17 Aralık 2008

şükretmek

kalabalıktan biri gerilerden avazı çıktığı kadar bağırdı
"ya ermiş bize şükretmeyi anlat"

kalabalık sustu. ermişin gözlerine ve kapalı ağzına bakıyorlardı.
ermişse gökte yükseklerde süzülen uçurtmaya bakıyordu.
uçurtmanın ipini tutan çocuğun heyecanını hissetti birden, kalbi daha hızlı çarpmaya başladı. yükseklerdeki uçurtma, rüzgar, çölün kumu, ve dalgalanan deniz. hepsine birden bakıyor, hepsini birden içine sığdırmaya çalışıyordu. dünyadan alabileceklerini alıyordu, daha fazlasını alamayacağını biliyordu.

gözlerini kalabalığa indirdi uçurtmanın yüksekliğinden ve dudaklarını hafifçe araladı.

"şükretmek" dedi
"sizler şükretmeyi karmaşık hale getirirsiniz, halbuki şükretmek hayatın ta kendisidir. avuçlarınızı açıp öylece şükrettiğiniz vakit şükrün asıl varlığı olan şifayla karşılaşırsınız açık avuçlarınıza şifa doluverir. iki avuç şifa. daha fazlasını isteseniz de alamazsınız. zaten hayat budur işte. iki avuçtur. daha fazlası değil."

sonra sustu uçurtmayı aradı bir süre gözleri,
bulamayınca tekrar devam etti bu kez daha heyecansız çıktı sesi.

"şükretmek kişinin kendisiyle yüzleşmesidir de bir yandan. sorumluluklarını almasıdır. bu dünyaya inmesidir. bu illa neden-sonuç ilişkisi olmak zorunda değil. bunu sizlere nasıl anlatabilirim tam olarak kestiremiyorum, fakat kişi kendisiyle yüzleştiği vakit içinde derin bir şükür isteği de belirir. bunu da işte sorumluluğunun farkına varmak olarak isimlendiriyorum. eğer denize ulaştığı yerde bi nehir görmüşseniz bunu anlamanız belki bir nebze daha kolay olur. yada olmaz bilemiyorum. avuçlarınıza baktığınızda o ufacık avuçlarınıza su doldurup kana kana içişinizi, bir avuç tohumu tarlaya serpişinizi ve bir annenin bebeğine süt verişindeki o sonsuz bereketi düşünün. işte benim için dünyanın sınırları buralarda çizilir. bu dünyadan ne alacaksanız iki avuç alacaksınız. bütün koparabileceğiniz o kadardır. bazınız iki avuç elmas bazınız iki avuç su bazınız iki avuç ışık alacaktır belki. ve bazınız da mutlaka iki boş avuçla dönecektir. hangisinin makbul olduğunu bana sorarsanız ben size yalnızca şunu söyleyebilirim. benim gözümde hepsi birdir. hepsi hepsi iki avuç"

çekim

sana birçok şeyden bahsedebilirim
mesela sabahları çıktığımda bütün bölgeye yayılmış o soğuk sisten.
bütün ağaçların eskizini büyük bir özenle gecenin karanlığında çizen tanrı sabah bizden belki biraz da olsa hayranlık bekliyordur
yani bir saniye de olsa sis üzerine yapıştığı için harikulade bir sanat eserine dönüşerek öylece duran bembeyaz çamlar yapraksız ağaçlar ve bütün o harikulade detaylar
oysa dikkatle bakıyorum insanlara sabahları
kimsenin umurunda değil ağaçların güzelim beyaz dalları
onların hiçbir şey umurlarında değil de demek isterdim ama bu bir mübalağadan öteye gitmez
mesela sana dün gece yatağıma yattığımda bir o yana bir bu yana dönmeme sebep olan şeylerden de üstün körü bahsedebilirim
her ne kadar bunlar seni hiç ilgilendirmese de bunları anlatabilirim sana
sen de dinleyebilirsin
uzun zaman olmuş
geçmişe göz atmıyordum galiba
dün gece bir göz attım
ah o içimdeki koca uzay
birbirine değmeden geçen duygularım ve birbirne kesinlikle değmeden varolan binlerce geçmişim
hepsi yerli yerinde duruyorlar ve arada bir hani bir meteorun bir gezegene çarpması misali ya da ondan daha saçma misaller bulunabilecek şekillerde güüümmm çarpışıveriyorlar
şimdiden bir kare alıyorum
bir söz bir kişi ya da herhangi bir nesne mesela
ve ilişiklerini çekmeye başlıyor o şey o koca uzayda
ahhh ne çok şeyler ilişik halbuki
yani o koca boşluğa o koca birbirinden bağımsızlığa rağmen bir nesneyi çekiveriyorum
ufacık bir nesneyi hatta dışarıdan bakan kişi o nesneyi aşağılaybilir bile
bu nesne tamamen anlamsız varolmuş bir ucube de diyebilir
oysa o nesne uzayımda bir örümcek ağı gibi gezinip ne var ne yoksa birbirine geçiriyor ve o zaman ben de bir insan olduğumu ve bu lanetlenmişlikle yaşamak zorunda olduğumu tekrar hatırlıyorum
zira bunu hatırlamasam hep unutuyorum
ya da unutmuyorum da belki yoksayıyorum
görmezden geliyorum
kendimi tanrılaştırıyorum
ve tanrılaşmamın içinde bir hayat buluyorum
ve sonra döngü kendini inanılmaz bir hızla tekrar kuruyor ve bu hızdayken insanın gözü hiçbir şey görmez oluyor
bütün konu hızdır yani
yeteri kadar hızlı gidersen çelik konstrüksiyon bir binanın içinden geçip öbür tarafa çıkabilirsin 11 eylülde araplar bu deneyi yaptılar ama hızları yeteri kadar olmadığından binadan geçemediler belki başkaları tekrar dener bunu ve biz de gerçek olup olmadığını böylece görürüz
ayrıca her ne kadar çarpışan nebulalar ve galaksilerle dolu olsam da geleceği düşünmüyorum
nasılsa geliyor ya da gelmiyor

aziz peder

size hiç çekinmeden şunu söyleyebilirim aziz peder, hayatın belli başlı kuralları var, ve bu kurallar ya tecrübeyle öğrenilmeli ya yaşlılardan dinlenmeli ya da kitaplardan okunmalı. bu yolların hiç birini bir diğerinden ayırmıyorum. misal olması için şöyle söyleyebilirim ben kendi hayatımda şunu tecrübe ettim eğer yaptığınız bir hatayı başka bir hatayla telafi etmek isterseniz elinizde iki hatadan fazlası olmaz. bunun da ötesinde bütün kurallar belirli bir düzene tabidirler. bu düzen akılcıdır (rasyonalist) ya da neden-sonuçcudur (determinist) diyemem. çünkü bunu bilmiyorum. fakat bildiğim odur ki çapsal büyüklüğünün olağanüstülüğünden dolayı hesaplanamayan ya da kavranamayan bir düzen mevcuttur. bunu iliklerime kadar hissediyorum ve bu his bana yaşamak arzusu veriyor. ve aziz peder sizin şu bütün iktidar aygıtlarınızın nihai sahiplenicisi tanrınız. onun hakkında da birkaç kelime söylemek isterim. tanrı beni bilir ve ben de onu bilirim. bütün o karmakarışık düzende iktidarla yakından uzaktan ilgisi ve alakası olmayan tek şey varsa o da tanrımızdır. bizim tanrımız aziz peder. sizin ve benim. o ilk neden ve son sonuçtur bu karmaşada. geriye kalan nedenler ve sonuçlar tamamen bizlere bırakılmıştır. yeri gelecek bunları akılla çözeceğiz ve yeri geldiğinde de -ki gelmiştir- aklı yenmiş yepyeni bir sezgiyle çözeceğiz. bizim onu bilişimiz ve onun da bizi bilişi işte böyle devasa bir sorumluluktur sevgili peder. eminim bütün bunları siz benden çok daha iyi biliyor ve kavrıyorsunuz.

11 Aralık 2008

cennet

6 mayıs 2008

bu kendimizi kutsayışımız mahvetti bizi.
bu herkesin kendini cennete layık görüşü.
bu herkesin, ben bilirim, ben bulurum, ben yenerim edaları.

cehennemi de birileri severek ve isteyerek kabullenmeli halbuki, ve dahası

bilmemeyi (cehaleti)
bulmamayı (kayıplığı)
yenmemeyi (kaybetmeyi-yenilgiyi)

ve dahası bütün bu çivisi çıkmış dünyadan defolup gitmeyi birileri samimiyetle isteyebilmeli.

kendinden vazgeçiş de olabilmeli. toplum için, çevre için, bir fikir için ya da her ne içinse işte. fakat bu olabilmeli.
kendinden başka herşeyi vazgeçilebilir kılan bu günümüz anlayışıöyle derin yaralıyor ki beni.

herkes cennetlikse, siz cenneti de kendinize benzetirsiniz.

12 Ekim 2008

ara güler

ara güler dedi ki "benim için modernlik daha ucuzudur anladın mı?"

anladım ara usta
anladım

dişlerinin arasına sıkıştırdığı o öfke
öyle güçlüydü ki
ağzından püskürüp yüzümü yakacak sandım

eski Istanbul'dan bahsetti
kokusu vardı dedi
şimdi bütün o arnavut kaldırımlı yollara asfalt döküyorlar dedi
"bütün romantizm öldü artık yağmur bile yağmak istemiyor o sokaklara anladın mı?" dedi.

sanat insana dair değil mi
bir kutunun binbir açıdan çekilmiş abuk sabuk fotografları sanat değildir dedi.

bir kuşak gözlerimizin önünde buharlaşıp gitti adeta

hepsi son günlerinde o ara güler'in dilindeki öfkeye kapılmıştı.

onlar ucuzu sevmiyordu topluca
hepsi emeklerini, didinmelerini, tırnaklarının altında toplanan 'hayatın kirlerini' seviyorlardı.

hemen bir isim söylesem attila ilhan derim mesela.
cem karaca derim.
ara güler de o kuşağın son temsilcilerinden.

ucuza hala o yaşıyla karşı çıkıyor.
bayağılığa karşı çıkıyor.

geçen gün bu küçük televizyonlardan birinde lisanstan benden bir üst dönem olan bir arkadaşıma rastladım.
program esnasında isminin altında 'ortadoğu uzmanı' yazıyordu.

işte ara ustanın öfkesine kapıldım o anda
26 yaşında bir 'çocuk' ki ben nasıl bir eğitim aldığını biliyorum, nasıl olur da ortadoğu uzmanı olur?

ucuzluk bu işte
modernlik bu
"ben ekrana çıkarıyorsam büyük adamdır anlayışı"

beni üzüyor, öfkeye kapılıyorum. günlerce içime çöküyor. ben enayi değilim, ama neden bütün bu ülkenin karar alıcıları beni enayi yerine koyuyor.

ara usta şöyle söyledi, ben istiyorum ki bu halk bilsin, bu ülkenin yöneticisi onlardır yoksa dört beş karar alıcı değildir.

zaten bütün sorun da bu değil mi ustam?
hiçbir şeye sahip çıkmıyor insanlar...
daha ucuzunun peşinden koşuyorlar, koşarken başları dönüyor, akılları şaşıyor, neyin peşindeler unutuyorlar, kimdiler unutuyorlar.

her sabah belleği silinen amnezi hastaları misali bir halk, her sabah yataklarından kalkıp yollara düşüyor.

amnezi olmamak için tırnaklarını hayata geçirmişler de var aramızda... ara güler var, can yücel var, cemil meriç var...

halbuki hiçbiri yoklar.

edebiyat müfredatımızda yoklar, sanat müfredatımızda yoklar.

hatıramızı canlandırabilecek her tür kudretli düşünür hızla dışarı itiliyor bu amnezik topluluk tarafından. böylece yönetenler bir avuç görgüsüz, estetik anlayıştan uzak, zevksiz, hantal, kaba-saba, taşeron oluyor.

içimi öfke basıyor.
taşıyorum.

11 Ekim 2008

no madic no!

bakalım eskisi gibi anlatabilecek miyim derdimi...

kelimeleri unutuyorum zira bu aralar.
çocuklar gibi eblek gebelek konuşmaya çalışıyorum.
kısa bir tekrar yapacağız, son iki yüzyıllık dünya tarihine kısa bir tekrar.

öyleyse önce şununla başlayalım,
elimizden alınan şey "varolan" tek şeydir.
elimizden "kendi"mizi alıyorlar.
küçük bir kesinti yaparak, fakat bu kesintiyle ilerleyelim. "bülbülü altın kafese koymuşlar, yurdum demiş" bülbülün yurdu neresidir peki. bu hikayeyi bize neden anlatırlar? anafikri nedir bu hikayenin? bize vatanseverlik enjekte etme isteyidir anafikir. halbuki kim dönüp sorar bülbülün yurdu neresidir diye? bülbülün yurdu göklerdir. bülbülün yurdu özgürlüktür. bülbül bile özgürlüğüne düşkündür. özgürlüğünü özlemektedir. dahası bülbül bile altın kafesin saçmalığının farkındadır. biz farkında mıyız? cebimizdeki, etrafımızdaki küçük renkli ekranlarda bir hayat arıyoruz. o renkli, o cafcaflı çerçevelerde "kendimizi" arıyoruz. işin daha kötü yanı da var. buluyoruz.

aşık olduğumuzu sanıyoruz, hüzünlendiğimizi, öfkelendiğimizi, ağladığımızı... sizlere bu ıssız çöl gecesinden üzülerek ve utanarak bildiriyorum ki; hepsi yalandı.

sevmedik, üzülmedik, ağlamadık.
kandırıldığımızı da iddia etmeyeceğim size.
ben buna gönüllü kandığımıza inanmışlardanım. eski bir hikaye babam anlatırdı. dedem batmanda köyün yakınlarında bir tarlada çalışırken, gömülü bir kil kavanoz bulmuş, kırınca ne görsün, içi altın dolu. uzun süre ne yapacağını bilememiş. öylece saklamış altınları. sonra ankara'ya gelince bir arkadaşı "ünlü bir tacirde kocaman bir elmas var gel seninle altınlarla değiştirelim" demiş. değiş tokuş yapmışlar. elmaz gerçekten kocamanmış ve parıl parılmış. dedem çok mutlu biçimde eve dönmüş. evdekilere elması gururla göstermiş. büyük oğlu: "baba bir kuyumcuya gösterelim bunu" demiş. göstermişler. meğersem elmas değil güzel parlak bir kristal parçasıymış, değeri de dedemin verdiği altınların binde biri kadar filanmış. zavallı adam, ancak hayy'dan gelen hu'ya gider diyebilmiştir herhalde.

zavallı dedem gibiyiz. elimizdeki herşeyi veriyoruz. gerçek kıymeti olan şeyi. "gerçek"i. kendimizi. bunun karşılığında parlak parlak şeyler alıyoruz, ve zavallı bir yaşlı adam gibi sevinç içinde etrafımıza elimizdeki bu ucuz parlak şeylerle cakas atıyoruz. kimse bize bunun karşılığında ne verdin diye sormuyor.

gökleri verip, altın kafes alıyoruz fakat kafamız bülbül kadar çalışmıyor. işte beni de en çok üzen yanı bu olsa gerek. yaklaşık iki saat kadar çingeneleri izledim. romanları değil ÇİNGENLERİ. ÇİNGENELERİ. neymiş efendim toplum bu isme kötü yakıştırmalar yaptığı için kelime ROMAN'la ikame edilmişmiş.

tecavüzün böylesi. hani neyzen diyor ya "bu türkler gariptir söversin kızar da sikersin ses etmez" o misal. zihnimizi, varlığımızın kapladığı bütün alanları sikiyorlar fakat hepimiz hala ve hala altın kafesin parıltısına bakıyoruz. bu bakış da öyle normal bir bakış değil, ağzımızdan salyalar akıyor, gözlerimiz salaklaşmış, büyük bir istek ve arzuyla bakıyoruz. kafesin arkasındaki gökyüzünü göremiyoruz.

gerçek.
gerçeğimizi bizden saklıyorlar.
educree; education kelimesinin yunan ya da latince kökü. educree bildiğini ortaya çıkarmak demek. ortaya saçmayalım diye olabildiğince erken yaşta bizi yuvalara, anaokullarına, yada moda deyimiyle preschool lara yolluyorlar. iyice herşeyi unutalım diye.

ilkokul ve lise boyunca tek öğrendiğimiz şey ülkemizi nasıl daha fazla sevebileceğimiz. bunun "hayali" sebepleri ard arda sıralanıyor. sonra üniversiteye geliyoruz. ilk ders temel ekonomi. "evet çocuklar sizler homo economicus olduğunuzdan dolayı mutlu olabilmeniz için gerekli olan tek şey daha fazla tüketmenizdir"

evet artık tükendiniz.
son noktayı koydular size.
nasılsa hiçbiriniz derste bir adım öne gelip "neden?" diye sormadınız.

zaten neden diye sormayın diye ellerinden gelen herşeyi yapıyorlar. bir yandan o renkli ekranlar, bir yandan da o renkli "kitaplar". neden mi tırnak içinde o kitap. çünkü onlar kitap değil. onlar bestseller. çok satıyorlar. çok mu satıyorlar aman allahım çok başarılı olmalılar. hemen ben de alayım. "aaaa zikrıtı okudun mu abi ya mıgnatız gibin oldum ne iztesem cuk oluyor."

ne isterseniz yapabilirsiniz, biraz sabırlı olun ve olumlu düşünün. olacak.

bugün akşamüstü hafif soğuk rüzgarda şehirde yürüdüm. binaların arasından bulduğu boşluklardan her fırsatta haylazlıkla sızan son ılık güneş ışınları tenime deydiler. ben de onlarla haylazca oynadım. sonra yürüdüm. yürümenin güzelliği tam da burada işte. önünüze duvar dikerlerse yürüyemezsiniz. o yüzden hapislikler "yürüyüşe" değil "volta"ya çıkarlar. işte o yüzdendir ki yürümek ya da hadi gelin baklayı çıkaralım ağzımızdan "göçebelik" duvarlara karşı bir duruştur. hem yürür hem durur. göçebelik bir duruştur yani.

göçebelik gerçeğimizle yüzleşmenin güzel bir örneğidir. yerleşmeyen, bağlanmayan, kendini hiçbir şekilde renkli aptallıklara kaptırmayan, kirli yüzleri elleriyle asıl parıltıyı kovayan insanlardır çingeneler.

bizler mi?
bizler de parıltıyı kovalıyoruz elbette. fakat zavallı yaşlı dedem gibi değersiz ve sanrı bir parıltıyı.

şimdi ben "kendimle" "bir" yürüyüşe gidiyorum. size de güzel bir gece diler büyüklerimin yanaklarından küçüklerimin popolarından öperim.

waking life

ne arıyoruz diye düşünüyorum...
waking life'tan sonra uzun bir sohbet ve düşüncelerin akışı.

filmde bir ara chopin çaldı geride bir yerlerde
tam da chopin gibi derinden çaldı
yazdığım bir şiiri anımsadım
hayatımda yazıp da tek beğendiğim şiir
her neyse
kendimi arayışımda bu idealizmden sembolizmden kastçılıktan elitizmden sıyrılmalı mıyım

"sana kendimi başkasına anlatır gibi anlatırsam, sen de başkası oldun demektir. başkasına git. sana kendimi kendime anlatır gibi anlatıyorum. bu benim sana ait oluşum. anlıyor musun?" ali alkan inal'ın bu sözü durmadan beynimi kemiriyor

kendimi nasıl anlatabilirim.
yeni kelimeler bulsam
tertemiz el değmemiş kelimeler.

dur bak bir de şunu dene.
şöyle düşün.
anlatacağın şeyleri iyice bilmelisin değil mi?
bilmeden anlata bilir misin
öyleyse kendimi biliyor olmalıyım.
ne ukalayım
ne şen şakrak

her neyse
biz hayattan o "dört başı mağmur" kişiyi, ülkeyi, evi, işi, hayatı bekliyoruz.
biraz ondan biraz bundan alıp o "mükemmel"i yaratmak istiyoruz.

bunun iki nedeni var
birincisi mükemmeli birleşik halde bulacağımıza dair hiçbir ümidimiz yok
ikincisi de mükemmel olamayan dışındakilere tahammülümüz yok

ideayı arıyoruz
keklerin kalıbını
orası burası kalıplarda kalmış kekler değil
kalıpları
parıl parıl ve eksiksiz olan

yunan heykellerindeki oğlanları ve kadınları
gerçek hayata ve onun yarım yamalaklıklarına katlanamıyoruz.

bir de şu şartlanmışlıklarımız var elbette.
sahip olmalar sahip olunmalar
aldatmalar
aldanmalar

op.10 no.6 in e flat minor

size bir sırrımı vereyim
ama bana deli demeyin sakın
bu melodi
bence evrenin sırrının notalarla şifrelenmiş hali.

o yüzden sahiplenmeyi yada sahiplenilmeyi anlamlı bulmuyorum

sırf bu melodi yüzünden

zaten anlamın içini köpük köpük doldurduğu birçok güzel, pırıltılı ve hayranlık uayndırıcı şeyi de anlamlı bulmuyorum.

ama sen beni boşver olric
delinin tekiyim ne de olsa.

6 Eylül 2008

İnsanlığın ortak belleği üzerine 2

14 ağustos 1999 / Filistin

Kâbus görerek uyandım. Hep aynı kâbus. Hemen yanımda yürümekte olan annem bir ıslık sesinin ardından yere serildi. Ensesinin biraz altından bir İsrail keskin nişancısının iri kurşunuyla vurulmuştu. Kanlar içinde yerde yatıyordu. Çırpınıyordum, fakat elimden hiçbir şey gelmiyordu.

Ben ailenin en büyük erkek çocuğuydum. Benden küçük bir kız ve bir de erkek kardeşim vardı. Bir akşamüstü ben dışarıda arkadaşlarımla vatanımızı, Filistin'i, konuşurken mahallemiz bombalandı. Bombalamada iki küçük kardeşim evin önünde paramparça oldular. Koşarak eve döndüğümde kapının hemen önünde erkek kardeşimin dizinden aşağısını buluşum hep gözümün önünde. Babam ben altı yaşımdayken öldü. Bir gece evi basan İsrail askerleri onu 'terörist' olarak gözaltına almışlar. Onu çok da fazla hatırlamıyorum ama mülayim bir adamdı. Bizlere karşı sevgi doluydu. Gözaltına alındıktan bir hafta sonra ceza evine koyulduğu haberi ulaşmış. Altıncı yaşıma girdiğim gün babamın ölüm haberi ulaştı. O yüzden o kadar net ve o kadar eminim ki. Babam ben altı yaşımdayken öldü. Annem, ben ve iki kardeşime uzun süre, dayımın gönderdiği aylıkla baktı. Sonra ben büyüdüm ve elim ekmek tutacak yaşa geldim. Evi ben geçindirmeye başladım. İlk maaşımı elime aldığımda yaşım on dörttü. O yıl İsrail Gazze'ye çok büyük bir saldırıda bulundu, saldırıda ölenler arasında dayım da vardı. Dayım benim için ikinci babamdı. Bize baktı, sevgisini asla esirgemedi. Hep yanımızda oldu. Ailecek sık sık bize ziyarete gelir, evimize neşe katarlardı. Güler yüzlü, umut dolu bir adamdı. Kılıç kullanmayı babasından öğrenmişti. Kılıçtaki ustalığından ve adının Salahaddin olmasından dolayı arkadaşları ona Eyyübi derlerdi. Mert bir adamdı. Kılıcımla dövüşürken mertçe ölmek isterim derdi hep. Vücuduna saplanan şarapnellerden öldü, hastanede can çekişerek. Bu olaydan yaklaşık iki yıl sonra da iki kardeşim bombalamada parçalandılar. Annemle bir başımıza kalakaldık. Annem kırklı yaşlarında bir kadın olmasına rağmen en az altmış yaşında görünüyordu. Hayatı hep yoksulluk, sefalet ve ölümle geçti. Onu hep mutlu tutmaya çalıştım. Şakalarımla, güler yüzlülüğümle, hep bugünlerin geçeceğine günün birinde vatanımızda barış ve zenginlik içinde yaşayacağımıza dair hikâyeler anlattım ona. O da beni hep gülümseyen ve inanmaya çalışan bir ifadeyle dinledi. Geçen hafta haftalık Pazar alışverişimizi yapmış eve dönüyorduk. Dermansız bacakları yorulmasın diye bütün poşetleri ben almıştım. O da iki adım berimden eski bir Arap türküsü mırıldanarak geliyordu. Bana destek olmak istiyor gibiydi. Güzel sesiyle söylediği türkü yükümü hafifletiyor, havanın sıcaklığından beni bir derece olsun uzaklaştırıyordu. Sonra uğursuz ıslık sesini duydum. Annem yere yığılıverdi. Çırpınıyordum. Elimden hiçbir şey gelmiyordu. Kafamı kaldırıma vurarak parçalamak istiyordum. Etraftakiler toplandı, ilk geçen arabayla annemi hastaneye kaldırdık. Ense köküne giren mermi omurga başını ve soluk borusunu parçalamış. Hastaneye ulaştırdığımızda zaten hayata gözlerini yummuş.

Bir haftadır yaşayan bir ölü gibiyim. Bir anda hayat tepeme yıkılıverdi. Geceleri yatağa yattığımda orada hemen o anda kafamı kaldırıma vurup paramparça etmediğime pişman oluyorum. İki gün evvel Hizbullah'ta üst düzeylerde görev yapan bir arkadaşımla konuştum. "Sizinle çalışmak istiyorum" dedim. O da bana "Allah'ın izniyle güzel kardeşim" dedi. Dün yeni bir eylem için toplantı yapıldı. Toplantıda gönüllü olmak istediğimi dile getirdim. Arkadaşım bana baktı, gözlerinin içinde ışık vardı. Mutluydu, ben de mutluyum.

Şimdi belime bağladığım yüklü miktarda patlayıcıyla bir İsrail kontrol noktasına doğru ilerliyorum. Üzerimde simsiyah çarşaf var, kadın kılığına girdim. Ölüm komandolarıyla ilgili çok şey duydum. Onlara uyuşturucu verildiğine dair şeyler okudum. Şuan kendimi düşünüyorum. Ne uyuşturucu aldım, ne de en ufak menfaatime dokunacak bir şey. Zaten gerimde kalan kimse yok. O yüzden sonsuz bir mutluluk ile bu işe gönüllü oldum. Bunu yaparken amacım kesinlikle kin, nefret ya da öfkeyle açıklanamaz. Kimseye karşı bir rövanş da gütmüyorum. Kafamı o kaldırıma vurarak parçalamadığım için daha fazla hayıflanmamak adına yapıyorum bunu. İşte az ilerde kontrol noktası. Hayal meyal seçebiliyorum askerlerin yüzlerini aralarında şakalaşıyorlar, belki onların da aileleri var, belki çocukları. Anneleri babaları, dayıları... Dayıları... Bak dayı ben de mertçe ölemiyorum, bir kılıç darbesiyle. Ben de paramparça olacağım. Ve ardımdan mertçe ölemeyen birkaç insanı daha sürükleyeceğim. Hava öyle sıcak ve bu siyah çarşaf öyle dayanılmaz ki... Sanki bedenim asfalta eriyip kaynayacak. Şimdi askerlerin yüzleri daha net, belki bir on, on beş adım daha atacağım ve sağ elimin başparmağına sıkıca bağlanmış pimi çekeceğim. Askerlerden biri durmadan bana bakıyor, galiba şüphelendi. Ama neyse ki yalnızca beş adımım var, adımlarımı hızlandırıyorum, pim elimde geriliyor, terlediğimi daha çok hissediyorum, hava çok sıcak, asker hala bana bakıyor, dayım, dayımın kılıcı, bombanın pimi, belimdeki ağırlığı, siyah çarşaf, daha hızlı bir adım daha,
Eshedu enlaa ilahe illallah ve eshedu enne Muhammeden abduhu ve resuluhu...

4 Eylül 2008

rede an den kleinen mann

Bu yazı Wilhelm Reich'ın 'dinle küçük adam' isimli şaheserine kendi dilimden ve zihnimden bir saygı duruşudur.


Dinle beni küçük adam dinle.

Bunca yıllık ömrümde senden hep aynı şeyleri duydum, sabırla dinledim seni. Şimdi de sen beni dinle. Sana değişimden bahsettiğim zaman, hep yüzün ekşidi küçük adam. Beni susturmak istedin. "ben böyleyim işte ne yapayım, bu yaştan sonra değişecek halim yok ya" deyip durdun bana. Yirmi beşindeyken, ellindeyken, yetmişindeyken hep bunu söyleyip durdun. Değişmeyi belki ölümle eşleştiriyordun ve ölesiye korkuyordun. Her işine egemen olan ve her işini yöneten 'korku', burada da ipleri eline geçirmişti bile. Değişime inanmıyordun. Kafka'dan bir ömür tiksindin. "bir sabah böcek olarak uyanmak da nesi?" dedin. "böyle bir saçmalık ömrümde duymadım". Hâlbuki Kafka öyle yorulmuştu ki senden ey küçük adam, böyle bir rövanş alıyordu senden. "siz kendini insan zannedenler, sadece birer böceksiniz" diyordu bağıra bağıra. Sizin o değişimden ürken taraflarınızın en ağır rövanşıydı bence bu. Ama onu da anlamadın. Sadece bir 'çatlak' adamın hayal gücü diye düşündün. Her zaman yaptığın gibi hiç üzerine alınmadın. Ne zaman sorumluluktan kaçmak istesen "bu halk böyle" dedin. Bir yandan da egemenliğin halkta olması fikri sana sorumluluğu çağrıştırdı. Hep böyle sığ ve ahmakça çelişkilerin oldu. Hâlbuki çok daha derin ve anlamlı çelişkileri, hayatın özündeki temelindeki, belki de evreni yöneten çelişkileri, anlayamadığın ve onlar karşısında kendini aciz ve beş para etmez hissettiğin için hep aşağılamaya çalıştın. "bu kadar da çelişki olmaz ki canım" dedin. "Düşünce dediğin biraz tutarlı olmalı."

Separe aude! Önce Horatius söyledi bunu sana. Her zamanki gibi dinlemedin, sonra Kant senin gözlerini ışığa açtığını düşündüğü bir dönemde alıntılayarak tekrar etti, fakat gözlerini ışığa açmış olduğunun tamamen iyi niyetli bir varsayım olduğunu çok geçmeden kanıtladın onlara küçük adam. Koca koca savaşmalarına, kahramanlık nutuklarına ara vermeden devam ettin bu da yetmezmiş gibi başına Hitler'i Mussolini'yi Stalin'i getirdin. Bu nasıl bir düşüş küçük adam? Sürekli düşüyorsun fakat kuyunun dibi yine de gelmiyor. İnsanlara işkence ettin, kafalarını kestin, "işte orada bir Yahudi yakın onu" diye yırtınırcasına bağırdın. Yahudileri yaktın senin o 'saf' ırkını kirletiyorlar bahanesiyle yaktın. Kafan o kadar küçüktü ki böyle bir bahaneye inandırdın kendini. Yahudileri yaktın küçük adam ya sonra? Sonra ne mi yaptın? Birden bire bir Yahudi'ye dönüşüp Arapların topraklarına göz diktin, o toprakların sana vaat edildiği bahanesiyle. 'Saf ırk' bahanesi ne kadar deli zırvasıydıysa 'vaadedelmiş topraklar' da o kadar deli zırvasıydı, ama sen böyleydin işte küçük adam, sadece 'fırsat'ın ve GÜCÜN sana geçmesini bekliyordun zulmetmek için. Fırsat senin eline geçince hemen unutuveriyorsun geçirildiğin işkenceleri ve aynı acımasızlıkla bu kez de sen işkence etmeye başlıyorsun. Bir Yahudi olarak yıllarca sana yapılan zulmü pespayelik sınırlarına getirerek her sinema filminde, her romanda sunduktan sonra fırsatı yakalayıp sen işkenceye başlıyordun küçük adam. Hiçbir şeyden ders almıyorsun, ahmaklığın da düşüşün gibi, sonu, ucu bucağı yok.

Ortaçağın bütün o karanlığında, kilise öğrenmeni istemediği bilgiyi senden gizlemek için her şeyi sembolize etti. Sembolizm böylelikle bilgiyi senden uzak tuttu ve erkler kalelerini sağlama aldılar. Kalelerin sallanması uzun sürmedi. Sembolizm yeraltına hapsoldu. Fakat sen ne yaptın küçük adam? Kalktın bıyık bıraktın ya da sakal, kafanı tamamen traş ettin, ya da saçını uzattın. Hitler binlerce simge keşfetti tarihin karanlık sayfalarından, sırf gücüne meşruiyet yaratabilmek için. Bir bıyık biçimiyle bir tarikata bağlı olduğunu gösterdin. Koca koca adamlar, çocukların bile tenezzül etmeyeceği saçma oyunlara giriştin. Böylesine ucuz oyunlar için sembolizmi tekrar yeraltından çıkardın ve düşmekte ne kadar gayretli olduğunu tekrar tekrar gözler önüne serdin.

Hiçbir şeyi üzerine alınmadın, sana yapılan eleştirileri hep "halk işte" diyerek görmezden geldin küçük adam. Fakat diğer yandan bütün dinsel öğretilerinin tam göbeğine kendini yerleştirdin. Bu dünyanın ve hatta evrenin senin emrine verildiğine bir çırpıda inanıverdin. Her zaman ki gibi söylenileni harfi harfine kabul ettin. "neden?" diye sormadın. Neden diye sorsan bir saniye sonra omuzların duyduğun o devasa sorumluluk hissiyle çöküverirdi, içten içe farkında mıydın bilemiyorum, ama sormadın. Kabullendin. Dünyayı ve giderek atmosferini ve sonra da yörüngesini bir çöplüğe çevirmekte hiçbir beis görmedin. Ben dinsel öğretilerine dil uzattığımda "çabuk kafasını kesin, onu ateşe atın, kırbaçlayın, çarmıha gerin" diye çığlıklar atmaya başladın. Daha kendini bilmezken, kendini aramazken, kendini kurtarmayı becerememişken, hiçbir sorumluluğa boyun eğmemişken, 'tanrı'nı benden koruyordun. Sen hep böyleydin işte küçük adam. Kendi günlük sorunlarını çözmeyi beceremezken, onlardan köşe bucak kaçarken, durmadan dünyanın sorunlarını çözme görevine soyundun. Sonuçta her geçen gün onu daha fazla pisliğe batırdın. Sorunları çözemediğin için, içindeki sevgiye uzak durduğun için, 'sorun yaratanları' ortadan kaldırdın. Sandın ki sorun yaratanları öldürerek sorunları çözeceksin. Sana bir şey söyleyeyim zavallı küçük adam, yok ederek, yıkarak, ortadan kaldırarak ve dahası öldürerek 'çözüm' bulamazsın. Çözüm yaşamak, yaşatmak, sevmek ve sevilmektir. İçindeki coşkunun önüne setler çekmek yerine onları serbest bırakmaktır. Çözüm "neden?" diye sorabilmek ve o sorunun getirdiği bütün o yıkıcı sorumluluğu göğüslemektir. Çözüm yıkmak değil, yıkıcı gücün karşısına hayatı, yaşatmayı koymaktır.

Sen hep böyleydin küçük adam, sana anlatılanları hep yanlış anladın, yanlış yorumladın, yanlış dersler çıkardın. En dünyasal olanına dahi gizemler katıp onları anlaşılmaz ve "kutsal" kılmaya gayret ettin. Sen hep bulutların ötesine, gaipten gelen seslere, var olmayan dağların arkasındaki ülkelere inandın.

Bütün küfürlerini hep sikmek üzerine kurdun küçük adam. Sevmeyi bilmediğinden sevişmek de senin için, o büyük, hayat verici gücünü yitirdi. O hayat verici, ışıl ışıl gücü, iki insanın birbirini kucaklamasını, öpmesini, sevmesini, bedenlerini birbirlerine sunmasını, bütün bunların altındaki güzelliği ve harikuladeliği göremediğin için, bu eylem senin için en güzel küfürleri kurmanın zemini oldu.

Önüne konanı hiç dert etmeden ve hiç sorgulamadan yiyişin beni hep hayrete düşürdü. Önüne konan ürünleri birileri kalkıp eleştirdiğinde ve hatta yerden yere vurduğunda da o eleştirmenleri hep "daha iyi biliyorsa kendi yapsın" diye tartakladın. Bir türlü 'kendin' üretmediğin fakat 'kendin' tükettiğin şeyleri eleştirebileceğin fikrine alışamadın. Şehirleşmenin ve sanayi devriminin ürettiği zorunlu koşullara bir gecede ayak uydurdun fakat zihnin, belleğin ve fikirlerin bir türlü şehirleşemedi, hep taşralı kaldın. Kendin üretmedikçe eleştirme hakkını kendinde göremedin. Ve böyle böyle, zaten cüce olan fikir dünyanı daha da ufalttın. Seni gericilikle suçladılar küçük adam. Onlara nefret püskürdün. Seni yontulmamışlıkla suçladılar, onları ukalalıkla yaftaladın. O yüzden demokrasi fikrine bayıldın küçük adam. Yeni bir faşizm yarattın dantel gibi ince ince işleyerek. Bütün o yetkini devrettiğin küçük küçük adamlar her gün kürsülerden senin adını haykırıyorlardı. Egemenlik halkındır diyorlardı. İçin geçiyordu küçük adam, bayılıyordun bu sözlere. Sanki sorumluluk sahibiymişsin gibi hissediyordun birkaç saniyeliğine de olsa. Hâlbuki asla bilmedin sorumluluğun ne olduğunu. Sorumluluğu hafif, içi boş, balon benzeri bir şey olarak düşlüyordun. Onun o ağır, bütün insanları kucaklayan, sevgi dolu dünyası sana uzaktı. Sorumluluk çok sevgi dolu bir şeydir küçük adam. Sana daha nasıl anlatabilirim bilemiyorum.

Senin o taşralı kalmış zihnin ve düşünce biçimin hep merkeze kendini koydu. Hep kendi dini, kendi ulusu, kendi vatanı, kendi kültürü diğerlerinden üstündü. Böylece diğerlerini bir kalemde harcayabilirdin. Onlar beş para etmezlerdi. Bir avuç aptal ineğe tapıyordu sana göre, bir avuç aptal, insanlar tarafından değiştirilmiş bir kitaba inanıyordu, bir avuç aptal tekrar tekrar dünyaya geleceğine inanıyordu. Ve o bir avuç aptallar da seni bir avuç aptal olarak görüyordu ve bir avuç aptalın bir çöl bedevisi peşine düşmesini anlayamıyordu. Ama homurdanışlarını duyar gibiyim küçük adam "hukuk yok mu bu ülkede, asın şu adamı, kutsal değerlerime hakaret ediyor" diye tıslıyorsun. Senin hukukun da zaten bu işe yarıyor ey küçük adam. Hukuku da kendini daha da küçültmek için harcıyorsun. Hatırlıyor musun küçük adam, senin hukukun bir kilo baklava çalan birkaç küçük çocuğu hapse tıkıvermişti. Tam da aynı zamanlarda koca koca bankaların içini boşaltan adamlara senin o yüce, o kutsal hukukun el sürememişti. Sen böylesin işte küçük adam, düşen kişi güçsüzse bir tekme de sen atmak istersin, güçsüz birini görünce ona saldırmak, onu parçalamak istiyorsun. Ama karşındaki senden birazcık güçlüyse sus pus olup bir köşeye siniveriyorsun. İçinde en derinindeki sevgiyi, hayatın bütün güzelliğini ve heyecanını hissedememeni bir türlü kabul edemiyorum, bir türlü bunu anlayamıyorum küçük adam. Bunca yıldır sana her yakınlaşmamda seni anlamak için insanüstü bir güç sarf ettim. Senin tarihini okudum, senin dinlerini okudum ve her fırsatta seni izledim.

Önce dilini değiştirmelisin küçük adam. O kullandığın kelimeleri. O kullandığın özne yüklem ilişkilerini. Senin bütün kelimelerin ve özne yüklem ilişkilerin seni daha da cendereye sokuyor. Her kelimende sevgiden uzaklara savruluyorsun. Hep 'istiyorsun'! İstemeyi her şeyin önüne koyuyorsun. Doymuyorsun. Homo economicus'unu sınırsız ihtiyaçları olan biri olarak tanımlıyorsun. İşte bütün bu tanımların başını yakıyor, kazanmak diyorsun, yenmek, kahramanlık, kutsal diyorsun küçük adam kutsal! Bir türlü bu dünyayla ve kendinle barışmıyorsun, huzuru hep Kaf dağının ardındaki bir hayal ülkesinde arıyorsun. Aynaları yaptın ama onlara bakıp kendine yaklaşmak yerine, karşısına geçip yüzüne kat kat boya sürüyorsun, kendine bakıp yaklaşacağına kendini başka birine çevirmeye uğraşıyorsun. Yediğin yemeği yemek yemiş olmak için, yaptığın işi yaptığın bir iş olsun diye yapıyorsun. Evlenmiş olmak için evlenip, çocuk yapmış olmak için çocuk yapıyorsun. Arkadaşların olsun diye arkadaşlar ediniyorsun, bütün bunlardan sonra içinden ılıkça akan sevgi denizi donuyor, denizi tekrar ılıtmak için alkole, kimyasallara başvuruyorsun. O kaskatı bedeninden ve zihninden birkaç saatliğine şen kahkahalar, samimi sarılmalar, sevgi itirafları dökülüveriyor, ama o kadar, birkaç saatçik. Hâlbuki bir ömür seveceğin bir insana kavuştuğun için evlenip, evrenin bütün o güzelliğinin hediyesini kabul ederek onun sana bir çocuk bağışlamasına yol vermek için çocuk yapsan. Kendini bir şeyleri yaratarak daha değerli hissettiğin ve kendine ve diğer insanlara hizmet etmek ve dahası şeylerin işleyişine ve doğasına dair ilişkileri anlamak için çalışsan. Yemek yediğinde dilinin üstünde ufacık parçalara ayrılıp sana can vermeye doğru yola çıkan o her bir zerreyi tüm tatlarıyla ve keyifleriyle hissetsen ve hepsinden sonra küçük adam, aynaya baktığında kendine tahammül etsen ve aynada gördüğün adamı tanımaya adanmış bir ömrün sana hediye edildiğini fark etsen. Böylelikle her işine sevgi karışsa, hayret karışsa, çelişki karışsa... Neden? diye sorsan. Ve çocukların neden? diye sorduğunda evreni en başından yaratıyormuşçasına onları ciddiye alsan ve her kelimeni özenle seçsen. Her kelimende sevginin o şen titreşimleri titrese ve çocukların anlamdan ve cevaplardan evvel sevgiyi her hücrelerinde hissetse. Çocuklarına kahramanlıkları, gelenek ve görenekleri, ulusal değerlerini, istemeyi ve kazanmayı öğretmek yerine YÜZLEŞMEYİ, fakat her şeyle yüzleşmeyi öğretsen. 'Hayata karşı dikilmelerine' değil de 'hayatın içinde' ve hayatla olmalarına yol versen. Ölümü bir cezalandırma değil, hayatın güzel ve şen bir bölümü olarak onların önüne sunsan ve ölümle hayatın nasıl da kıymetlendiğini onlara usul usul masal gibi anlatsan. Onları karşına alıp bir ebeveyn edasıyla onlara nutuklar çekmek yerine onlarla 'birlikte' yaşasan ve yeniden çocukluğu deneyimlesen ve onlarla yeniden öğrensen, öğretmek için çabalamak yerine öğrenmeyi denesen durmadan, bıkmak usanmadan, yeniden ve yeniden öğrenmeyi. Yeniden ve yeniden doğmayı. Ve sevmeyi. Hayatı. Yaşamayı ve YAŞATMAYI. Onlarla yaşadıkça ve yeniden öğrendikçe, onlar da yaşamın ve yaşatmanın nasıl bir kıymeti olduğunu şüphesiz ki o küçük yüreklerinde sezeceklerdir. O küçücük yüreklerinde sevginin ve yaşatmanın hazzı dolup taştıkça içlerindeki sevgi denizi onları geleceğe ve barışa taşıyacaktır. Böylelikle bizler de gericilikten ve barışsızlıktan adım adım uzaklaşıp yeni bir dünyanın kapılarını aralayan DEVLER olacağız.

11 Ağustos 2008

insanlığın ortak belleği üzerine I

03 Ağustos 2008, Pazar
saat: 19:20


insanlığın ortak belleği üzerine I

14 kasım 1942 / Almanya

Yağmurlu bir gündü. İliklere işleyen bir soğuk vardı. Yeşil yün parkamı üzerime geçirip esirlerin bulunduğu bölüme geçerken o kısacık zamanda soğuktan titredim. Esirlerin bulunduğu alana geçtiğimde emir erim yanıma yanaştı ve arka tarafta "bana layık olmayan" ama yine de görmemi istediği bir şey olduğundan bahsetti. İlgisizce "tamam" dedim. Sakin adımlarla arkaya geçtim. Çırılçıplak soyulmuş 15-16 yaşlarında bir Yahudi kızı bana bakıyordu. Korkudan bembeyazdı. ona uzun uzun baktım. Belki de hayatımda gördüğüm en güzel kızdı. Yeşil gözleri, bembeyaz bir teni, siyah petrol gibi parlak uzun saçları vardı. Karargaha dün getirilmişti. Emir erim zevklerimi bildiğinden onu hemen bir kenara ayırmıştı. Onu karargahtaki konaklama odama götürmelerini emrettim. Güzelce yıkamalarını ve yedirip içirmelerini de ekledim. Yaklaşık iki saat kadar sonra ofisimdeki telefon çaldı, emir erim "odanız temizlendi efendim emrinize amadedir" dedi. Sakin hareketlerle üzerime yeşil parkamı geçirdim. Ofisin kapısında belirince şoförüm hemen ayağa kalkıp arabayı hazırlamak için kapıya doğru koştu, "dur!" diye bağırdım. Olduğu yere çakılıp hemen yüzünü bana döndü. "arabaya gerek yok, yürüyeceğim" dedim. Beton binanın kapısına çıktığımda yerdeki çamur ve hala yağan yağmur, buz gibi soğukla karışınca mideme bir bulantı saldı. Yol gözümde büyüyüverdi. Arkama dönüp şoförü çağırmayı düşündüm. Sonra tekrar yürümek fikri ağır bastı. Parkamın düğmelerini iyice ilikleyip bu kez hızlı adımlarla konaklama odama doğru yola düştüm. Yol boyunca kızın yeşil gözlerini ve güzel bacaklarını düşündüm. Upuzun, bembeyaz bacaklar. Henüz yeni yeni tüylenmiş avret yerlerini düşündüm. Yuvarlak ve beyaz kalçasını, ufacık uçlarıyla bir portakal büyüklüğünde göğüslerini... adımlarım iyice hızlandı, bir an önce odaya ulaşmak istiyordum. Yol boyunca karargah binalarının önünde nöbet tutan erler selam duruyor bense onları fark edemiyordum bile, bütün beynim şu anda o Yahudi kızıyla doluydu. Ona neler yapacağımı düşünüyordum zevkle. Odaya vardığımda temizlik görevlisi kadın kapıyı açtı. Ürkek bakışlarla hemen kabanını alıp önümde eğilerek ben daha içeri giremeden kaçıp gitti. Kızı yatak odamda kelepçelenmiş buldum. Rengi biraz kendine gelmişti. Ama hala gözlerindeki korku yerli yerinde duruyordu. Odaya girdiğimde bana nefretle baktı. Sanki birden bire neler olduğunu fark etmişti. Parkamı yavaş hareketlerle çıkardım. Sonra üniformamın ceketini çıkardım, kravatımı gevşettim. Pantolonun kemerini çıkarıp arkamdaki dolaba yöneldim. Deri kırbacımı çıkardım. Tekrar arkamı dönüp Yahudi kızın yüzüne baktığımda korku ve nefret yerini çaresizliğe bırakmıştı. Bu çaresiz bakış beni kendimden geçirdi. onu kırbaçlama isteğim bu bakışla birlikte daha da şiddetlendi. Kelepçesinden tutup yere yatırdım. Yüzüstü çevirip sırtına ilk kırbacı şaklattım. Hafif bir inleme duydum. Bağırmamak için kendini kasmış fakat bu sese engel olamamıştı. Bağırsa belki tiksinirdim ondan, ama bu tavrı beni de azdırdıkça azdırıyordu. Kırbacımı olabildiğince havaya kaldırıp ikinci bir fiske patlattım sırtından kalçasına doğru. Bu kez daha ince bir inilti duydum. Saçlarından tutup yüzünü çevirdim. Gözleri ıslanmıştı. Kırbaçımı tekrar kaldırdım göğüslerine hızla indirdim. Çok derin bir inleme sesi duyduğumda artık kendimden geçmiştim. Durmadan kırbaçlıyordum. Önce kızardı teni sonra ince ince kanamaya başladı. Kanamaya başladığı sıralarda "yeter" diye bağırdı. Ama sesi o kadar sönük çıktı ki. Aksanından bir Polonya Yahudi'si olduğu açıktı. Saçlarından tutup yüz üstü yatağa fırlattım. Pantolonumu çıkarıp arkasına geçtim. İçine ittiğimde hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Bir kızın ilk saflığını ele geçirmek kadar zevk aldığım bir ikinci şey daha yoktu. Her tarafı kan içindeydi. Deliye dönmüştüm. Bir hayvan gibi beceriyordum onu. Hıçkıra hıçkıra ağladığını duydukça daha da zevk alıyordum. Saçlarını çekiyor, kırbaç yaralarıyla kanayana kalçasını tokatlıyordum zevkten öyle kendimden geçmiştim ki, hızla boşaldım. Üzerinden kalktım. Kan lekeleriyle dolmuş pantolonumu üzerimden çıkarıp bir kenara fırlattım. Dolabımdan diğer pantolonlarımdan birini alıp üzerime geçirdim. Yatakta tamamen sessiz öylece uzanan kızı saçlarından kavrayıp odanın bahçeye açılan kapısına sürükledim. Bahçe kapısını açtığımda dışarıdaki keskin soğuk bir anda odaya doldu. Kızı kapının önüne bırakıp parkamı almaya gittim. Parkamı üzerime geçirip odaya geldim. Kapıdan dışarı çıkardım kızı, hala hafifi hafif yağan yağmurun altında bahçedeki çamurun üzerine fırlattım kızı, titriyordu. Odaya geri döndüm. Çekmecemden silahımı aldım. Tekrar bahçeye çıkıp kızın tepesinde dikildim. "bana bak" dedim. Saçları ve kafası çamurun içindeydi. Hareketsizdi. Tekrar "bana bak!" diye bağırdım. Hiçbir hareket yoktu. Kafasına postalımla sert bir tekme attım. Yüzü şimdi bana dönmüştü. Gözleri açıktı ama görüyor gibi değillerdi. Yeşil gözleri kan çanağına dönmüştü. Suratının ortasına doğrulttum silahımı, o anda yüzünde garip bir ifade belirdi. Alaycı bir ifade. Sanki benimle alay ediyor gibiydi. Çılgına döndüm. Suratını tekmelemeye başladım. Belki yirmi belki otuz tekme attım üst üste. Bütün suratı paramparça oldu. Sonra alnının tam orta yerine bir kurşun sıktım. İçeri girip duş aldım, yeni kıyafetler giydim üzerime, yatağın üzerindeki örtüleri de çöpe koydum. Emir erimi aradım. "Yanına iki er alıp gel, odamı ve bahçemi temizleyin, temizlikçi kadına da söyle gelip ortalığı toplasın" dedim. Odadan çıkarken tekrar bahçe kapısının camlarından dışarıdaki kıza baktım, çamur ve kan birbirine karışmıştı ve hala yağmur yağıyordu. Karargahtaki ofisime gitmek üzere yola çıktım.

21 Haziran 2008

bakış

19 Haziran 2008, Perşembe
saat: 22:26


yunanlılara göre dünya ikiye ayrılır

barbarlar ve helenler
siz ve biz
yunan heykellerinde kadınlar sırma gibi saçlara sahiptir
güzeldir
erkekler kaslı ve düzgündür
yunanda genel anlamda bir idealize etme ve abartma durumu söz konudur.
bugün batı dediğimiz şey siyasal sisteminden felsefik yapısına oradan sanatına ve hatta oradan da dinsel anlayışına kadar yunan anlayışını merkeze oturtmuştur.
yunan "yolu" dualisttir diyebiliriz.
tepkisel bir yoldur.
bu şablonun batıya ne kadar uygun olduğunu sadece batının geçen yüzyılki gelişmelerine ufacık bir göz atsanız bile görebilirsiniz.

gelelim dünyanın "diğer" tarafına
mezapotamyadan başlayıp japon adalarına kadar uzanan "diğer" medeniyet kendini çok farklı bir noktadan tanımlamıştır.
çin, hint, japon sanat eserlerine baktığımızda bir idealize etme ya da abartma görmeyiz.

olan olduğu gibi anlatabilmek temel prensip olarak belirlenmiştir. herşey, -popüler sözcükle- empati kurularak anlaşılmaya çalışılmıştır. mesela bir japon resminde gölün üzerindeki lotus resmedilmişse, resmeden kendi görüş açısını değil lotusun görüş açısını esas almıştır. sanki lotusun olduğu noktadan dünyaya bakıyormuş hissini uyandırmaya çalışır.

bütün bu aslında çok basit açıklamayı yapmamın sebebine gelince...

geçen gün bir arkadaşım dedi ki "sistem bizi öyle bir kuruyor ki eve gidip hiçbir şey yapmadan beş dakika bile oturamıyorum. ya televizyonu açıyorum ya bilgisayarı. halbuki geçen gün ormanda dakikalarca sessizce oturdum etrafı izledim on binlerce yıl buraları mesken edinmiş atalarımı düşündüm. onlardan ne kadar da uzaktım."

işte o uzaklığı kuran şey yunan yolu oldu. kadını sırma saçlı erkeği kaslı tasvir etti. doğal halinden uzaklaştırdı. günümüzdeki sistem de insanı hijyenize ederek bunu yapmıyor mu?
her geçen gün onbinlerce yıllık tarihimizden soyutlanıyoruz. daha kılsız tüysüz kaslı ve sırma saçlı olmaya çalışıyoruz bir çoğumuzun çamurlu ayakkabılara bile tahammülü yok.

öyleyse gelelim asıl can alıcı noktaya
bütün düşünce ve yaşam biçiminiz batılı ve helenik kökenlere dayanıyorsa nasıl olur da budizm zen taoizm hinduizm gibi binlerce yıllık karmaşık ve olağanüstü yapıları özümseyebilirsiniz. nasıl mı?

secretla :)

geçen bir güncede yazmıştım
sol denilen şey koca bir külliyatttır.
kalkıp marx'ı okumaya başlasanız sadece orijinal eserlerini okumanız bile birkaç yıl aılır ki bu eserlerin eleştirilerini okumaya ömrünüz yetmez. ama napabilirsiniz oturup televizyonda birkaç film birkaç dizi izlersiniz "solcu" olursunuz. bu durumda o felsefi geleneği ve mantığı anlamazsınız. mekanik ilişkileri çözmezsiniz. yani kafanıza birşey girmez sadece götünüze bir fitil girer. aydınlandım sanırsınız.

secret okuyup "valla çekim yasasıyla otu boku çekiyorum şahaneyim" modları bu fitilin yansımalarıdır.

reklamda diyor ki bankaya gelmek yok kefil yok dert yok tasa yok kredi var.

işte bu ekonomik düzen bize bu tür ucubeleri dayatıyor. emek olmadan okumadan araştırmadan yazmadan düşünmeden de aydınlanabilirsiniz. hayatınızda bir kitap okuyarak bütün gerçekleri öğrenebilirsiniz. hatta kitaba bile gerek yok sessizce oturun bir köşeye bir zaman sonra aydınlanırsınız.

hermann hesse'nin siddharta'sını herkese tavsiye ederim buddha bile oturduğu yerde aydınlanmamıştır. dolu dizgin yaşamıştır. acılar çekmiştir. hazlar almıştır mutluluğu tatmıştır.

zaten zen de aşama aşamadır
önce nehirler nehirdir
sonra nehirler bambaşka birşeylerdir
sonra nehirler tekrar nehirdir.

nehirler bir kitapla tekrar nehir olmazlar
binlerce kitapla da olmazlar
hatta kitapla da olmazlar

neyi neden nasıl ve hangi bağlamda düşündüğümüzün farkındalığı olmadıkça ne "gerçeklik" birşey ifade eder ne de "ego".

zaten psikanaliz okuyan biri freudyen ego tanımının bugün neresinde olduğumuzu da az buçuk kestirecektir.

biri ağzınıza kelimeler verir ve sizi konuşturursa bu konuşmak konuşmak değildir.

o yüzden EZLN dünyanın diğer ucunda diyor ki bizim bir "kozmovizyon"umuz var.
doğrudur
kendi kelimeleriyle kurdukları bir kozmovizyonları vardır. her halkın da kendi dili ve kozmovizyonu vardır ve bu korunmalıdır. fakat kalkıp başkasının diliyle konuşursanız yani helenik idealize etme kalıbına girerseniz lotusun bakış açısından dünyaya bakamazsınız. o zaman da kendi vizyonunuz olmaz.
dünya nasıl ortaya çıktı sorusuna "kendi" yanıtınız da olmaz.

bütün yanıtlarınız başkalarından alıntı olur. alıntı yapmak da kolaydır elbette.

ama önemli olan kendini varetmektir.

kendinle barışabilmektir.

içine dönebilmektir.

olduğun noktadan dünyaya bakabilmektir.

16 Haziran 2008

milli maç

16 Haziran 2008, Pazartesi
saat: 04:05


maçtan sonra ankara trafiğine çıkmak zorunda kaldım.

bir alt geçitte en öndeki iki araba durdu
yolu tamemen kapattı
ve içindekiler inip halay çekmeye başladı
benim maçla hiçbir ilgim yoktu
maçın sonucu da bende güzel bir filmin sonu kadar etki yapmıştı
o an için sevindim
sonra arabama binip olan biteni unuttum
diğerleri unutmamıştı
hatta çılgına dönmüşlerdi
arabaların camlarından sunrooflarından ve hatta bagajlarından insanlar taşıyordu.
topluca sevindikleri için trafikta hiçbir kural tanımayarak gezebiliyorlardı
birçoğu elinde silah patır patır şehrin ortasında şarjör boşaltıyordu.
nereden geliyordu bu cesaret
topluluk olmaktan
çoğunluk olmaktan
çoğunluk hukuku ezebilirdi
hele de mutluysa
kimse ses çıkaramazdı
kimse ona sen ne yapıyorsun diyemezdi

milli takım maç kazanmıştı
ülkenin başarı kazanan bir dış politikası
iç politikası ekonomisi eğitim sistemi olmayınca
en önemli şey futbol takımı oluyordu belki de?
kim bilir...

bütün bu anlattıklarımı tekrar düşünelim
çoğunluk coşmuşsa
mutluysa mutluluktan uçuyorsa ve çoğunluksa
kurallara kanunlara uymayabilir
kural ve kanunları ihlal edebilir
silah sıkıp arabasıyla hız yapabilir
arabanın her tarafından sarkabailir
trafiği tıkayıp halay çekebilir
eğer ÇOĞUNLUKSA

bunlar size birşeyleri anımsatmadı mı
hani şu demokrasi havarilerimizi
%47 oy aldık
anayasa mahkemesi de kim oluyor
herkes halka ran olacak diyenleri

neden?
çünkü biz çoğunluğuz
sevinçliyiz
hukuk da neymiş
herşeyi yıkabiliriz
bizim gibi düşünmeyenler
maça sevinmeyenler
bizden değiller
maça sevinmek öyle birkaç dakikalık coşkunlukla olmaz
bütün gece azıp dağıtmak hatta olmazsa birkaç kişiyi KAZA KURŞUNLARIYLA(!) öldürmek gerekir.
böylece ne kadar sevindiğimiz anlaşılabilir.

biz çoğunluğuz
azınlığı dinlemeye gerek yok
hukuka uymaya onu dinlemeye de gerek yok

işte siyaset sosyoloji ilişkisi böyle bir şey olsa gerek.

8 Haziran 2008

dağların tekrar dağ olarak görünmesi....

saat: 21:44


yine böyle bir gün kendisine "rüzgara binme sanatı" hakkında sorular sorulduğunda Lieh-tzu, başladı üstadı Lao Shang'dan aldığı eğitimin şöyle bir dökümünü sunmaya:

"ona üç yıl kadar bir süre boyunca hizmet ettikten sonra, zihnim doğru yanlış üzerinde düşünmek, dudaklarım kayıp kazanç konularında konuşmaktan vazgeçti. ondan sonra üstadım bir tek bakış bağışladı bana, işte hepsi buydu.

beşinci yılın sonunda bir değişiklik çıktı ortaya, zihnim doğru yanlış üzerinde düşünüyor, dudaklarım kayıp kazanç konularında bahsediyordu. ondan sonra ilk defa üstadım ciddiyetini biraz yumuşattı, ve gülümsedi.

yedinci yılın sonunda başka bir değişiklik daha geldi meydana. zihnimi, ne düşüneceği konusunda serbest bıraktım, fakat o bir daha kendisini doğru ve yanlışla meşgul etmedi. dudaklarımı da istediklerini konuşma konusunda tamamen serbest bıraktım ama onlar da bir daha kayıp ya da kazançtan bahsetmediler.

dokuzuncu yıl bitmişti. zihnim düşüncelerinin dizginlerini bırakmış, ağzım sözcüklerin yolunu açmıştı. doğru yanlışa, kayıp kazanca dair, kendim ya da başkaları hakkında bir bilgim yoktu. iç ve dış birlikte harmanlanmıştı. bu noktadan sonra göz ve kulak, kulak ve burun, burun ve ağız arasında farklar kalkmıştı, hepsi aynıydı onların. zihnim donmuştu, bedenim dağılmakta, etim ve kemiklerim birarada eritilmekteydi. bedenimin neyin üzerinde olduğunun veya ayaklarımın altında ne olduğunun farkında değildim artık. böyle doğmuştum ben, rüzgarın üzerinde, kuru bir saman parçası ya da ağaçtan düşen yapraklar gibi. aslında rüzgar mı bana binmişti yoksa ben mi rüzgara binmiştim, bunu bilmiyordum.

sf. 42-43
Zen yolu
Alan W. Watts
şule yayınları, 1998

24 Şubat 2008

13 nisan 2007

hemen uyanmadan önce rüyamda kendimi izliyordum

duş alırken birden beynimin içinde bir ses düşünce gücümle istediğim şeyi var edebileceğimi söyledi

karşı tarafa odaklandım

istediğim şeyi son derece odaklanmış ve sıkıştırılmış bir düşünceyle hayal ediyordum

sonra gözlerimi açtığımda istediğim şey hala gerçeğe dönüşmemiş olduğu için biraz kırgındım

hep böyle oluyor gibilerinden bir kırgınlıktı bu

sonra uyandım

micus ocean part 2 dinleyerek güne açılıyorum

evet bu bir başlangıç değil

daha boyutlu yayılmak gibi

dün aldığım kuvartz taşım suyun içinde

odamla adapte oluyor gibi naif naif duruyor suda

micus da tam bir titreşim ustası olarak eminim kuvartızıma keyif veriyordur

aylak adam,karamazov kardeşler,insanlık tarihi,doğruyu söylemek ve birkaç kitabı daha bir arada okuyorum

ama yazdıklarım çok ruhsuz kalıyor

üzülüyorum

o yüzden geçmişe dönüp dönüp yazdıklarımı okuyorum

geçmiş daha güzel değildi elbet

ama ruhumda o kırgın parçayı bulmalı

ve onu tutkulu parçayla eklemlemeliyim

bir de şeylerin tarihi var bu arada

neredeyse bütün batıl inançların ortaçağ avrupasından türemiş olduğunu görmek garip bir keyif veriyor

içim rahatlıyor

sabahları uyanıp politik yazılar okuyorum

biliyorum politika kirletiyor insanı

ama alamıyorum kendimi

dünyayı yöneten o saçmasapan insanları garip bir içgeçmişliğiyle izliyorum

sonra geçenlerde uzun uzun yıllarımca üzerinde düşündüğüm kocaman devasa bir fikrin kısacık bir cümlecik bir hadiste bu denli güzelce özetlenişi dinliyorum

hayrete düşmüyorum kuşkusuz

bu değişik bir kıvam

varlığımla ilk çarpışma anlarım gibi

hayret değil

şöyle söylüyor hadiste

uhud ne yüce tepedir

biz onu severiz o da bizi sever

hala micus okyanısın üzerinde gezinmekte

rüzgar hafifçe beni ürpertirken yıllarca önce okuduğum bir söz gelmişti aklıma

kenara not ediverdim

bizler ruhu olan bedenler değiliz

bedene kavuşmuş ruhlarız

eski bir yazı

topluluk ve demokrasi

yazımıza bir bir atasözüyle başlayalım

hangi ulusa ait bir söz bilemiyorum amerikan diye kalmış aklımda ama amerikan "atasözü" kavramı biraz çelişkili göründü gözüme o yüzden sadece atasözü demekle yetindim.

"biri size eşek derse gülün geçin bir kişi daha derse durun düşünün fakat üçüncü kişi size eşek derse gidin ve kendinize yakışan bir semer bulun" diyor söz

dünkü mitingde meydandaki o dev kalabalık o sessiz ve huzurlu topluluk bana bu sözü düşündürdü. zira üç kişiden fazlaydık meydanda.

okula başladığım ilk yıl politika bilimi ve sosyoloji dersleri aklımda derin iz bırakacak bir konuya yer açmıştı.

bu konu yönetimde meşruiyet meselesiydi.

padişah halkın önüne çıkıyordu ve şöyle diyordu "ben sizin toprağı ekip biçerek elde ettiğinizin ürüne ve dolayısıyla emeğe el koyuyorum. bunu yaparken haklıyım bu hakkı bana tanrı verdi ben tanrının dünyadaki gölgesi ve peygamberin halifesiyim." halk da huzur ve dirlik içinde yaşadığı sürece bu otoriteye baş eğip "bizler senin kulunuz" diyorlardı.

ilginç bir sözleşme biçimiydi bu.

foucault'nun "doğruyu söylemek" isimli kitabını itiraf etmeliyim çok bilinçli almamıştım. yazarın eserlerinin tümünü zaman içinde okuma çabama dayanan ve buldukça eserlerini topladığım bir süreçti bu. fakat dün akşam miting dönüşü elime aldığımda kitap sanki yine zamanı gelen kitap misyonuyla hareket etmiş ve düşünceme yol vermişti.açtığım sayfadaki metnin yazarı yaklaşık 1700 yıl evvelden sesleniyordu:

...kendi özel işlerinle ilgili tavsiye alman söz konusu olduğunda zekaca senden üstün insanların peşine düşersin,ama devlet işleri üzerine düşündüğün zaman bu tür insanlara karşı güvensiz ve hoşnutsuz bir tutum takınır ve onlar yerine bu platformda önüne gelen hatiplerin en ahlaksızıyla arkadaş olursun; ve sarhoşların ayıklardan,akılsızların bilgelerden ve halkın parasını sağa sola dağıtanların, kamusal hizmetlerini kendi cebinden karşılayanlardan daha iyi birer halk dostu olduğunu söylersin. öyle ki bizler, bu tür akıl hocalarından faydalanan bir devletin daha iyi mertebelere geleceğini düşünen insanların bulunmasını pekala hayretle karşılayabiliriz. (michel foucault, doğruyu söylemek, ayrıntı yayınevi, 2005, sf 65)

sözlerin sahibi isokrates'tir.barış üstüne isimli eserinde bu sözlere yer vermiştir. bunun anlamı şudur; 1700 yıl önce yaşayan düşünürler tarafından eleştirilebilen ve hatta yerilebilen "demokrasi" 1700 yılın sonunda eleştirilemez bir hal almıştır. bu demokrasinin karanlık "ortaçağ"ıdır. II.dünya savaşı ertesi oluşan soğuk savaş koşulları ve daha sonrasında gelen 90lar dünyayı siyasal düşünme açısından fena halde hırpalamıştır. "komunizm" çökmüş(!) ve liberal kapitalist (emperyalist) demokratik sistemler galibiyetlerini(!) ilan etmişlerdir.

demokrasi en yüce en müthiş en insana yaraşır sistemdir(!) halbuki II.savaş ertesi "demokrasi berbat bir rejimdir.ancak rejimlerin en az berbat olanıdır." diyen winston churchill'dir. burada o devlet adamından alıntı yapmam kesinlikle bu söze katılmamla yada bu beyi otorite kabul etmemle ilişkili değildir. burada vurgulamayı arzuladığım nokta soğuk savaş öncesi ortamda demokrasi eleştirilerinin hala ayakta kalabilir nitelikte oluşudur. zira bugün demokrasi karşıtı bir eleştiri yada demokrasinin gediklerinin beslenmesi daha işler ve eşitlikçi hale getirilmesi istekleri anında büyük bir öfkeyle bastırılmaktadır.

bu demokrasinin ortaçağıdır. cadı kazanlarının kaynadığı bir dünyadır. ve hristiyan ahlak değerlerinin, dünyaya demokrasi eleştirmeni(cadılar) görüşlere verilen tepkilerle dayatılmasıdır. batı komunizmi yenmenin(!) mahmurluğuyla deliye dönmüş bir canavara dönüşmüştür. demokrasi bütün ahlaksız eylemler için çok estetik biçimli bir manivelaya dönüşmüştür. emperyalizmi ve sömürge ekonomilerini kurmak için demokrasi bir ön şart olmuştur. ortadoğudaki kuşak teorisine dayanan dünya hakimiyeti için demokrasi bir önşart olmuştur. hatta bir ülkeye şeriatı getirmek isteyorsanız size demokrasi lazımdır. çünkü yunan düşünürlerin binlerce yıl öncesinden bağırdığı üzere halkı eğitimsiz ve yoksul bırakırsanız demokrasi "yönetenlerin" güdümünde bir sistemdir artık. siz ne isterseniz halk onu ister.

1700 yılda pek az şey mi değişmiş dersiniz.

giderek daha cehalete batırılan bir toplum. sekiz yıllık "kesintisiz" eğitim gerçekten kesintisiz. sınıfta kalmak kalktı. istersen tüm derslerin zayıf olsun bir üst sınıfa geçiyorsun. böylece öğrenciler artık hiçbir şey öğrenmek zorunda değil.

bir zamanların "tahıl ve taze meyve ambarı" türkiye şimdi abd den pirinç satın alıyor.

bu yolla orta ve alt sınıflar fakirleştirilip ithalat yapan üst sınıflar daha da zenginleştiriliyor.

80 darbesinin ressamı , "büyük sanatçı" ve "devlet adamı" bundan birkaç ay kadar önce çıktığı televizyon programında üniversite öğrencileriyle buluştu. anadolu'nun şu "büyük ve köklü" olmayan üniversitelerinden biriydi burası. heyecanla ekran başındaydım. "ecel terleri" bekliyordum sorulacak sorular karşısında. fakat o da ne... biricik ressamımız meğer heykeltraş olmalıymış. 80 sonrası yonttuğu gençlik adeta bir rodin heykeli kadar kusursuzdu. itaatkar neşeli cıvıl cıvıl bir gençlikti bu.

anadolunun şehirleşmemiş şehirlerine üniversite yapma fikirleri ortaya atıldığı yıllarda dönemin akademisyenlerinden biri "üniversiteyi kırsala götürüseniz üniversite orayı şehirleştirmez üniversite kırsallaşır" demiş. haklı mı çıkmış oluyor şimdi bu zat.

lafı uzatmayalım demem odur ki dünyada soğuk savaş dönemi boyunca birçok gelişme oldu. biz hep olanları dünyanın göbeği türkiyeymiş gibi algıladık. darbeleri hep "birileri" bizim aleyhimize yapmıştı. her yanımız düşman kaplıydı. halbuki soğuk savaş dönemi ve ertesinde yaşanan 20 yıllık süreç çok bilimsel ve determinist verilere dayanıyordu. dünyada birileri nükleer bombalar son teknoloji elektronik silahlar ve teçhizatlar üretiyor biz de düşmanlarımızla savaşıyorduk(!) birileri üniversitelerinde geleceğin niteliklerine uygun araştırmacı ve geliştirmeci kabiliyetlerle donanmış insanlar yetiştiriyordu biz üniversite amfilerinde sağda bir grup solda bir grup ortada jandarma ders dinliyorduk.

git gide fakirleşip cahilleşme sürecimiz elbette uzun ve zahmetli bir süreçti.başarıyla tamamladık!

emeği geçen tüm ressam heykeltraş ses sanatçısı ve tiyatroculara şükranlarımızı sunalım.

fakat şunu bilsin bu yüce sanatçılarımız dünkü topluluk kameralara satılmış medya diye öfkeyle haykırıken o kameramanları parçalamadı. çünkü onların sektör içi piyonlar olduğunun farkındaydı. ama bu şunu gösterir ki kimi parçalayacağının farkında bir toplulukla karşı karşıyalar. ve bu topluluk şahları ve vezirleri bir lokmada parçalar.

demek ki neymiş

demokrasi meclisin çoğunluğu olarak halkın verdiği yetkiyi şahsi menfaatler ve rejim aleyhtarı hareketlere dönüştürme rejimi değilmiş. hele de cahilleştirmeği bir türlü beceremedikleri bu kadar büyük bir kitle orada sessiz ama derinden olan biteni izlerken hiç değilmiş.

unutmayın bastille'i askerler basmadı.

fransız devriminde akan kanı bir sivil "darbe" akıttı. çünkü bize darbe adını benimsettiler daha ürkütücü olsun diye

halbuki "DEVRİM" hep bir seçenektir.

yeri gelince de devirir ve kanatır.

dün o toplulukla neredeyse hiçbir ortak paydada birleşmiyordum.

fakat orada olmam gerektiğini hissettim.

ve DEVRİMin o mayhoş o tatlı kokusunu duydum.

devirsem yerine ne koyardım bilemiyorum diyen aleksi zorba geldi aklıma...

bugün duyduğum bir şiirin bir dizesiyle son verelim yazıya

"ölüm kendinden önce bana yalnızlığını yolladı." diyordu sabah mahmurluğunda nazım hikmet

17 Şubat 2008

Vazgeçiş dinleri

İsa’nın Hıristiyanlığı doğamızın sadece bir parçasına hitap eder. Hitap etmediği büyük bir parça vardır. Ve bu parçaya, Kurtuluş Ordusu’nun gösterdiği gibi, Vahiy Kitabı hitap eder.

Vazgeçiş, düşüncelem (meditation) ve öz-bilgi dinleri sadece bireyler içindir. Ama insan, sadece doğasının bir parçasında bireyseldir. İçindeki diğer büyük parçada kolektiftir.

Vazgeçiş, düşüncelem (meditation), öz-bilgi dinleri ve saf ahlaklılık bireyler içindir, ama o zaman bile tüm bireyler için değildir. Ama insan doğasının bireysel tarafını açıklar. Doğasının bu kısmını tecrit eder. Ve diğer kısmını, kolektif kısmını keser. Toplumun en alt tabakası anti-bireyseldir bu yüzden dinin diğer görünümleri için buraya bak.

Vazgeçiş dinleri, Budizm, Hıristiyanlık gibi dinler ya da Platon’un felsefesi, aristokratlar, ruhun aristokratları içindir. Ruhun aristokratları kendi kazanımlarını öz-kavrayışta ve hizmette bulurlar. Yoksula hizmet et. Çok iyi. Peki ama yoksul kime hizmet edecek? Bu büyük bir sorudur. Ve buna Patmoslu Yuhanna cevap verir: Yoksullar kendilerine hizmet edecek ve öz-yüceltime ulaşmayı bekleyeceklerdir. Ve yoksul ile sadece parası olmayan yoksulu kastetmiyoruz; biz tümüyle kolektif ruhlardan bahsediyoruz, aristokrat tekilliği ve tek başınalığı olmayan korkunç ‘orta tabaka’.

Devasa kitle, bu ortadaki ruhlardır. Onların, İsa, Buda ya da Platon tarafından talep edilen aristokratik bireysellikleri yoktur. Böylece kitle içine gizlenir ve gizlice kendi mutlak zaferlerine eğilirler. Patmoscular.

İnsan sadece tek başına olduğunda Hıristiyan, Budist ya da Platoncu olur. İsa ve Buda heykelleri buna şahittir. Diğer insanlarla beraber olduğunda hemen farklılıklar ve seviyeler oluşur. Başkaları ile bir arada olduğu anda İsa bir aristokrat, bir efendi olur. Buda her zaman Lord Buda’dır. Çok alçakgönüllü olmaya çalışan Assisili Francesco, takipçileri üzerinde mutlak güç sağlamak için aslında çok ince şeyler bulur. Shelley, kendi çevresinin aristokratı olmaya dayanamaz. Lenin, pejmurde kıyafetler içindeki Tyrannus’tur.

İşte böyle! Güç oradadır ve her zaman orada olacaktır. İki yada üç adam bir araya gelir gelmez, özellikle bir şey yapmak için, güç ortaya çıkar; bir adam liderdir, efendidir. Bu kaçınılmazdır.

Kabul edin, insandaki doğal gücü fark edin, tıpkı geçmişte olduğu gibi ve ona saygı gösterin, böylece güçlüden güçsüze doğru büyük bir neşe, bir yücelme ve bir iktidar yayılır. Bir güç akıntısı vardır. Ve bunun içinde insanın en iyi kolektif varlığı bulunur, şimdi ve sonsuza kadar, ve içinizde onun tutuşturduğu alev yükselir. Kahramana saygı gösterin ve sadık olun, o zaman siz de kahramanlaşırsınız. Bu erkeklerin kanunudur. Belki kadınların kanunu farklıdır.

Sf. 43-44

Kıyamet – D.H Lawrence

15 Şubat 2008

sokaklara çıkıp koşasım var
yani öyle amaçsızca değil ha
batılıların jogging dediği hesap
tempolu koşu hikayesi
başımda nereden geldiği ve nereye gideceği belli olmayan garip bir ağrı var
su içtim gitmedi
sokaklarda insanların arasındayken
çok onlarlayım
garip bir yakınlık hissediyorum hepsine
sanki odamdaki açık yeşil küçük çam yavrusunu sulamak gibi
ya da okuma koltuğumun hafif yırtılmış kırmızı siyah kumaşı gibi
ama buradayken
yani yalnızlığımdayken
bir yıldıza binip dünyadan uzaklaşma hayalimi düşünüyorum
o zaman o yıldıza varış süremle
dışardaki insanlara varış sürem garip şekilde eşitleniyor
akşam güneşi yine o bildik ışık oyunlarıyla bana yavru bir kediyi düşündürüyor
önündeki yün yumağıyla acemice oynayan yavru bir kediyi
kızıl ışınlar dokunduğu herşeyle acemice oynuyor
bazısının içinden geçip arkasına ulaşıyor
bazısının üstünden sekip bir yeleri aydınlatıyor
bazısının üzerinde öylece duruyor
akşam güneşi güzele vuruyor
sokaklara dönelim
güneşli kadın parfümlerinin buram buram olduğu sokaklara
bahar çiçekleri açmış
ağaçlar kışın garip uykusundan mahmuluğa benzer bir sevimlilikle uyanmakta
kayısıyı seviyorum
onun beyaz desen beyaz değil pembe desen pembe değil çiçeklerini
baharı bana bu şehirde hep kayısı müjdeliyor
birden kafam suya düşüyor
şaşkınım
batıyorum
suyun basıncı kulaklarımı acıtıyor
az sonra geçer diye teselli ediyorum kendimi
geçmiyor ağırlaşıyor
bağırmaya çalışıyorum
ağzımdan kafam kadar hava kabarcıkları çıkıp suyun yüzeyine yükseliyor
japonca yada hintçe bir kelime duyuyorum
uzak bir yerden
anlamını bilmediğimi düşünüyorum
sonra birden anlam kafamda bir resimle eşleşiveriyor
suyun basıncı hafifliyor
bırakıyorum kendimi

7 Şubat 2008

güç üzerine

İnsan ne kadar uzun yaşarsa iki tür Hıristiyanlık olduğunu o kadar çok fark eder, biri İsa ve ‘birbirinizi sevin’ emrinde odaklanan –diğeri ise Paulus, Petrus ya da sevgili Yuhanna yerine vahiy’de odaklanan. Şefkat Hıristiyanlığı vardır. Ama gördüğüm kadarıyla öz-yüceltim Hıristiyanlığı –alçakgönüllünün öz-yüceltimi- tarafından tamamen bir tarafa itilmiş

Bundan kaçış yok, insanlık sonsuza kadar aristokrat ve demokrat ayrımının içine düşecek. En temiz aristokratlar Hıristiyanlık döneminde demokratlığı öğretmişlerdir. Ve en temiz demokratlar kendilerini mutlak aristokrat haline getirmeye çalışırlar. İsa aristokrattı, havari Yuhanna ve Paulus da öyle. Büyük bir şefkat, nezaket ve cömertliğe –gücün şefkat ve nezaketi- haiz olmak büyük bir aristokratlık gerektirir. Bir demokratta, çoğu kez, zayıflığın şefkat ve nezaketini bulabilirsiniz: bu başka bir şeydir. Ama genellikle sertlik duygusunu bulursunuz.

Şu anda bahsettiğimiz şey siyasi partiler değil, insan doğasının iki türü: ruhlarında güçlü olduklarını hissedenler ve zayıf olduklarını hissedenler. İsa ve Paul ve Yüce Yuhanna kendilerini güçlü hissettiler. Patmoslu Yuhanna ruhunun derinliklerinde kendini zayıf hissetti.

İsa’nın zamanında bütün maneviyatı güçlü insanlar, dünyayı yönetme arzusunu kaybettiler. Güçlerini dünyevi yönetim ve kudretten çekip başka bir yaşam biçimine uygulamak istediler. Böylece zayıf yükselmeye ve kendini aşırı şekilde kibirli hissetmeye başladı ve ‘açıkça’ güçlü olanlara, dünyevi kudrete sahip olanlara karşı duydukları sınır tanımaz nefretlerini dile getirmeye başladılar.

Böylece din, özellikle Hıristiyanlık dini, ikileşti. Güçlülerin dini, vazgeçiş ve sevgiyi öğretti. Ve zayıfların dini ‘güçlü ve kuvvetliler kahrolsun ve fakir yücelsin’i. Dünyada zayıf insan kuvvetliden her zaman daha fazla olduğu için ikinci tür Hıristiyanlık zafer kazandı ve kazanacak. Zayıf, eğer yönetilmezse kendi yönetir ve bunun sonu budur. Ve zayıfın kuralı: Güçlüler kahrolsun!

Bu haykırışın en büyük dinsel otoritesi de Vahiy’dir. Zayıf ve sahte alçakgönüllü olan, dünya yüzeyinden tüm dünyevi kudreti, onuru, zenginlikleri silecek ve sonra onlar gerçek zayıflar saltanat sürecek. Düşünmesi bile korkunç olan şey, yani sahte alçakgönüllü azizlerin binyılı başlayacak. Ama dinin bugün savunduğu şey bu: Bütün güçlüler ve özgür hayat kahrolsun, zayıflar zafer kazansın, sahte alçakgönüllüler saltanat sürsün. Zayıfların öz-yüceltim dini, sahte alçakgönüllülerin saltanatı. Günümüz toplumunun dinsel ve siyasi ruhudur bu.

D.H. Lawrence

Kıyamet

1.Baskı Şubat 2000

Dost Kitapevi Yayınları

Sf. 39-40

3 Şubat 2008

titreşim

03 Şubat 2008, Pazar
saat: 18:31


tamam galiba şimdi anlatabilirim

önce kendimi su dolu bi küvette buldum
boğulmak üzereyken kafamı çıkardım
oksijen ciğerlerimi yaktı
gözlerim yaşardı
bütün herşey sonra müthiş bir hızla oldu
sihre inanır mısınız
ama şu holivudvari olana değil
gökten böyle yağan ışıklı tozlar filan değil yani
daha büyük bir sihir
herşeyin sihri
yıllar önceyi hatırlıyorum
hani şu holivudvari dediğim türden sihir...
bir sabahtı dışarda çok ufak taneciklerle bir kar yağıyordu
mutfak penceresinden dışarı bakıyorduk
yağan kar taneleri güneşin ışında parlıyor
sanki gökten ışıklı tozlar yağıyor gibi görünüyordu
evet başkalarına göre "sanki"ydi
halbuki ben biliyordum
kar yağmıyordu
güneş de yoktu
yağan ışıklı tozlardı
hayat böyleydi çünkü bence
her neyse

bir bölümü vardı hayatımın
ben küçük prensle aynı gezegende yaşıyordum
küçük bir gezegendi
ve küçük prens benim varlığımdan haberdar bile değildi
rahatını bozmak istemiyordum
sadece onu izliyordum
evrene o gezegenden bakıyordum
onu dinliyordum
kocaman bir boşlukta askıda dönüyorduk
etrafımızda milyonlarca yıldız galaksi
herşey dönüyordu
biz de dönüyorduk
ve nietzsche de söylüyordu işte
dansettiğinizde size deli diyenler
müziği duymadıkları için öyle söylüyorlar diyordu
herşey içiçe girmişti
ben sihre inanmıyordum
gökten ışıklı tanecikler yağacağına
yağıyordu
olsun ben yine de inanmıyordum

bir akşam üstü
o küçük vosvosta o hayranlıkla izlediğim bilge kadınla konuşuyordum
sihri konuşuyorduk
mucizeyi
yaprakları gösterdim
güneş ışığı onlara besin oluyor dedim
çok içten gülümsedi bana
anlıyordu

ya atom
içi boşlukla dolu atom da neyin nesiydi
elim eşyaların içinden geçmiyordu ama
bu da nesiydi yani

sınırlar diyen çocuk
bir tür kankardeşliği
sınırlar var
sütü ısıtıyordum sabah
cezveyi düşündüm
bir sınır olarak
alttaki ateş cezvenin moleküllerini harekete geçiriyor
o da sütünkileri
peki nerede bu sınır
titreşim bütün azametiyle her yerden geçiyor
ışık

bulutların arasından bir lazer ışını kadar keskinlikle ovaya düşen ışınlar
yemyeşil çayırlar

oyuncaklar ve çocuklar
sihir ve sihre izin veren düş dünyaları
hayat bir tasavvurdan ibaret midir
yani bir oyun olabilir mi
yoksa siz hayatı bir oyun mu sandınız

titreşimin esip geçemeyeceği
yıkıp dökemeyeceği
kurup yüceltemeyeceği bir şeylerin ismini mırıldanmak isterdim
fakat yapamam
yoktur bunlar

sınırları aşan bir titreşim
anlıyorsanız
hayat bizimledir
ve sonsuzdur
haydi o zaman
sihre kapılalım
gidip kenidimizle tanışalım
ve titreşim herşeyi delip geçsin
ve son durakta bizim düşlerimiz ve titreşim birbirini biçimlendirsin
ve biz de "yaşadık" diyelim.

11 Ocak 2008

bu sabah

11 Ocak 2008, Cuma
saat: 15:59


uyudum
uyandığımda tam bir maldım
sonra biraz daha uyudum
herşeyi unutana kadar uyudum
uyandığımda bu dünyaya dair tek hatırladığım şey bir şarkının dağınık sözleri ve biraz da dağınık melodisiydi
kalkıp o şarkıyı açtım
birşeyleri yemeği düşünüp mutfağa gittim küp şeklinde kesilmiş katı beyaz şey sanki lezzetli gelecekmiş gibi hissettim
ucundan biraz kırıp ağzıma koydum beğenmedim
beklediğimi bulamadım onda
beklediklerimi bulamıyordum
her neyse
odama döndüm hala şarkı çalıyordu
oturup gogol'u aldım elime
paltoyu okumaya koyuldum
herşey bin yıl eskisi gibiydi
sanki hiç doğmamış gibiydim
bütün bu olup biten hikayeydi
yırtık pırtık bir paltodan ağladınız mı hiç
ben ağladım
çok ümitsizdi
tamamen o yüzden ağladım
bir de o terzi bozmasının inatçılığı ağrıma gitti
göt herif tamir etmeyi denesen ne değişirdi ki sanki
tamam bunu da geçelim
birden şarkının sözlerine dalmış buldum kendimi
ne diyor lan bu dedim silkinerek
hayatımda ilk kez dinlediğim cümleleri ve kelimeleri anlıyordum
ne acayip şeydi o öyle
izin verin o cümleleri sizlerle de paylaşayım belki sizleri de beni çarptığı kadar çarpar
belki aranızda benim gibi bir ahmak daha vardır ve o ahmak için de ilk anladığı kelimeler olacaktır bunlar
ve böylece belki o ahmak da benim gibi birden bire hayatın anlamını bulmuş gibi coşup sonra sinecektir
eğer o ahmak oralarda bir yerlerdeyse onu ilelebet kardeşim ilan ediyorum
onu gerçekten seviyorum
ve son olarak ben artık kesinlikle benden daha akıllı insanları sevmiyorum
en az kendim kadar ahmak dar görüşlü ve bir o kadar da ahlak yoksunu insanlarla beraber olacağım
o zırvalıklarla süslü tüm yüce amaçlarımdan vazgeçtim bu sabah
çok uyuduğumdan olsa gerek
hepsini unuttum
ama içimde sanki birer zırvalıklarmış gibi bir tortu kalmış
hepsinden vazgeçiyorum
nelerden vazgeçmedim ki
bunlardan da geçerim olur biter
ben böyle bir adamım işte
umutsuz ve zavallı bir adam
uzaktan baksanız yani o taa dışardan
o zaman dersiniz ki vay be adama bak nasıl da salına salına geziyor
hatta geçen gün arkadaşımın dediği gibi "birkaç aydır gördüğüm en güzel kız sana müthiş bakışlar fırlatarak geçti yanımızdan"
ya da bir başkası hakkımda "vay be amma da bilgili adam" diye iç geçirmiştir
halbuki bu sabaha geri dönelim
bütün bu sözleri uyduruyorum kesinlikle
bu sabah anladım bunu
bana bunlar söylenmiş gibi davranıyorum
içimdeki cüce benliklerime bunları söyletiyorum
sonra da bunlara büyük "abi" benliklerim inanıyor
ne de keyifli hayatım var değil mi
bu cümleyi yazarken yaşlı bir kokananın o şen kahkahası patlayıverdi beynimin içinde
ne de keyifli hayatım var değil mi
ahhaahh haaa

her neyse şu şarkının sözlerini sizlerle paylaşmak için ölüyorum şu anda
daha fazla uzatmamalıyım bu acıyı
ve belki bu şarkının sözleri beni o ahmakla tanıştıracak ve o ahmakla, iki ahmak ne kadar mutlu olabilirse, o kadar mutlu olacağız.
durun durun bir dakika
asıl mutluluk biz ahmaklarındır
neden böyle söyledim ki şimdi
sanki biz ahmakları aşağılarmış gibi
oysa biz ne de yüce kişilerizdir fakat değerimiz anlaşılmamıştır tarih boyu
tarih boyu mu
ben ne anlarım ki tarihten
peki daha fazla uzatmanın anlamı yok
kalın sağlıcakla

"yarismadi
yenilmedi
açik seçik sizle oynamadi
gerilmedi

sanilmasin yine basmis onu bulantilar
yanilmasin öyle dalga geçen yabancilar

ah egleniyor kendi basina
ah nesesi yeter
ah umurunda mi sandin bu dünya
ah nesesi yeter

konusmadi
hiç duymadi
açik seçik sizle takilmadi
daralmadi

ah egleniyor kendi basina
ah nesesi yeter
ah umurunda mi sandin bu dünya
ah nesesi yeter"