24 Aralık 2011

vico

insan yaptığını bilebilir diyen vico’ya garip bir huşu besliyorum. tıpkı şu çalan keman ve piyanoya karşı hissettiğim türden. yersiz yurtsuz fikirleri olabilmeli kişinin. öyle tepetaklak ve göçebe. hatta ne idüğü belirsiz. biraz terbiyemizi bozarsak, onun bunun çocuğu fikirlerimiz olmalı. dur bak daha ileri giden bir şey de söyleyeyim. biz de biraz onun bunun çocuğu olmalıyız. nihayet kimin çocuğu olduğumuzu bilmemiz ve bunu kabullenmemiz bizi daha kolay kimlikleri kabullenmeye itiveriyor. benim karşı çıktığım hikaye şu. tanrı, ademe bütün isimleri öğretiyor. muhafazakarların yaftalama sevdası ta buradan mı başlıyor acaba diye düşünüyorum yarı ciddi. yaftalama sevdasını da baştan aşağı muhafazakar buluyorum. paglia diyordu, insan isimlendirdiği şeye sahip olur diye. tanrı da isimleri bilmesi ve ademe öğretmesi vasıtasıyla bize eşyanın asıl sahibi olduğunu müjdeliyor. mülk allahındır diyor. çünkü ben biliyorum. kafam karışınca bazen take five dinliyorum. sislerimi islerimi dağıtıveriyor. bir çok şeyden uzak durmamı korkaklığıma da bağlıyorum elbette. fakat gizemlileştirmeden, bu birçok şeyden uzak durmamın başka başka sebeplerini de idrak etmenin çabasına girişiyorum. “ne siz ne de ben anlayamam”a çıkacak cümlelerden imtina ediyorum. hatta gizemli bulduğum ilişkileri bile bir şekilde bazen “indirgemek” pahasına bile olsa açımlamaya uğraşıyorum. hayat böylelikle geçiyor şüphesiz. dinler bize evrenin seçilmiş efendileri olduğumuzu müjdeliyor. hipnotize olmuşçasına gözlerimiz dönüyor. yağmur ormanlarından kanepe yapıyoruz. şu güzel iki kardeş, pek hoşlukla piyano çalıyor. insanın kutsal olmadığını savunmuyorum. en ufak bir emek gördüğümde gözlerim yaşarıyor. fakat insanın özel olduğuna bir türlü inanamıyorum. insanın emeği ve çabası kutsaldır çünkü vico’ya dönersek insan yaptığını bilebilir. ve insan bildiğinden sorumlu tutulabilir. dahası insan bildiğiyle varolur. her şey gibi insan da bir kurgudan ibarettir sonuçta. kendi kendisini kurgularken yola çıkabileceği yegane nokta, kendi bedeni, kimyası, fizyolojisi, zihni, bilgisi ve yaptığı-ettiği olabilir. işte bu kurguyu zorlama bir aşmışlığa doğru taşımanın çabasında didik didik edilmeye muhtaç bir iktidar şifresi olduğundan şüpheleniyorum.    

satürn

ne kadar hızlı düşebiliriz. bütün soru bu. yoksa soru düşüyor muyuz. düştük mü. düşecek miyiz değil. yine hep başa döndüğümüzün farkında mısın şahenk. hep senin kabahatin. yani bu kabahatli bulma ve ifşa etme gayretin. arzun, isteğin. o ra'nın gözü, nefertitinin sürmesi. anlıyor musun küçük avanak. vazgeç artık bu tarif etmelerden. tanımlamalardan. sınır çizmelerden. ifşa etmelerden. kabahatli aramalardan ve bulmalardan. hıza odaklan. düşüşü de boşver yani. hıza odaklan. nereye düştüğüne de değil yani. nasıl düştüğüne bile değil. ve hatta nereden gelip nereye düştüğüne de değil. hıza anlıyor musun avanak. hızına. düşüş hızına. gidenlerin, hızını arttırdığını görüyorsun. hafifledikçe daha yavaş düşmen gerekirken daha hızla düşüyorsun. gidenlerin güzelliği burada. gidenlere.

29 Kasım 2011

sahaf

öleceğimize inanmamamız nasıl ahmaklar olduğumuzun açık göstergesi. o yaşlı sahaf amcanın "hayat kısadır evlat bilesinnnn" dediği gün bu kez bütün konuşmanın sonunda olmasa da söylediği başka bir cümle vardı. ben bunu kendi iç dünyamda kısa ve özlü bir hale getirdim. "acılarınızı sevin." yaşadığımız yüzyılın hız, güzellik ve güç yüzyılı olmasından dolayı, acılarımız pek prim yapmıyor. zaten kimse de acı çekmek istemiyor. herkes sıfır beden olmak, üçgen vucutlu olmak, sürekli gülümsemek, şıkır şıkır, pırıl pırıl görünmek istiyor. mutluyum, güçlüyüm ve çok güzelim. halbuki insanın yüreği, ağladıkça yumuşar der eskiler. kendimden biliyorum. ağladığım gecelerin gündüzüne dünya bana daha bir bütünlüklü görünüveriyor. bir miktar kendimden sıyrılıveriyorum. bütün bu mutluluk ve güç ve şan ve şöhret eksenli dünyada, ellerimizi, ayaklarımızı, kollarımızı ve genital organlarımızı büyük bir hünerle kullanmak için çabalarken, ruhumuzun kolunu, bacağını, ayağını ve genital organlarını budadıkça buduyoruz. yavaş yavaş, tek korkumuz, acı çekmek oluyor. olumsuz şeyler yani. başarısız olmak, kariyer sahibi olamamak, terkedilmek ve daha aklınıza ne gelirse. hayatın bir yanından sürekli kaçarak, hep diğer yanında duramazsınız demek isterdim. ama durabilirsiniz. yani hep mutlu, güçlü ve güzel olabilirsiniz. size saçma sapan ilahi adalet hikayeleri anlatmaya niyetim yok. fakat o yaşlı adamın beni uyardığı üzere, özünde güzellik barındıran şeylere doğru bir yolculuğa kalkışmak istiyorsa kişi, acıları sevmeyi de öğrenmeli. bizim hijyenik yüzyılımız her ne kadar kiri, pası üzerimizden sıyırmışsa da, duygularımızın sınırları hep birbirleriyle içiçe geçmiş haldedir. en ince neşter, en hassas lazer bile onları birbirlerinden sıyırıp saflaştıramaz. yanılmayı, kandırılmayı, aldatılmayı gönüllüce kabul ederseniz o başkadır. o zaman gözünüze bir perde indiriverirler, siz kendinizi hep mutlu hayal edersiniz ve hayat bir hayalden ibaret olduğu için de hep mutlu olursunuz, fakat hayaliniz yarım bir hayal olur. sizden başka da kimse inanmaz. acılarınızı sevin ve öleceğinizi bilin. gerisi yalnızca kısa sürecek bir hayalden ibaret.




25 Kasım 2011

superstes

üzerindeki deri yelekle tam anlamıyla kafamdaki mert adam tanımına denk düşüyor. insanları neden sevdiklerini bilmiyorum. anlayamıyorum da. ama bunu sormuyorum. bunu sormanın ortamı çok gereceğini sanıyorum. belki de yanılıyorum. dişlerime vurulan anestezinin etkisiyle bütün çenem uyuşmuş zaten. uyuşması geçmeden tekrar uyuşturmanın derdindeyim. onlar durmadan anlatırken, ben masanın diğer ucunda durmadan rakı içip mezelerimi yiyorum. arada onları anlıyormuşum gibi birkça kelime ediyorum, başımı sallıyorum filan. tam da hep düşündüğüm gibi, devrimci çocuklar cesur oluyorlar. ben bir korkak olduğum için devrimcilikle filan işim olmuyor. benim bütün derdim "hayatta kalmak sorunu". aslında bunu biraz süslesem püslesem belki de bu yüzyılın filozofu ben olurum. mesela bak şöyle: the problem of survival: should mankind try to survive in any case or should we quest for the motivations of a (mass) suicide ya da tractatus in superstes." zaten hep bir tractatusum olsun istemişimdir. muşambalarla kapatılmış soğuk bir balkonda oturuyoruz. herkes sigara içiyor. ben içmiyorum ve üşüyorum ama yine de ben de balkonda oturuyorum. bu çok demokratik bir durum işte. tam da grupta kıpırdanmalar olmaya başlarken konu benim hayatta kalma sorunuma geliyor. birileri beni gösterip hayatta kalma filan diyor. iki duble rakı kafamda güzel bir uğultu oluşturduğu için saçmalamamı derinleştiriyorum. hayatta kalmaya zorlanmamız ve para kazanmak için köleleşmemiz saçma, sen salatalık üretiyorsan bana ver ben de sana domateslerimi vereyim gibisinden bir şeyler söylüyorum. yelekli çocuk dikkatli dikkatli bana bakıyor. yoldaş sen niye sessiz kaldınki bunca saat diyor. sonra ayağa kalkıp bu adam bu gece benden diyor. halbuki ben devrimci değilim. durun nolur beni yanlış anladınız filan diye bağırasım geliyor. ben yola devrimle çıktım. bu doğru ama korkalığımı keşfettikçe, anarşizme sonra da oradan nihilizme savruldum. insan iç dünyasında büyük savaşlar verebilir. kendini yakıp yıkabilir. fakat en ufak bir eylem bile sunmuyorsa ona ne demeli. aklıma bugün kitapçıda azıcık kurcaladığım kitabın ismi geliyor: on bullshit. mezeler şahane. rakı da müthiş. kalkıyoruz. kızılayın arka taraflarında kahkahalar ata ata, bir türkü evine doğru yol alıyoruz. kapıdaki çocuk bizi, "ibrahim tatlısesin kardeşi burada çalıyor" diye buyur ediyor. kahkahalar ata ata içeri dalıyoruz. önümüze gelen mezelerden deniz börülcesine, bir intikam alırcasına dokunmadığım yetmiyormuş gibi, şimdi de daha biz girer girmez gemi çalmaya başlıyor. ah küçücük gemi diyorum. sulara attın şimdi kendini. delisin. garson bana bir duble rakı daha getiriyor. içerdeki dumandan gözlerim yaşarıyor. dumandan dumandan diyorum. şimdi hepimiz daha eşitiz. kafalarımız biraz daha öne düşüyor. sonra bir duble daha rakı geliyor. tamam şimdi sarhoşum. ferahfeza zamanları hayal ediyorum. deniz börülcesi filan. bu çocuklar da hep izmirli zaten. biri gelip kulağıma gecenin mottosunu fısıldıyor. kaybedecek bir şeyleri olmayanlar daima kazanırlar evlat. bir ara beni de kaldırıyorlar, neşet ertaş çalıyor. oynamaya çalışıyorum ama beceremiyorum. mekanda nasıl da sakil duruyorum. ah ben ah. yine ani bir kararla kalkıyoruz. kasaya paracıklarımızı bırakıp sokaklara dökülüyoruz. ki bu gerçek bir dökülme. hepimiz ayrı kahkaha atıyoruz. herkes en yakınındakinin koluna girmiş. saçma sapan bir kelimeye durmadan gülmeye başlıyoruz. yeni geldiğimiz yer de öncekinden başka değil. kel , bıyıklı bir amca kürtçe şarkılar söylüyor. benim haberim olmadan bana da bira söylemişler. e peki madem içelim. yine sigara dumanından yanan gözlerim. bu kez ben de arka arkaya sigaralar yakıyorum. karşı masada bir kızın sürekli beni izlediğini görüyorum. acıyordur herhalde halime. gözleri yaşarmış, ayyaş bir adam. derdi ne acaba filan diye geçiriyordur aklından. sarhoşlar masamız birden coşup halay çekmeye kalkıyor. nasıl olduysa ben de aralarına kaynayıveriyorum. ve nasıl olduysa ben ki ritim tutamayan adam gecenin halayını çekiyorum. bir nebze de olsa gururluyum şimdi kendimle. oturduğumuzda masadan üç kafanın eksilip masaya yapışmış olduğunu görüyorum. yelekli abi el işaretiyle "hadi madem eve gidelim" yapıyor. kalkıyoruz. midye yiyesim var. ama midyeler bu buz gibi gecede berbat görünüyorlar. yediğim güzelim mezelere kıyamayıp yemiyorum. kafamı paltomun upuzun yakasının içine gömüp önümdekilere yetişmeye çalışıyorum. taksiye biniyoruz, yelekli abi binmiyor. taksinin camından kafasını sokup "bu gecenin sözü faşizme ölüm yaşasın halkların kardeşliği" diye bağırıyor. yaşlı taksici amca sanki az önce tibetteki tapınaklardan birinden çıkmış gibi sakin. 4 sarhoş adamın saçma sapan diyaloglarına, ses yükseltmelerine filan tek kelime bir şey söylemiyor. neyseki biz de hemen iniyoruz taksiden. eve geçerken ozan koluma giriyor. nolur beş dakika içinde uyumak istiyorum diyor. eve girdiğimiz anda kendini yatağa atıp uykuya dalıyor. ben de bir köşede üzerime garip bir şey çekip, uzayın boşluğuyla, at pisliği kıvamında bir ortam arasında gidip gelerek uykuya dalıyorum. bir o garip, bulaşıcı, sıcak ve hamurumsu uzayda debeleniyorum; bir, bütün ağırlığımdan ve çekimden kurtulduğum uzayda salınıyorum. dudaklarım kurumuş. su içmem gerek ama kalkamam. yat aşağı. sabah ezanı okunurken uyanıyorum. müezzin ezanı müthiş okuyor. ne çabuk ayıldım. kalkıp çişimi yapayım bari. klozetin üzerindeki yıldızlara bakarak işerken başım dönüyor, soğuk soğuk terleyiveriyorum birden, tansiyonum düştü galiba. hızla odaya dönüyorum. tekrar yatıyorum. şimdi çok iyiyim. gözlerim kapanıyor.

14 Kasım 2011

if you go away


tıpkı lavinia gibi. gitme demiyor kadın. ama gidersen olacaklar  bunlar diyor. hatta gölgenin gölgesine bile razıyım mealinde bir şeyler de söylüyor. dışardaki güneş odaya ulaşamıyor. serin bir esinti ellerimin üzerinde geziniyor gibi hissediyorum. hani şu çizgi filmlerde bir kişinin üzerine yağmur yağması gibi, benim de yalnızca ellerimin üzerinde serin bir rüzgar esiyor.  bir düş görür gibi hayatın içinde salınmaya devam ediyorum. zen sözünü hatırlıyorum. hayat size karışık mı görünüyor, kafanız karışmıştır. kafamın karışık olduğunu biliyorum. hayatınsa karışamayacak kadar umarsız olduğunu. ve bütün bu hecelemeler, ifade etme gayretleri, mırıldanışlar, melankolik sabahlar, sırt ağrıları ve melodiler devasa bir çöplüğün ufak bir parçası. yüceltilmeye muhtaç benliklerimiz olduğu için bütün bunlar bize üzerinde sihirli boyalar bulunan masal eşyaları gibi görünüyor. halbuki şimdi hokus pokus desem tüm o sihir eşyanın üzerinden sıyrılıp yerlere saçılır ve hayretimizle birlikte belki ağlamaya bile başlarız. ama yalnızlığımız kesinlikle bunlardan ibaret değil. yüreklerimizin daha aydınlık olduğu bir zamanlar vardı. şimdi karardılar demek istemiyorum. beni tanıyorsun şahenk. öyle şeyler söylemekten özenle imtina ederim. ama gitme demiyor kadın. zaten yüreklerimizin aydınlığında biz gitme diyorduk. gitme dediklerimiz de hiçbir istisnaya yer bırakmadan kapıyı usulca kapatıp gidiyorlardı. gerilerinde şu ellerimin üzerinde gezinen serin esintiye benzer şekilde kapının etrafında serin serin tenleri kokuyordu. uzun süre kapıya yanaşasım gelmiyordu. eşyasız koca bir odada oturup arkalarından bakıyordum. aylarca. sonra kapının üzerindeki esinti bir şekilde dağılıveriyordu. yaz veya ilkbahar geliyordu. o serin ten kokularının canına okuyordu. büklüm büklüm olmuş sırtımla eşyasız odanın ortasında ayağa dikiliyordum. bir kedi gibi bir kaç kez geriniyordum. elimdeki ponza taşıyla yüreğimin alt taraflarını parlatıyordum, azıcık kanıyordu her seferinde. olsun yaz geliyordu ya da ilkbahar. bir ayin gibi güzel bir belirlenmişlikle geliyordu. gitme demiyordu artık kadın. kadının sesiyle kucaklaşıyordum. daha doğrusu o beni kucağına alıyordu. uzak bir yerlere gidiyorduk. geri gelmemek üzere yani. kimse de bize gitmeyin demiyordu. diyemiyordu. gölgemizin gölgesiyle yetineceklerdi.

25 Ekim 2011

far away


31 Ocak 2010, Pazar
saat: 15:38


berilerinde yağmur yağdığı çok açık. yani yağmur yağmıyorsa bile o arka plana bir yağmur yerleştirilmeli. çocuk camdan dışarı bakarken bunu düşünüyor. bir yandan da "uzaklık"la ilgili bir şarkıyı mırıldanıyor. sesinin mırıltısı bir artıp bir azalıyor. sonra susuyor. elleri titremesin diye boynundan itibaren tüm kaslarını kasmaya çalışıyor. geçen yıllara küfrediyor biraz daha spor yapmış olsa şimdi bedenine söz geçirebilirdi belki. olmuyor. elleri titriyor. dışarda yağmur yağıyor. tekrar aynı pencere uzun uzun bakıyor. şarkıyı mırıldanıyor. söyleyen adama bırakıyor sonra o daha güzel söylesin diye. güzellikle hiçbir şeyi becerememiş olduğunu düşünüyor. abartıyor muyum? hırıltı gibi çıkıyor gırtladığından. dilini damağına değdirip sağ avcunun içine yerleştirmiş olduğu soğuk kabzayı daha sıkı kavrıyor. arkasına dönüyor. kız yatakta. bütün bunlar olmadan, yani elleri titremeye başlamadan,silahın soğuk kabzasını kavramadan ve "ben kimseye güvenmem" sözlerini duymadan... ne yaptığını düşünüyor. ömrü boyunca güvenmiş ve güvenmek için çırpınmış bir adam, ve ömrü boyunca kimseye değil hiçbir şeye güvenmemiş bir kadın. soğuk bir silah kabzası. yağmur. titreyen eller. beyaz bir ten. yeşil gözler. öğlen ışığı hafif sisli. şarkılarıyla odayı dolduran bir adam. bu dili anlamıyor olmayı çok isterdim. ah ben de hem de nasıl. bana güveniyor musun? evet! hayatımda ilk kez. öyleyse ağzını aç. silahın namlusunun soğukluğu, üstüne bastırılınca acıyan dili. metal kokusu ve tadı. bana güven. tetiği çekiyor. duvar kıpkırmızı. artık elleri titremiyor. kendi ağzına sokuyor namluyu. tetiğe basıyor. 

6 Ekim 2011

patates yiyenler


01 Mart 2009, Pazar
saat: 19:00


odasına döndüğünde vakit henüz gece yarısını bulmamıştı. içtiği bir kaç kadeh şarabın etkisiyle kendini bitkin ve işe yaramaz hissediyordu. suskun ve aksak hareketlerle kapıyı açıp içeri girdi.

üzerindekileri çıkarıp değiştirmek için yatak odasına girdi, küçük dolabından pijamalarını çıkardı, üzerindekileri tek tek özenli bir şekilde katlayıp dolaba yerleştirdi, pijamalarını giydi ve mutfağa geçti, büyük bir bardağa su doldurup yazma odasının yolunu tuttu.

bir mutfak, bir banyo ve iki adet küçük odadan oluşan bu "derli toplu" eve, odam diyordu, zira alan hesabına vursak bütün bu ev aklı başında ev denecek bir yerin ancak bir odası kadar büyüklükteydi.

yazma odasına girdiğinde gözüne ilk anda yıllardır alışkanlıktan hiç de gözüne batmamış olan duvardaki yağlı boya resim takıldı. sandalyesine oturamadan öylece bakakaldı. hayıflandı. "nasıl olur da böyle müthiş bir tabloya 'alışabilirim', olsa olsa bir dangalağım ben, bu renklere, bu anlatıma, bu en duygusuz insana kafayı yedirtebilecek kadar hisli manzaraya nasıl olur da alışabilirim, olsa olsa bir dangalağım ben"

ayakta ne süre dikildi algılayamadı fakat dizleri çözüldüğü anda kendini zorlukla sandalyeye bırakıverdi. sandalyeye yerleşirken elindeki büyük bardaktan bir miktar su yere döküldü. bardağı çok acelesi varmışçasına masaya bırakıverdi.

sandalye de çalışma masası gibi özel olarak yaptırılmıştı. rusya ve sibiryadan ithal edilen birinci sınıf sarı çamdan kendi çizimi üzerine imal ettirdiği sandalye ve masa tamamen kendi beden ölçülerine uygun biçimde yapılmıştı. diz boyu, dirsek boyu ve bunun gibi ayrıntılı ölçüleri almış ve rahat edebileceği masayı çizmişti. üzerinde hiç bir işleme olmayan bir masaydı. son derece sade ve gösterişten uzak.

masanın üzerinde bir tomar beyaz kağıt, kağıtların üzerinde siyah antika bir dolma kalem ve masanın karşı ucunda da yine antika bir kırmızı daktilo durmaktaydı. sandalyeye kendini bıraktığında, sandalyenin üzerindeki krem rengi kumaşla kaplı minderden biraz toz çıktı. toz odanın loş ışığında büyük bir yavaşlıkla havada uçuştu. patates yiyenler tablosu, bu toz, loş ışık ve içtiği bir kaç kadeh şarap onda zamanın yavaşladığına dair bir his uyandırdı. ama bunu düşünmedi. sadece hiseediverdi ve üstesinden geldi. döner sandalyeyi arkaya çevirip tekrar yağlı boya resmi izlemeye başladı. sanki resim hareket ediyordu. o karanlıktaki hazin bakışlı kadınlar aralarında bezgin bir sohbete dalmışlar ve söyledikleri de duyuluyormuş gibiydi. odadaki o yılgın ışık, kadınların yüzündeki anlamsız aydınlık ve hepsinden ötede yoksulluk denemeyecek boyutta bir sefalet. van gogh'u delirten ve ne pahasına olursa olsun anlatmak zorunda hissettiği bu derin bu akıl almaz bu saçma sapan sefalet.

arapça öğrenmek için mısır'a gittiğinde bir fransız misyonerle tanışmıştı iskenderiyede. dünyanın en eski şehirlerinden birinde, ressam bir misyoner, akdenizi uzak bir köşeden gören teras bir ev ve karşı konulmaz bir teklif...
fransız misyoner terasta yedikleri yemeğin ardından, "senin için yağlı boya bir resim yapmak istiyorum, beğendiğin bir resim varsa bana söyle eğer bir şey söylemezsen ben kendi kafamdakini senin için resmedeceğim."

akşamın kızıllığı akdenizi kızıl bir denize çevirmişken aldığı bu içini zevkten köpürten teklif onu heyecanlandırdı. ama hafifçe kızaran yüzü dışında dışarıya hiçbir belirti yansıtmadı. bir resim söylemenin ne kadar nezaketsizce olacağının kesinlikle farkındaydı. fakat bu kadar iyi bir ressam bulmuşken o hep hayalindeki tabloyu çizdirmekten nasıl imtina edebilirdi. kendine söz geçiremiyordu. birden dudakları hafifçe aralandı "van gogh!" deyiverdi. fransız şaşırdığı zamanlarda yaptığı üzere "oui" diye mırıldandı. ah nasıl bir utançtı bu, nasıl bir nezaketsizlikti bu yaptığı, tamamen size bırakıyorum demesi gerekirken yine içindeki o koca adam ona sahip olmuş ve ona "van gogh" dedirtmişti. her iki tarafın da ilk şaşkınlıkları geçtiğinde fransız kendini toparlamış bir yüz ifadesiyle "van gogh'a büyük bir hayranlık beslerim fakat en zor ressamlardandır hangi eserini çalışmamı istiyorsunuz acaba benden" dedi. derin bir nefes alınca yüzündeki bütün kızarıklık geçen O. hiç tereddüt etmeden "patates yiyenler" diyebildi.

2 Ekim 2011

eşya

eşyanın arasındaki o gizil ilişkiye, açıklanmamış sır perdesine dair bir şeyleri, zaman zaman sezinlemenin ve bu sezgiler üzerine bir çok hayati refleks ve bilinç geliştirmenin bir lanetlenmeye denk olduğunu hiç düşündün mü şahenk?

olric'ten

[...] sizden olabildiğimce alçakgönüllülükle af diliyorum, sizi terk ettiğim için değil, bu kadar uzun süre kaldığım için...

Marguerite Yourcenar,
Alexis ya da Beyhude Mücadelenin Kitabı
Metis Yayınları,
İstanbul 1999
s. 85


[...] belki de en korkuncu, başkalarının beni yalnızca, hayatla mücadele halindeki o kişi olarak tanıyacak olması.

Marguerite Yourcenar,
Alexis ya da Beyhude Mücadelenin Kitabı
Metis Yayınları,
İstanbul 1999
s. 53


Evim bana dedi ki: "Beni bırakıp gitme, çünkü senin geçmişin bende yaşıyor".

Ve yol, "Hadi düş peşime, ben senin geleceğinim" dedi.

Bense evime ve yola diyorum ki: "Benim ne geçmişim var, ne de geleceğim. Eğer burada kalırsam, bir gidiş vardır kalışımda; yok, oraya gidersem eğer, gidişimde bir kalış olacak. Çünkü her şeyi değiştirebilen sevgi ve ölümdür yalnızca".

Halil Cibran,
Kum ve Köpük
Bordo Siyah Yayınları,
İstanbul 2010
s. 18

O kadar çok yalan söyledik ve yalan yüzünden o kadar çok acı çektik ki, samimiyetin iyileştirici bir yanı olup olmadığını denemenin hakikaten zararı olmayacak.

Marguerite Yourcenar,
Alexis ya da Beyhude Mücadelenin Kitabı
Metis Yayınları,
İstanbul 1999
s. 14

30 Eylül 2011

  ezginin günlüğü - gemi (sabahat akkiraz)
  ezginin günlüğü - zerdaliler 

kurşun asker ve ceviz ağacı


ah şahenk nereden başlasam bilemiyorum. hayatın bir trajedi olmadığını, olsa olsa bir komedi olabileceğini bize paglia söylemişti. bizde onun otoritesine koşulsuzca biat ettiğimizden olsa gerek bu konuda daha fazla düşünmedik. düşünmedik değil mi şahenk. düşünmedik efendimiz. her neyse bu sabah sonunda gri bir gökyüzüyle uyandık. gözlerimi açtığımda kafamın içine vico kaçmıştı. insan ancak kendi yaptığı şeyi bilebilir diyerek gözlerimi açtım. ne de güzel değil mi. gri bir güne böyle amansız bir cümleyle başlamak. bugün mutluyum. mutluluktan öte bir huzur bu. uzunca zamandır kafamda bir "acaba"yla geziyordum. bu sabah kafamdaki acabacı ses sustu. artık acaba yok. biliyorum. bu garip bir huzur verdi bana. hayat böyledir zaten şahenk. aslında sen tersini düşünürsün. yani başka türlü bir şey duyduğunda huzura kapılacağını sanırsın ama kazın ayağı öyle değildir. zaten biz hayat hakkında ne bilirizki. yalnızca yaşar gideriz. benim kelimelerim asker midir. ah benim kelimelerim olsa onlara rüütbeler ve payeler bile verirdim. ama benim bir kelimem bile yok. zaten sanırım olsaydı da bir kelimem olurdu. ancak ona ihtimam etmeye yeterdi ömrüm. fakat o bile yok. ama arıyorum. bulunca ondan disiplinli bir kurşun asker yapıp ona ne rütbeler ne payeler vereceğim. gri günlere ezgi yakışıyor. geç keşiflerin güzelliği bu sanırım. gemiler gibi. geçip gidiyor. bir de gitmek var severin. insan gidecekse gidişini kendisi de beğenmeli. öyle bir gidiş olmalı bu. kimsenin beğenmediği kitschvari bir gidiş olmamalı. gitmek kalmak gibidir yani. insan kalacaksa yüzyıllardır orada dikilmiş bir deniz feneri gibi azametle kalmalıdır. kalmak ondan sorulmalıdır yani. biri kalmak nedir dese, diğerleri işaret parmaklarını doğrultup bu adamı veya kadını işaret etmelidir. işte gitmek de öyledir. gidişte bir kalış olmalıdır yani. insan yarım yamalak, kırık dökük, bakıp görmez şekilde gitmemelidir. yani kendi bilir tabi. gitmek isteyenler öyle de gidebilirler. giderler de. ama bunun bir kıymet-i harbiyesi olmaz a canlar. hani koyulu morlu bir grubun, kör adam için yaktığı ağıtta dediği gibi. "eğer gidiyorsan kapat kapıyı, beklemiyorum artık insanları." gidişi bana bu sözler özetler genelde. kapanan bir kapı, gri bir gökyüzü. çimen filan. hani dedik ya kalmakla gitmek. gelmekle gitmek gibi. terliklerinle geliyorsan terliklerinle de gitmelisin yani. insanlar gitmeyi gelmeksiz, gitmeyi kalmaksız, iyiyi kötüsüz, boşu dolusuz düşünmek istiyorlar. ben onlara şöyle şöyle diyemem. onlar benim paglia'ya biat ettiğim gibi bana biat etmek durumunda değiller. ama bende, hayatımdan geçerken, bunları derleyip topladım ey ahali. gözlerimle. ellerimle. parmaklarımla. kulaklarımla topladım. bacaklarım, kollarım ve ağzımla topladım. demem o ki, size bir anlamı olmasa da bu gevezeliklerin, bunlar benim ömrümdür. ömür dediğin şey nedir ki başka. insan doğar. yalnızlığına çarpar ve ölür.

24 Eylül 2011

insan koşar.

insan koşar. koşarken hani böyle dört nala koşarken... tahayyül edebileceğin en sert ve oturaklı cisimden daha sert ve oturaklı bir biçimde tam da yolun üzerinde koşu istikametinde yalnızlığımız duruverir. böyle heybetli yani. insan çarpıverir ona. kazara değil, yapabileceği başka şey yoktur. sadece çarpabilir ve çarpıverir. işte o zaman, o darmadağın olan şey her neyse insan orada varoluşuna dair bir esrarı kavrar ve içindeki paramparça insancıklarda insana dair devasa bir hisse kapılır. yalnızlık sersefil bir halmiş gibi anlatılır bazen, tıpkı aydınlanmanın fazla kutsanmışlığı gibi. her ikisi de abartılıdır. her ikisi de her tür rengi barındırır, yalnızlıklık nasıl binlerce insancıksa, aydınlanma da dipsiz bir karanlıktır. insan koşar. ve yalnızlığına çarpar.

20 Eylül 2011

minerva

odaya yavaş ve sessiz adımlarla girdiğinde düşesi ortalarda göremedi. "ekselansları!" diye seslendiğinde düşesin pembe sesi giyinme dolabının civarlarından kulağına ulaştı "siz buyrun lütfen, hemen geliyorum." odanın hemen girişinde yer alan masif maun ağacı masanın etrafındaki el oyması aslan başlarıyla işlenmiş arkalıklı koltuklardan birini kendine doğru çekti ve ve sırt kısmında kraliyet ailesinin madalyonunun işlenmiş olduğu koltuğa oturdu. tam oturacağı esnada düşes odanın diğer ucundan belirdi. hafifçe başını kaldırdığında nefesinin kesildiğini ve göğsünün ısındığını ısındığını hissetti. düşes kırçıllı ve çıngıraklı bir sesle "hoşgeldiniz" derken o başını kaldırmamak için adeta içinde bir savaş veriyordu. düşes yaklaştı ve elini uzattı "gözlerinizi kaldırın lütfen bay sacher zira sizin gözleriniz için buradayım" dedi. bu sözleri yarım yamalak duydu sacher. adeta beyni uğulduyordu. duyduklarını kelimelerin anlamlarıyla eşleştiremiyordu. günlerce geçmiş gibi hissettiği bir zaman aralığında başını düşese doğru kaldırdı. karşısında yeşil gözleri alev almış bembeyaz omuzlar duruyordu. düşesin dudağının kenarındaki aşağılayıcı ifade bir anda tekrar gözlerini yere eğmesine sebep oldu. içi tiksintiyle doluverdi. o kahverengi uzun saçları eline dolayıp düşesi odanın ortasına kadar sürüklemek sonra da belki öldüresiye tokatlamak istedi. midesinde bir alev topu vardı adeta. alnındaki ve sırtındaki terler de onu eleveriyordu. hindistan'da yanında kaldığı keşişin öğretilerini hatırladı. hissedilmeyecek kadar uzun ve derin bir nefes aldı. zihni şimdi bir bulut gibi hafifti. az önceye dair hislerini kaybetmişti. konuşmaya baştan başlar gibi

-ekselansları beni emretmişsiniz?
-ah evet tabi ya, asıl konu şu, bana geçen gelişinizde hediye ettiğiniz kitap çok ilgimi çekti, içinde kendimi bulabileceğim bir kitap yazmanızı rica edecektim sizden.
-fakat bu...
-fakatı yok bay sacher sevgili babacığımla görüştüm bu emeğinizin karşılığını size fazlasıyla ödeyeceğinden emin olmanızı istedi.
-evet anlıyorum ekselansları
-bugün başlamınızda bir sakınca var mı?
-hayır efendim döner dönmez başlayacağım.

düşes ayağa kalktı, üzerindeki mavi geceliğin askılarını bir anda indiriverdi. biçimli ve beyaz göğüsleri pembe küçük uçlarıyla ortadadaydı. bu kez bedenini ele geçiren titremeye engel olamıyordu.

-düşesim! diyebildi
-bakın bay sacher. bana sahip olmadan beni yazabileceğinize inanmıyorum. sırf bu yüzden siz nasıl isterseniz o şekilde sizin olmaya hazırım. elbette bu aramızda derin bir sır olarak kalmalı. hadi buyrun size lezzetli bir yemek misali narin bedenimi sunuyorum.

derin bir sessizlikten sonra sacher gözlerini kaldırdığında adeta göz bebekleri bir elmas gibi ışıl ışıldı. saçlarındaki elektrik adeta gözle görülür bir hal almıştı.

-ben nasıl istersem mi düşesim? dedi titreyen bir sesle.
-evet bir yazar olarak yaratıcılığınızı bu yolla kutsamak istiyorum.

sacher hızlı bir biçimde oturduğun yerden kalkarken sandalyedeki aslan başı oyma motif sanki kükrercesine hareketlenmiş göründü düşese. sacher tek hamleyle düşesin uzun kahverengi saçlarını kavradı. düşes bir anlık çığlık atacak gibi oldu. sacher eliyle ağzını tuttu. odanın ortasına sürükledi ve yere fırlattı düşesi. düşes adeta deliye dönmüşcesine ayağa kalkmaya davrandı. sacher sol el bileğinden kavradı düşesi

-benim istediğim gibi? dedi. düşes aniden sakinleşti. sadece "hadi!" diyebildi.

aylar sonra sacher tekrar düşesin odasının kapısında bu kez koltuğunun altında yazdığı kitabın kopyasıyla dikilmekteydi. yine o pembemsi ses sacher'i içeri buyur etti. bu kez düşes kendini bir leopar kürküne sarmıştı. boynunda ise bir tilki uzanmaktaydı. bir orman tanrıçası gibiydi.

-kitabınızı bitirdim ekselansları
-okumak için sabırsızlanıyorum. kendimi bulacağıma eminsiniz değil mi bay sacher?
-elbette efendim baştan sona her kelimesi bunun için yazıldı.

düşes kitabı o gece sabaha kadar okudu. ne kitaptaki her hangi bir karakterde ne de metinsel yapıda kendine yakın en ufak bir şey bulamadı. bayağı insanların bayağı hayatlarını, yer yer aşırılığa varan yatak öykülerini ve onların küçük hayatlarındaki anlaşılmaz küçük mutluluklarını anlatıyordu kitap. düşes sabaha büyük bir düş kırıklığı ve aşağılanmışlık hissiyle uyandı. ilk isteği sacher'i ayağına çağırtıp onu prangalara vurdurtmaktı. birkaç saat sonra sacher prangalanmış biçimde düşesin ayaklarının önündeydi. "neden böyle yaptınız?" diye sordu düşes sesi adeta hissizdi. uykusuzluğu ve yorgunluğu garip bir gerginlik katmıştı yüzüne. sacher cevap vermedi. düşes biraz daha yüksek bir sesle sorusunu tekrarladı. bu kez sacher hissiz bir sesle yanıtladı, "prangalarımı çözerseniz size bir yanıt verebilirim." düşes yavaşça eğildi ve kendi elleriyle prangaları çözdü. sacher bileklerini ovarak ayağa dikildi. düşesin beyaz omzuna gözlerini sabitleyerek konuşmaya başladı. -siz kalemimi satın alma cüretini göstererek beni sonsuzca aşağıladınız. sonra kendi koyduğunuz anlaşma çerçevesinde benim de sizi aşağılamamı arzuladınız. fakat sizinle geçirdiğimiz o anlar öylesine tadına doyulmazdı ki buna tekrar ihtiyaç duydum. o kitabın her kelimesinde derinden ve sarsılarak bir haz aldım. bu hazzın karşılığında prangalara vurulup huzurunuzda bir kez daha aşağılanacağımı da biliyordum. böylece durumumuz eşitlenmiş olacaktı. fakat son bir hamleyle siz prangalarımı eğilip kendi ellerinizle çözünce bu birazcık da olsa eşitlik halimizi benim lehime değiştiriverdi. fakat siz kitabı bir kez daha okuyacaksınız ve kitapta yer almayan koca bir boşluğun sizi kapladığını hissedecekseniz. kitap ikinci okumanızda kendisini derinizin altına kazıyacak. ve siz beni prangalatarak buraya kadar sürdüğünüz için derin bir pişmanlık yaşayacaksınız. fakat bütün bunlar aramızda derin bir sır olarak kalacak. tıpkı teninizin tokatlarıma verdiği yanıtlardaki seslerin kulaklarıma hapsolması misali.

18 Eylül 2011

naivity

bak şahenk. bak evladım. aç kulağını dinle beni hıyaroğlu hıyar. kural 1. duygusal insanlarla fazla yakınlaşma. duygusal insanların bir parça aptal olduklarını bile düşündüğüm zamanlar oluyor. ben spinoza'yı seviyorum. anlıyor musun bebeğim. bu bir çok şeyi belli ediyor. mesela metnin içine bir geometri katıyor. ve metinsel bazda bir matematik yaratıyor. spinoza okurken insan garip bir naiflik (naivity diyesim geldi) hissediyor. fakat bu naiflik bahsettiğim duygusal insanların olaylara yaklaşımındaki naiflik değil. bu hesaplı bir naiflik. spinoza'nın kafasını az da olsa kurgulayabiliyorum. hani hesapçı deriz ya insanlara, onlar küçük hesapları yaparlar. spinoza da hesapçıdır. fakat ölçek büyütmüş bir durumdadır. hani yıllar önce söylediğimiz üzere asıl sorun bir ölçek sorunudur. duygusal insanların iyi niyetleri olmaz şahenk. onlar hep iyi niyetlerinin kurbanı olduklarından, iyi niyetleri hep kötü sonuçlara yol açar. daha biçimli anlatsam şöyle derdim, onlar dileklerinin ve hislerinin ayırdında olup, sürekli bir iç "hesaplaşmaya" girişmedikleri için, niyetleri neredeyse onların bile değildir. onlar öğretilmiş bir "iyi" ideasına inanmışlardır. yani iyileri bile kendi iyileri değildir. garip bir dogmatizmin içinde kaybolmuş bir durumları vardır. hesapçı olmadıkları için hep toslamaya mahkum bir halleri vardır. genelde de garip bir sakarlıkları vardır. bu onları hemen ayırd eder. bu hesapsızlıkları ve dogmatizmleri bir tür denetlenemeyen felaketler fırtınasına dönüşüverir. yakınlarda bir yerdeysen şahenk, seni de yutacaktır. o yüzden uzak dur. bir de duygusallıklarından dolayı hesapsız oluşları hem kendileri hem de sen farkına varmadan seni kullanmalarına dönüşüverir. seni sevdiğini sanmaktadır. yani oturup denklemin verilerini incelememiştir. yani onu seviyorum çünkü hayatımdaki şu eksiği dolduruyor filan gibi ufak hesaplar yapmamıştır. sen de şahenk pratik bir tip olduğun için seni sevmesinin nedenlerini bildiğini varsayarsın. nedenleri bilinen sevgiler, üzerine hesaplar yapılmış ilişkiler, daha güçlüdür. kolayca yarı yolda çekip gitmezler. sınırları da ona göre belirlenmiştir. bu küçük hesapsızlıkları size pahalıya patlar. birden yolun ortasında kendinizi yapayalnız buluverirsiniz. ben ufak da olsa hesapçı insanları duygusal insanlara tercih ederim. aşağı yukarı bir mantık dahilinde ve önceden kestirilebilir şekilde davranırlar. apansız yarı yolda bırakmazlar. bırakırlarsa da bunu önceden kestirmek zor olmaz. o yüzden de insan kendini kullanılmış hissetmez. fakat bütün bunların tersini de ispat edebilirim.

25 Ağustos 2011

ik ti dar

deaf center - asia. kavramlarla ve bilgilerle öyle bir kıstırılmışımki, şarkı da bile oryantalist bir şeyler arayıp hep yaptığım gibi itinayla buluyorum. oysa kafamın içindeki basit adam (şahenk) "ya baba bırak bu işleri biraz, koyver götüne rahvan gitsin" filan diyor. e tabi o kadar olacak diyorum o babasından kaçıp eve gelen temizlikçileri düdüklerken, bizi spinoza düdüklüyordu. ha eksik kalır yanımız var mı yok. işi skora dökmeyelim şahenk pisleşme, otur aşağı efendi ol. hayat karışık dediğinizde, zen rahipleri size, senin kafan karışmış evlat derler. büyük ihtimalle haklıdırlar. yani ne bileyim kendileri bilir hani. ama insan diğer insanlarla ilişki kurmaya kalkınca olanlar oluyor. ben garibim elbette. yani şahenk kadar dobra onun kadar delikanlı değilim. azıcık korkak azıcık pısırığım. onun endişe etmeyeceği şeye endişelenip onun hiç kafaya takmayacağı şeyleri aylarca evirip çeviriyorum. sonuç ne peki. yani bakınız burası bir iktidar dünyası. siz iktidarlardan çekildiniz, elinizi eteğinizi isteğinizle çektiniz diye diğerleri de çekecek, çekilecek değil. o yüzden siz alandan çekilince arkanızdan hükmen yenildi diye lakırdı yapar bu ibneler. yani sadece ibneliklerinden de değil ha. dediğim gibi iktidar merkezli bir yerdir burası. siz insanları sikmiyorsunuz diye onlar da sizi sikmeyecek değildir yani. hani şu ecnebiler win-win diyorlar ya. yok anam yemezler. bu düzlemde birileri yeniliyorsa birileri de yeniyordur. sikerim sizi de oyununuzu da deyip kenara çekilmeye kalkan isteksiz, gönülsüz ukalalar geride kalan şehvetli kalabalık tarafından "kaybeden" olarak yaftalanır. zaten bu yaftalama konusu sanki bu topluluğun varolma amacı gibidir. yıldırmak için yaftalarlar. yaftalayarak yıldıramazlarsa, açıktan yargılamaya başlarlar. hani devleti onların elindeki öldürme, asma, kesme gücünü kullanan aygıt sanırsınız, hiç öyle değildir kazın bacağı. onlar hala her türlü asma, kesme, öldürme tekelini ellerinde bulundururlar. bir anda kendinizi topun ağzında buluverirsiniz.

23 Ağustos 2011

romantizm daima dekadansa dönüşür.

romantizm daima dekadansa dönüşür.

camille paglia

sanki buddha'nın o aydınlanma dolu sözlerinden biri gibi beni aydınlatıyor ve birçok şeyi bir çırpıda kafamda yerlerine oturtmama neden oluyor. romantizm dekadansa dönüşüyor. bu bana ecinnileri hatırlatıyor. masanın diğer ucundan ayağa kalkıp yeni kurduğu siyasi sistemin nası olup da bir otokrasiye dönüştüğünü anlatan o sıfatsız adamı... insanı sanırım en güzel çözümleyen spinoza olmuş. duyguların ve düşüncelerin içiçe geçişlerindeki o akıntıyla. kurtuluşu zor bir karmaşa. dev barajlar kurmak bile gerekebilir. ah bu erkek medeniyetimiz. amaca yönelmiş medeniyetimiz. cinsel kimliklerimizin itelemeleri ve kendimizi yadsımak için elimizden geleni yapışımız. bunlar karmaşık şeyler. ama açık olan şu ki, romantizm daima dekadansa dönüşür. bunu unutma şahenk. şaklatacağın bir kırbacın var artık. sacher görse nasıl da sevinirdi.

19 Ağustos 2011

cinsellik üzerine.

ay yaklaştıkça deniz kabardı. dalgaların sesi gitgide daha hırçınlaştı, ıslığa benzer bir sesle rüzgar onlara eşlik etti ve kabarma arttıkça arttı, artık dayanılmaz bir yükselme vardı, iktidarın bütün yüce kuvvetiyle firavun denizin karşısında dikildi, derin bir solukla omuzlarını dimdik hale getirdi, denizin üzerine eğildi ve kulağına güzel kelimeler fısıldadı, gözlerinde kızıllık belirdi, teninde endişe verici bir nem ve deniz yavaşça açıldı, açılma sürdükçe bir yarılmaya dönüştü, ıslaklığın içinden bir zaman yolcusu kadar hızla ve hatta zamanda kayarak ve zamanı unutarak garip bir kendinden geçişle firavun ve askerleri karşı kıyıya geçmekteydiler. her saniye denizin yarılmış duvarlarının üzerlerine yıkılıp onları yutması endişesi capcanlıydı. bu endişeyle daha hızlandılar. hızlandıkça endişe ve karşı kıyınının umudunun hazzı şiddetlendi. hızlandıkça zaman yavaşladı, yavaşladı, hatta durma noktasına ulaştı. her şey şimdi ağır çekimde olmaktaydı. firavunun tenindeki nem, hazdan çılgına dönmüş askerlerin nağraları, hatta kılıç şıkırtıları, kendisini ve denizin duvarlarını doğramaya kalkışan askerler... firavun ve askerlerinin karşı kıyıya kendilerini atmasıyla rüzgarın çığlıklara varan sesi yavaşça dindi, dalgalar sakinledi ve bir yarık gibi açılan deniz yavaşça kendi üzerine kapandı. deniz şimdi dinmişti, firavun iktidarını pekiştirmiş, ardında bıraktığı denize bakamayacak kadar kendini kutsamış ve dahası bir cenin gibi içine büzülmüştü. ay uzaklaşırken, dalgaların sesi ve rüzgar sakinleşiyordu. tekrar iki yakası yavaş yavaş birleşmeye başlayan deniz azametini bir yarılma yoluyla tekrar kutsuyordu. bu yolla çoğalıyorlardı fakat kimsenin haberi bile olmuyordu.

camille paglia

batı cinselliğinin ve sanatının Apollonyen şeyleri, kapitalizmde ekonomik doruğuna ulaştı. son onbeş yılda edebiyatta marksist yaklaşımlara rağbet gitgide arttı. sanki, sanatın toplumsal içeriğinin bilincinde olmak otomatikman sol eğilimli olmayı gerektiriyor. oysa hem avangard, hem de kapitalist bir kuram olasıdır. marksizm, rousseaunun ondokuzuncu yüzyıl akrabalarından biriydi ve insanın kusursuzlaştırılabileceği inancıyla harekete geçmişti. marksizmin inancına göre tarihin birincil dinamiğinin ekonomik güçler olması, kılık değiştirmiş romantik doğacılıktır. şöyle ki; marksizm, insan yaşamının maddi bağlamında kabaran bir dalga hareketini belirler, ama aynı bağlamdaki sapkın demonizmi yadsımaya çalışır. marksizm, kitonyen anaların gücüne karşı oluşmuş endişe-biçimlerinin (anxiety-formation) en siliğidir. modern tarih bilimi üzerindeki etkisi aşırı olmuştur. tarihteki "büyük adam" kuramı iddia edildiği kadar basit değildi; bu kuramın şeytani bir biçimde kanıtlandığı bir dünya savaşından sonra ancak toparlanabildik. tek bir adam tarihin seyrini değiştirebilir, iyiye ya da kötüye doğru. marksizm kişinin büyüsünden ve hiyerarşinin gizeminden bir kaçıştır. temeli, kişinin karizmatik gücüne dayanan batı kültürü kimliğini tahrif eder. marksizm, ancak homojen nufusa sahip endüstri-öncesi toplumlarda işleyebilir. yaşam standardını yükselttiğiniz anda bireyciliğin rengarenk başkaldırısı patlak verecektir. marksizmin korktuğu ve sansürlediği kişilik ve sanat, kendilerini baskı altına alan her güce karşı teper.

.....

kapitalist dağıtım ağı; fabrika. nakliye, toptan ve parekande satış yerinden oluşan bu karmaşık zincir, kültür tarihinin en büyük erkek başarılarından biridir. o, yıldırım hızıyla hareket eden Apollonyen bir erkek dostluğu ağıdır. feminizmin en rahatsız edici reflekslerinden biri, hiçbir iyi nitelikle asla ilişkilendirilmeyen o moda olmuş "ataerkil toplum" küçümsemesidir. oysa, beni bir kadın olarak özgürleştiren ataerkil toplumdur. bana bu masada oturup bu kitabı yazmam için gereken boş vakti sağlayan kapitalizmdir. artık erkeklerle ilgili darkafalılığımızı bir kenara bırakalım ve onların saplantıları sayesinde kültüre yağdırılan hazineleri kabullenelim.

kaldırımlardan, su tesisatından, çamaşır makinelerine, gözlükten, antibiyotiklere ve bebek bezine kadar erkek başarılarının kapsamlı bir dökümü yapılabilir. kar altında kalmış kentlere yığılan taze, sağlıklı et ve sütten, sebzelerden ve tropik meyvalardan faydalanırız. george washington köprüsünden veya amerikanın büyük köprülerinin herhangi birinden geçerken şunu düşünürüm; bunu erkekler yaptı. inşaat, en üst düzeyde erkek şiiridir. dev bir kamyona yüklenmiş muazzam bir vinç gördüğüm zaman dinsel bir geçit seyreder gibi huşu ve saygıyla bir an dururum. o ne kavramsallaştırma gücü, o ne heybet; bu vinçler, bizi, anıtsal mimarinin ilk kez düşlendiği ve gerçekleştirildiği eski mısıra bağlar. uygarlık, kadınların ellerine bırakılmış olsaydı hala ottan kulubelerde yaşıyor olurduk. başına inşaat bareti geçiren bir kadın, yalnızca, erkeklerin icat ettiği bir kavramsal dizgeye adım atmaktadır. kapitalizm, bir sanat biçimidir, doğaya rakip Apollonyen bir imalattır. feministlerin ve entellektüellerin, kapitalizmi horlarken bir yandan da onun nimetlerinden faydalanmaları ikiyüzülülüktür. thoreau'nun walden'ı bile yalnızca iki yıllık bir deneyimdi. sezara hakkını verin.

...

camille paglia / cinsellik ve şiddet / iyi şeyler / 1997 sf. 94 - 96

14 Ağustos 2011

ferah otel

21.3.2011

otobüse biniyor. her sabah opera binasının önünden rakamlarının toplamı 12 eden bir otobüse biniyor. durak ferah otel'i görüyor. ferah otel ilerideki eciş bücüş evlerin arasında azıcık daha derli toplu bir betonarme bina. kırmızı demir levha üzerinde beyazla “ferah otel” yazıyor.

otobüs şehrin dışında zenginler için kurulmuş küçük bir köye doğru yol alırken elindeki kitabı kurcalıyor. sonra vazgeçiyor. etrafındaki kadınları izleyip dinliyor. hepsi de o koca koca evlerde temizliğe, yemek pişirmeye, bebek bakmaya gidiyorlar. şen şakraklar. aralarında yüksek sesle konuşup şakalaşıyorlar. “hiçbir şey olmamış gibi” diye iç geçiriyor. tek tük erkekler de var otobüste. onlar da bahçeleri temizlemeye ya da arabaları sürmeye gidiyorlar. bu otobüs her gün bizleri şehrin göbeğinden alıp emeğimizin büyük emici pompalar tarafından emileceği bir şatafat şehrine götürüyor. bundan şikayetçi olan yok. herkes neşeli, mutlu. şakalaşıyorlar. hiçbir şey olmamış gibi.

akşam aynı otobüs bu emilmiş kitleyi şehre geri götürüyor. şimdi herkes sakin. suratlar yorgun. kadınların yüzlerindeki çizgiler belirginleşmiş. akşam güneşine bağlıyor bunu. ışığın açısından sanırım diyor. halbuki biliyor. şimdi mutsuzlar. evlerine dönüyorlar. o şatafatlı rüyadan uyanıp soğuk, derme çatma, kalabalık ve dertli evlerine dönüyorlar. üstelik tüm gün o şatafat onları yormuş. şatafat onları emmiş. bazısının kafası önüne düşmüş uyukluyor. bazısı yeni yeni yanmaya başlayan kırpışan şehrin ışıklarına dalıyor. bazısı daha kısık bir sesle yanındakiyle çene çalıyor. bu sakin bir akşam. bir de otobüsün hıncahınç dolduğu akşamlar var. birbirini ezenler mi dersin, bağırıp çağıranlar mı... düşüp bayılanlar mı...
içinden bir üzüntü akıyor. ılıkça. ferah otel'in tabelasına bakıyor. şehrin soğuğu içine işliyor. ayaklarının üşüdüğünü farkediyor. halbuki daha otobüsün gelmesine çok var. sabah güneşinin ısıtmayan ışınlarının altında dikilmeye gayret gösteriyor. ellerini montunun cebine sokuyor. orada ısıtamayınca pantolonunun cebine sokup bacaklarına dokunuyor. biraz daha sıcakça. duraktaki insanları izliyor. bezgin, suratsız ve mutsuz insanları. kendine mi üzülsün onlara mı bilemiyor. bu çok kalp kırıcı.

bu şehirde en çekilmez şey kış diye geçiriyor içinden. yolda gözatmak için çantasına koyduğu edebiyat dergisini çıkarıyor. sabahın ayazında, opera binasının önündeki otobüs duraklarından birinde, ayakta edebiyat dergisi okuyan bir genci canlandırıyor gözünde. yüzünde aptal bir gülümseme beliriyor. kendisi bu saatlerde operanın önünden bir otobüsle geçse ve durakta böyle bir çocuk görse kahkahalara boğulur gibi geliyor. bunu düşünüp mutlu oluyor. rastgele açtığı sayfada şairin kelimelerini seviyor. hatta tutup okşuyor onları. yıllardır yaptığı gibi yine bezginlik anlarında kelimelere sarılıyor. sabahın bu rüyamsı atmosferinde sevdiği kelimelerin ne anlama geldiğini düşünmüyor. güneş gri bulutların ardında. arkasında opera binası var. karşı tarafta bir avuç derme çatma yapı. kentin o gri dedikleri silüetinin en belirgin ortaya çıktığı yerlerden biri burası diye düşünüyor. bunca grilik yetmezmiş gibi, hava soğuk, güneş yok ve sabahın o garip ağır çekim havası. bir de ferah otel tabelası tabi. ve tıkabasa dolu otobüsler. mutsuz bir kalabalık.

otobüs geldiğinde garip bir mutluluk duyuyor. sanki yıllardır bu otobüsü bekliyormuş gibi. elini cebine atıp otobüs abonmanını çıkarıyor. abonmana dokunmak bile bir sıcaklık hissi veriyor. bir önceki otobüsle kalabalık gitmiş olmalı ki, bu otobüs sakin. cam kenarında bir yere kuruluyor. özellikle kalorifere yakın olan koltuklardan seçiyor. tekrar dergisini aralıyor. kucaklayabileceği bir kaç sözcük daha söküp çıkarıyor dergiden. yine anlamları es geçiyor. sanki elinde durmadan titreyen farklı renklerde toz bulutları var. biri hafif pembemsi biri yavan bir yeşil. bir diğeri gökyüzü gibi çivit. birinin vızıltısı can yakarken diğerinin titreşimi içini gıdıklıyor. yol boyunca bir hokkabaz misali o renkli toz bulutlarını o elinden öbürüne atıp tutuyor. onu görseler deli sanacaklar. neyse ki görmüyorlar. şimdi o da kimseyi görmüyor. hiçbir şey olmamış gibi.

otobüsün kapısı ağırca açılıyor. sanki kusmak istiyormuş gibi otobüsten garip bir böğürtü sesi duyuluyor. sonra kapıdan o çıkıyor. dışardan gören biri için bu tam bir kusma sahnesi. şehrin göbeğinden toparlanan kitle şimdi burada eski püskü bir otobüs tarafından kusuluveriyor. yine sayıklıyor. hiçbir şey olmamış gibi. indiği yerdeki büyük ve geniş bulvar rüzgarlı. sıcak otobüsten sonra üzerindeki ısıyı kolayca söküp alıyor bulvar. bulutların ardından azıcık yüzünü gösteren güneş ümitlendiriveriyor onu. elindeki renkli toz bulutlarını otobüsteki köşeye umarsızca bırakışını düşünüyor. başkaları da okşasın onları diyor. gri kaldırıma doğru eğdiği bakışlarıyla şatafat şehrinin içlerine doğru adım atmaya başlıyor. içinden sürekli tekrar ediyor. hiçbir şey olmamış gibi. hiçbir şey olmamış gibi. hiçbir şey olmamış gibi...