak gibi tuhaf iddialarımızla alay eder , her biri sessizce ilahi ibareyi tekrarlar : BEN BENİM.

aldous huxley - algı kapıları sf 120
imge kitabevi 2.baskı

22 Nisan 2007

zihin

kişi zihnine ulaşabilmek için beynini devreden çıkarmak zorundadır
zira beyin devreden çıkarsa onun algılarımıza yüklediği tüm değer ve yargılardan kurtuluruz
işte bu özgürlüktür
bu saf algıdır
evrenin uçsuz bucaksız tarlasında sallanan başakları izleriz böylece
sapsarı her yer

21 Nisan 2007

zen

the dhammapada

The thought manifests as the word;
The word manifests as the deed;
The deed develops into habit;
And habit hardens into character;
So watch the thought and its ways with care,
And let it spring from love
Born out of concern for all beings...

As the shadow follows the body,
as we think, so we become.

The Dhammapada

yazmak eylemi üzerine



kelimenin düşsel yapısı yazmayı düşle karışık bir eylem biçimine sevkeder
kelime babildeki kulenin acı çığlıklar ve serzenişler eşliğinde yıkılışından beri düşle karman çorman bir kıvam halindedir
ve bize göre kelime artık anlatımın kalesi değil anlatamamanın kitli kalmanın eş durumudur ya da şöyle diyelim anlatımın objektif yanının kaybolduğu , belirsizliğin hüküm sürdüğü ıssız karanlıklardır.
dil kişinin kendini ifade etme aracı değildir ayrıca
dil kişinin kendini tanımasında bir tanım aralığıdır
kişi yetkin olduğu diller kadar ve bu dillerin kural ve kelime yapıları kadar kendini tanıyabilir
yani kişi bir bağımsız varoluş olarak evrenin herhangi bir koordinatında bir hacim kaplarken
bu hacmin kapladığı ve kaplamadığı tüm alanları yetkin olduğu diller aracılığıyla ve bu diller kadar tanımlayabilir ve tanıyabilir de aynı zamanda.
çünkü tanım aslında tanımanın bir ön koşulu gibidir.
kendinizi hangi kelimelerle tanımlarsınız sorusunun altında kendinizi tanıyor musunuz ya da kendinizi tanısanız hangi kelimelerle tanırdınız gibi anlamlar da barınmaktadır kuşkusuz
öyleyse kişi yetkin olduğu diller ve bu dillerin de yetkinlik alanları kadar hayata karşı yetkindir
yani kişi hayata bakar ve yetkin olduğu dillerin kavrayış zenginliği kadar hayatı kavrar
bu noktada elbette şunu söylemek boynumuzun borcudur
kişi yolu yol işaretlerinden okur ve yol işaretleri tek bir dilde simgeleşmiştir tıpkı bunun gibi evrenin de yol işaretleri olduğu kuşku götürmez bir faraziyedir ve bu faraziye matematiğin parıldayan simgelerinde kendini ele verir.
bu simli ve sırlı(ayna sırı) simge dünyası tıpkı simgeleştirdiği dünya gibi yani evren gibi karmaşık ve uçsuz denebilecek kadar zengindir
yukarıda saymış olduğumuz nacizane sebepleri çoğaltmak işten bile değildir
bu nedenle yazmak ve kelimelerle oynamak içi dolu bir silahla oynamak kadar tehlikelidir
yani amiyane tabirle söylersek şeytan doldurur elinizde patlar
kişi kendini tanıması gereken bu meşakkatli yolda elinde patlayan kelimelerin verdiği azap ve hüzünle dünyadan ayrılmamalıdır. bunun biricik yolu , matematiğe dürüstlük ve sadakatle bağlanıp ölümün geldiğini bilmesine rağmen son saatlerini matematiğe ayıran kişinin dürüstlüğünü ve sadakatini , kişinin kendisine ve konuştuğu dile ve o dile ait kelimelere gösterebilmesindeki inceliktedir.
yazmak detaylarında bir dünya yaratabilen ve elbette bir ve birkaç dünya da yıkabilen kudret dolu ve engin bir mucizedir.yazmayı ciddiye almayan kişi kelimelerin elinde oyuncak olmaktan
insan ruhunun kayıp dehlizlerinin ışıksız köşelerinden
insanoğlunun binlerce yıllık macerasında kenarda köşede itilmiş kalmaktan
ve daha acınası olarak , anlamamış ve anlaşılamamış olarak kalmaktan
kısaca kendini tanıyamamış ve ömrü boşa harcamış olmaktan
kurtulamayacaktır.
kişi yazma ve konuşma yoluyla kurtuluşa ereceğini asla unutmamalıdır.
yoksa bir altın çağ gelip bizleri toptan kurtuluşa erdirecek değildir
en nihayetinde kişi eyleminden ve eylemsizliğinden yalnızca kendisi sorumludur ve hesabı yalnız kendisi verecektir
öyleyse şöyle de söylememiz mümkündür ki kişi bir hesap verecektir ve bu hesap ,simgeleniş ve gramer biçimi henüz aşikar olmadığımız bir dille ama mutlaka , bir dille olacaktır.
dilin ve yazmanın kutsiyeti üzerine de denebilir öyleyse bu yazı için


13 Nisan 2007

me ======>
Posted by Picasa

biz sadece

Biz sadece zehirli bir azınlığız. . . .

Aslında biz kendimize yetemiyoruz. . . yani kendi kendimize. . .

Tam tamına kimi tanısak tahammül edebilirdik ki. . .

Acaba kendimizi bile tam tamına tanısak ( -ki ne imkansız ) tahammül edebilir miydik. . . ( kendini tanı ? ) ( bir ömür yeter miydi aceb ? )

Şimdi bir dialogun kendi kendini tırtıklayan seviyesizliğinden kurtulup yalnızlıklara teslim olmuş bir monologa girişicez. . . tek kişi konuşacak herkes dinleyecek. . . herkes. . . tüm dünya. . .

Bir monolog. . .

( jiletlerden yapılma bir çerçeve , anlatılacak herşeyi yontan , kırpan , sansürleyen hatta. . . monologun jilet çerçevesi. . . yontulmamış , kırpılmamış ve hatta sansürlenmemiş olan neden bir seviye bekleyebiliriz ki. . . tıpkı o ünlü heykeltraşın dediği gibi ; ‘ben taşın fazlasını yonttum ve bu heykel ortaya çıktı. . . ben de o dialogların fazlasını yonttum ve bu monolog ortaya çıktı. . . ( her taş eşsiz bir heykel , her dialog eşsiz bir monolog. . . ) ikili konuşmalarda kaç kez karşımdakini dinledim ki. . . hiç mi. . . hep kendi söyleyeceklerimi düşündüm , ben konuşurken de karşımdaki aynını yaptı. . . ne büyük bir aldatış. . . artık kimseyle konuşmayacağım. Aldatmayı sevmiyorum ( kimseyi ! ). . . . . zaten hayat da koca bir monolog değil mi ki?

Yaşadıklarımızı (söylediklerimizi) kim bizimle yaşıyor (dinliyor) ki. . . zaten hayat da koca bir monolog değil mi ki? Hayat boyu hep aldatıp hep aldanmıyor muyuz. . . aldatmayı sevmiyorum ( aldanmayı da ! ). . . . . . . )

Bir monolog. . . tıpkı yazı yazmak gibi. . .

( istediğini yaz ( söyle ) kimse cevap veremez , herkesin en tepesinde olursun yani. . .

öyleyse monolog = egemenlik ; yazarlık = egemenlik . . . )

niçin yazıyorum. . . . niçin yazıyorsun. . . işte bir monolog egemenliği daha ; cevap yok , cevapsız. . .

belki de cevabı vardır. . . hatta cevabı var , biliyorum. . .

YAZMAK kUrTuLuŞuM. . . .

Dışarıda devinen cehennemden ve dahası dışarıda devinen cennetten kurtuluşum. . .

Ne cenneti istiyorum ne de cehennemi. . . bu yüzden bir türlü tanrı yalakası olamadım. Bu yüzden yüzsüzlüğüm. . .

Monolog gibi müzikleri seviyorum. . . ya tek piyano , ya tek keman , ya tek flüt. . . ne kemana başkaldıracak bir piyano , ne flüte başkaldıracak bir keman. . .

tek kişi çalacak herkes dinleyecek , tüm dünya. . .

yazmak kurtuluşum. . . neden. . .

hayattan. . . zamandan. . . tanrıdan. . . aşktan ( hayatın bir parçası değil aşk , zamanın bir parçası değil ya da tanrının bir parçası. . . değil değil değil )

yazmak kaçışım değil. . . kurtuluşum. . .

( kaçmak kurtuluşun bir basamağıdır. . . .. . . .. . . .. . . ..

yazdıkça flu herşey. . . monolog herşeyi flulaştırıyor. . .

yazılmış bir hayat flu bir hayat

yazılmış bir hayat hayatlığını yitirmiş bir hayat

daha doğrusu da var aslında. . . benim hayatım daha doğrusu mesela. . . yazılan bir hayat değil de yazılmak için yaşanan bir hayat. (tam olarak bitirdiğim ender cümlelerden , tek noktaları seviyorum –monolog gibi kesin-- tek nokta. . . bitti. )

yaşama katlanamayanların yazar olduğunu duyumsuyorum. . . zayıflar yazar oluyor.

Yazdıkça unutuyorlar çünki. . . öyle bir döngü ki bu. . .

DÖNGÜ : : :

---- yaşıyorum. . . uzun uzun yaşıyorum. . . yaşarken yoruluyorum. . . sonra oturup yazıyorum. . . yazarken de yoruluyorum. . . ( işte bir yazarın tek fazlalığı yetenek denilen şey belki ; bu ikincil yorgunluğa katlanıyor olmasıdır aslında )

tam burada ip kopuyor. . . yazmak için yorulduğunda zihin öylesine bitap düşüyor ki; yaşananlar(yaşam=hayat=ömür=flu) silikleşiveriyor. . . acılar , ümitler , sevinçler , kederler , (kaderler mi demeliyim. . .) herşey. . . herşey bir bebeğin kundağının tavanındaki ışıklı ve sesli oyuncaklara dönüveriyor. . . orada , dönüyor , ışıklar saçıyor , hatta melodiler yayıyor ; ama o kadar uzak ve mahmurlukla o kadar gerçeklikten yitik ki. . . bebek inanmıyor. . . hiç uzatmıyor elini dokunmak için. . . biliyor dokunamaz ki. . . biliyor yaşamıyor ki. . . kapatıyor gözlerini UYUyor. . . ben de kapatıp gözlerimi YAZıyorum. . . dünya dönen , ışıklı ve melodili bir kundak oyuncağı. Elimi uzatmıyorum. . . biliyorum dokunamıyacağım. . . biliyorum yaşayamayacağım.

Yazmak devasa bir DÖNGÜ : : : yaşamı korumak için yazmalı. . . yeşili korumak için nasıl dönüşümlü maddeleri kullanıyorsak yaşamı korumak için de yazıyı kullanmalı. Yaşamı koruma yolları binlerce belki. . . ya yaşamdan korunma yolları. . . ya üzerimize boşalırsa. . . ya bir yaşama daha gebe kalırsak. . . d ö l(n)g ü: : : ----

-------

döngü. . .

sonra kendimizden dönemiyoruz bir türlü. . . hep benciyiz , hep benciliz. . . hayat hep tek kişilik bizim için , hayat hep daralan bir çember , hep çemberin ağırlık merkezinde kendimiz oturuyoruz. . . kurban hep başkası , kurban edilemeyecek kadar kutsamışız kendimizi. . . içten içe hiç kimse tanrıya inanmıyor aslında. . . herkesin tapınağı kendisi olmuş. . . herkesin tapındığı kendisi olmuş. . . döngü kendini öyle ürkütücü şekillerle tamamlıyor ki. . .

sonra yine monolog. . . dönüp dolaşıp devasa bir monologa teslim oluyoruz. . . döngü monologla tamamlıyor kendini. . .

monolog herşeyin yapıtaşı. . .

monolog dualarımız.

monolog geceleri yatakta sayıkladığımız sevgilimizin ismi. . .

monolog rüzgar. . .

monolog diyalog. . . ürkütücü mü !

suyun döngüsü de monologla son buluyor (ya da başa dönüyor. . . ) (döngü son bulmaz

tıpkı tanrı gibi) yokluk herşeye benzetilebilir. . .

(yokluk , hayat , su ve tanrı)

Su gibi formsuz birşey hayat , nereye koysan sığıyor , nasıl yaşarsan yaşanıyor. . .

26--28 ekim ’99

ankara