13 Aralık 2010

ben varım


Bir akşam gözünde aşk tüterse
Geçmiş günler aklından geçerse
Kalbin bomboş ümitler biterse
Sen üzülme ben varım

Neler geçti kimbilir başından
Sevgi umdun hep başkalarından
Ağlama gidenlerin ardından
O giderse ben varım


Zaman durdu sanki
Beklerken seni
Ben bir tek sevgiye
Bağladım kalbimi

Ayrılmam istersen hiç yanından
Çağırsan gelirim çok uzaklardan
Eskiden korkardım yalnızlıktan
Korkmam artık sen varsın

Zaman durdu sanki
Beklerken seni
Ben bir tek sevgiye
Bağladım kalbimi

Ayrılmam istersen hiç yanından
Çağırsan gelirim çok uzaklardan
Eskiden korkardım yalnızlıktan
Korkmam artık sen varsın

Korkmam artık sen varsın
Korkmam artık sen varsın

12 Aralık 2010

kın


ayaklarını bulutun içine uzattı. yüzüne toprak sürdü ve yaralarına papatya suyu. ekin toprağın sırtına ağır geldiğinde kelimelerini çekti kınından ve bir tırpan misali ellerini doğradı. damarlarından akan özsuyunu çatallı diliyle tattı. gözyuvarlağı üzerinde yer alan binlerce gözüyle etrafına baktı. içi yatıştı. ayaklarını bulutun içine uzattı. yüzüne toprak sürdü. kanatlarının vızıltısını dinledi bir süre. papatyanın üzerine yalpalaya yalpalaya konuşunu ve papatyanın renklerini. binlerce farklı sarısını. ağzındaki zehre söz geçirmek istedi. bir de kabuk değiştirmesinin vakti geliyordu. bulutun içindeki ayaklarına baktı. yürüdüğü yollara üzüldü. ne gerek vardı ki peteklere dedi. geçenlerde bir nehri geçerken sırtında vurulmuş ağır yükle nasıl da zorlanmıştı. az kalsın yığılıp kalacaktı nehrin ortasına. su göğsünün hizasına dek ulaşmıştı hatta bir ara. uzun diliyle suyu tattı. dilinin zehri gibi öldürücü göründü. asırlık koca gövdesinin en uçlarında açan çiçeklerin renklerine kulak kabarttı. tıpkı kanatlarındaki vızıltıyı duydu. kalbi atıyordu. sarıydı. bedeninin kuyruk kısmını salladı ve yine aynı vızıltıyı duydu. güneş iyiden iyiye yakıyordu. yeşildi. üzerine konan bir güvercinin göğsüne yavruları için doldurduğu su taneciklerinden birkaç tanesini gövdesine emdi. susuzluğu yatıştı. güvercin gitti. güvercinin ardından kendi kendine "acaba ben kimim" diye mırıldandı. aynı anda dallarından birinde aynı vızıltıyla bir çiçek yavaş yavaş yapraklarını açtı. pembeydi. umutlandı.

1 Aralık 2010

?


şöyle başlayalım. bugün burada yaşamakta olduğumuz hayatın belirlenmemiş ve kendimizce şekillendirilmiş olduğunu iddia etmemiz büyük ölçüde yanlışlarla dolu olur. diğer bir deyişle; kurmacanın ortasına doğmuş durumdayız. "kurmaca"ya karşı koyabilmek içinse diğer "kurmaca"ların içine karışmak zorunda kalıyoruz. o yüzden kurmacalar iki şeyi çok severek benimsiyorlar. birincisi, terimleri. ikincisi, imgeleri. bu terim ve imgeler aracılığıyla kurdukları kurgu hem daha katı bir gerçekliğe dönüşüyor hem de imgeler yoluyla gerçeklikle bir eşleşme sağlayabiliyor. bu terim ve imgeler yoluyla kurmacaların sağladığı diğer fayda ise bir tür meşruluk ve inandırıcılık oluyor.

tarihsel akışın çok kısa (bir insan ömrü) ve kısıtlı (bir coğrafya ve erişebildiği bilgi kaynakları) bir kesimine yine çok kısıtlı bir biçimde şahit olan birey, iki şekilde kurmacaların oyun alanına dahil olur. birincisi ona sunulacak bir "geçmiş söylemi" oluşturulmalıdır. ikincisi aslında bu ilk ilkeyle eşgüdümlüdür. o da "şimdi söylemi"dir. geçmiş söylemi üretimi bir çok şeyin belirleyicisi olması nedeniyle can alıcıdır. geçmiş söylemi kişinin aidiyetlerini biçimlendirmek üzere kullanılır. kişi tarihsel akışın çok kısa ve kısıtlı bir kesimine erişebildiği için geçmiş söylemi kişinin aidiyet geliştirme mekanizması üzerinde önemli rol oynar. geçmiş söylemini yaratan "dil" de hiç kuşkusuz bugünün söyleminin kurulmasında çok kritik bir rol oynar. böylelikle iki türlü gerçeklik "kurulmuş" olur. geçmişin gerçekliği ve şimdinin gerçekliği. fakat burada asıl olarak üzerinde durmamız gerekn nokta başta belirtilen noktadır. zira "kurulmuş" bu gerçekliğin karşısında durabilmek için de "diğer kurulmuş" gerçekliklerin alanına girmek zorunda kalır kişi. bütün bunların suçlusu olarak akla ilk olarak dil gelmelidir. çünkü dil imgeleri bir kurguya hapseder. herhangi bir sözlük açıp baktığınız zaman karşınıza çıkan şey portakal sözcüğü için yuvarlak ve turuncu renkli bir meyvanın resmi değildir. mesela türk dil kurumunun sözlüğünde portakala biçilen tanım şöyledir:

portakal:
a. bit. b. 1. Turunçgillerden, Akdeniz ülkelerinde yetişen, yaprakları sert bir ağaç (Citrus aurantium). 2. Bu ağacın turuncu renkli, yuvarlak ve kabuğu güzel kokulu meyvesi.

imge, imgeliğinden çıkarılmış ve bir "anlam" hapishanesine kapatılmıştır. işte kurgu bu anlamları bozar, yıkar, yeniden yapar ve tekrar eder. böylelikle gerçeklik algımız bozulur, yeniden yapılır ve tekrar ettirilir.
gözleri gören insan, gözleri görmeyen insan, kulakları duyan insan ve kulakları duymayan insan. hepsinin ortaklaştığı şey aslında basittir: imge. yani aslında üleştiğimiz ortak payda gerçekliğin el değmemiş halidir. fakat dil o el değmemiş hale yeni bir şekil biçer ve bizi o kurguya hapseder. sanırım bu nedenledir ki, siyasal sistemler kendilerini dinç tutabilmek için heykellere sıklıkla başvururlar. zira imgeler yoluyla yaratılmış olan "geçmiş söylemi" en kuvvetli biçimde bu yolla ayakta kalır. elbette diğeri de terim ve kavramlardır. siyasal sistemlerin kurgularını kurgulamak için kurdukları terim ve kavramlar. bunları belirli etimolojik çerçevelerde ve bilinçli bir biçimde kurdukları da kuşku götürmez bir gerçektir. kısa ve öz bir biçimde söylemeye çalışırsak propaganda dört başı mağmur ve bilinçli bir gerçeklik kurmak üzere yapılır. bu gerçeklik ne kadar katı olursa o kadar inandırıcı olacaktır.

hawking'in "modelden bağımsız bir gerçekliğe sahip değiliz" sözü bizi çok zavallı bir noktada tanımlamaktadır. bizler emeksel yabancılaşmanın ötesinde yabancılaşmanın yabancılaşmasını yaşamaya başlayan bir kuşağız. baudrillard'ın simulasyon teoreminden ödünç alırsak bizler artık gerçekliğin bile içine doğmamış durumdayız. içine doğduğumuz ortam bile bir gerçeklik simulasyonudur. bu bağlamda kaynağa ulaşmak için çaba harcasak ve ulaşsak bile sadece gerçekliğin simulasyonuna ulaşmış oluruz. bu anlamda bohr'un einstein'la yaptığı tartışmalarda söylediği gibi "doğa bize kendisini anlatmıyor sadece sorduğumuz sorulara yanıt veriyor." matematiksel dilin imgeler ve anlam boyutuyla eşleşmeyen yapısı dahilinde bile durum bu denli zavallıdır. buradaki çıkmazın iki ayağı vardır. birincisi, geçmiş ve şimdi söyleminin kurulması, yani gerçekliğin "yeniden" inşası, ikincisi ise bu inşa edilmiş gerçekliğin bile bir simulasyondan ibaret olması.

bu ikili çıkışsızlığın ilk evresi sanıyorum endüstri devriminin ilk eleştirilerinde görülmüş olan emek yabancılaşmasıydı. gerçekliğin yeni kurgusu içinde kişi emeğine yabancılaşmış bir biçimde yaşama hapsolmuştu bu da köklerine dair bir endişe ve hatta köksüzlük hissi uyandırmaktaydı. fakat ikinci evredeki yabancılaşmada emek yabancılaşmasının ötesinde bir yabancılaşmayla kişi katı gerçekliğin bile bir simulasyondan ibaret olduğu noktasına varmıştır. bu da yabancılaşmanın yabancılaşmasıdır. böylelikle gerçeklik artık yalnızca 2. hatta 3. boyuttan tanımlanabilir hale gelmiştir. gerçeklikle ilişkimiz tamamen askıdadır.

25 Kasım 2010

kelebek düşleri - başo




Başo’nun (Basho) Haikularından bir derleme olan kelebek düşleri için Oruç Aruoba’nın yazdığı haiku üzerine önsözden;

***
Haiku böylece içinden çıktığı geleneğe hem uygun hem karşıttır- onu tersine çevirir: haikai-no-hokkudaki şen-şakraklıkta, yüzeysel, dilsel bir saçmalık-matraklık-içinde, gülünç olan hafiflik, haikuda derin bir varoluşsal ağırlık haline gelir. İssa’nın “haydi yavaş yavaş tırman fuji’ye” diye seslandiği sümüklüböcek, hiç de komik değildir; yanında hüzün yürür-Başo’nun ünlü ölü yiğitin miğferinin altında cırlayıp duran cırcırböceği de, keder taşır.

Fazlaca genelleme-ve, ‘felsefe’- yapma pahasına, şöyle söyleyebiliriz: Haiku, ölümün kesin ve saçma gerçekliğinin (hiçlik olan) anlamına, gerçek ve somut yaşamın (olan-ama belki o da olmayan...) anlamı içinde bir yer bulma çabasının (bir) yazınsal biçimidir- saçma gerçekliğin anlamını kurma, çabasının...

Haikunun nüktesini, bu yüzden, ciddiye almalıyız: bu aşağıda ayrıntılı (!) ele almaya çalışacağımız Zen düşüncesi içindeki mu (“hiç”) kavramına denk düşer: bir olanaksızlık-olamazlık-durumunu gerçeklikle çakıştırır, haiku: bulutlar ayı seyrederler; gugukkuşunun ötüşü nehrin üstüne düşüp akar: yabankazının sesi hafiften beyazdır...

Olamayacak olanın olanağını yakalar haiku: anlamsız olanın anlamını bulur-bu komik ya da hoş değil; ağırlığın içinde, bir nükteyle yakalanmış, anlamdır. Anlam, olanaksız gerçekliğin ta kendisidir; onun içinde, dilegelir. Haiku da, nüktesiyle, ‘olan’ anlamı ‘olamayacak’ bir bağlantıya sokar-böylece de anlamın en derininde yatan temel anlamsızlığı kavrar, kurar, serimler.

Bu, hem olmadık bir şey olarak, bir şakadır; hem de, bir uyarı; “Bak-öyle de görebilirsin” der haiku,“-bu, saçma: ama, böyle de, oldu, işte...”
Mu: Hiç...
***
Bu noktada Zen’e geçmemiz gerekiyor herhalde:-

Uzmanları, çeşitli temellendirmelerle, Budizmin, Çin’den sonra Japonya’daki gelişmesi olan Zen ile haikuyu, özdeşleştirmeye varasıya, ilintili görüyorlar: Bir bakış açısına göre, yazın anlayışı olarak haikunun temelini Zen oluşturur; öteki yandan bakışa göre de, dinsel düşünüş biçimi Zen’in yazına yansımış biçimi, haikudur. (Aşağıda, tek haikular ile Zen-Budist düşünceler arasında, açımlamalarda kurulan bağlantılar için bkz Dizin “Zen-Budist”.)

Bütün bunları-ve başka olanaklı ‘çeşitleme’leri-doğru da sayabiliriz, yanlış da: gene, Zen düşüncesine dayanarak:-

Zen, temel sayılabilecek bir noktasından başlarsak, ‘tek-bir’ tanrısı olmayan bir dindir: tam anlamıyla-sosyolojik anlamda bir ‘cemaat’ oluşturmaya yönelik-bir ‘din’ olup olmadığı bile tartışılabilir: Zen’de, bir ‘tek tanrı’nın içinde bulunabileceği yer, boş tutulur: orada bir-şey yok-tur; orası hiç-dir, mu’dur:-

Zen, başka -özellikle tek tanrılı- dinsel düşünüşler gibi, anlamı, yaşamın amacını, ölümün gerçekliğini, ‘sağlam’, ‘tek-bir’ şeye (bir ‘yaradan’a, bütünsel bir ‘amaç’a, ‘kutsal’ bir ‘öngörü’ye, ‘ruh’un ‘ölümsüsüzlüğü’ne, ‘ölümden sonraki’ bir ‘öte-dünya’ya, vb) dayandırmağa çalışmaz- daha doğrusu, bunları, hiçbir yere dayandır(ma)mağa çalışır. Tabii ki bunları-anlamı, yaşamı, ölümü- ölçüp biçer, düşünür (-sözcük anlamıyla (İng. meditation) ‘durup düşünme’ demektir, zaten), tartışır; ama, ‘ulaştığı’-kişiyi ulaştırmağa çalıştığı-, son-uç, şudur:-
Anlam, uçucudur; yaşam, geçicidir; ömür, sonludur; ölüm, zorunludur.

Öyleyse, kişi, yalnızdır.

Kişi, dünya karşısında, yalnızdır -Zen, ona, bu yalnızlık için gerekli düşünsel araçları sağlar: onun bu yalnızlığı kavramasını sağlayacak Yol’u açar ona- daha doğrusu, o Yol’u kendi kendine açabilmesini sağlayacak bakışı vermeğe çalışır ona: kendi başına, ancak kendisinin, yalnızlığının içinde ve onu sürekli bilinçlendirerek, biricik Yol’u...

Kişi, Yürüme’sinin ‘son’a ‘eren’ noktalarında, bütün dünya karşısında tam olarak yalnız kaldığında, kendi hiç’liği ile dünyanın hiç’liği çakıştığında, kendi yalnızlığı ile dünyanın yalnızlığının aynı, ‘tek bir’ hiç olduğunu gördüğünde, bütün dünya ile tam olarak birlikli hale gelir; çünkü anlamın bulunabileceği ‘başka’, ‘sonraki’ , ‘öte’ bir yer olmadığına göre, kişi anlamı artık, ancak, kendinde, kendi içinde, kendi ‘düşünme’sinde, “kendi üzerine düşünme”sinde bulabilecektir.
Ama buradan –kendinde oluşturduğu birlikten-‘dışarı’,’öteki şeyler’e bakınca da, bu kez, hiçbirşeyin tekbaşına, bağlantısız, kopuk olmadığını anlayabilen kişi, artık, içinde bulunduğunu gördüğü bütün dünyanın en ‘küçük’ şeylerinin bile önemini kavrayacak- her bir tek şeyde herşeyi, her küçük parçada büyük bütünü, herşeyin birliğini, görebilecektir.-Wohlfart’ın aktardığı bir Zen meselini biz de aktaralım (GW.13):-

Zen'i hiç bilmeyenler için, dağlar yalnızca dağ, ağaçlar yalnızca ağaç, insanlar yalnızca insandır. kişi Zen'i anlamanın yarıyoluna gelince, bütün biçimlerin hiçliği belirir; dağlar artık dağ değil, ağaçlar artık ağaç değil, insanlar da artık insan değildir. Gene de, Zen'le ilgili tam bir anlayış kazanan kişi için, dağlar yeniden dağdan başka bir şey değil, ağaçlar yeniden ağaçtan başka bir şey değil, insanlar da yeniden insandan başka bir şey değildir.

Wohlfart, bu meselden yolaçıkan bir de şiir yazmış (GW.102)
Anders—wie sonst

am Anfang siehst du die Berge
nicht mehr als die Berge
---
dann siehst du die Berge nicht mehr
als die Berge
---
du siehst
nicht

Çevirmeğe çalışırsak:-

Farklı—aynısı
başta gördüğün dağlar
dağdan başka hiçbirşey
---
sonra gördüğün dağlar dağdan başka
hiçbirşey
---
sonda gördüğün dağlar
dağdan başka
hiçbirşey
---
gördüğün
hiçbirşey
***

Bu nokta da Taoizmin; Budist düşüncenin, Zen’in gelişmesine katılmış en önemli biçiminin kurucusu Lao Tse (Japoncasıyla Roşi)’den birkaç alıntı yapmanın yeri (B.40-42):-

Yol, doldurulamaz bir boşluktur; dipsiz bir uçurum—dünyadaki herşeyin kaynağıdır o.
Büyük İyi, su gibidir; çatışmadan, kendini herşeye veren su: İnsanların içinde olmaktan hoşlanmadıklarıdır o—bu yüzden Yol’un kıyısında durur.
Başkalarını bilen, bilgi edinir. Kendini bilen, aydınlanır.
Bilgi edinmek, hergün birşey eklemektir. Yol’u yürümek, hergün birşey eksiltmektir; eksiltmek—ta ki, edimsizliğe ulaşılsın; o, tam-edimlilik olan edimsizliğe.
Bilen konuşmaz. Konuşan bilmez.
Doğru kulağa hoş gelmez. Kulağa hoş gelen doğru değildir. İyi insanlar tartışmaz. Tartışan insanlar iyi değildir. Bilen kişi öğrenmemiştir. Öğrenmiş kişi bilmez.

Bu bilgelik biçiminin haiku ile ilişkisini okurun kendisinin kurması gerekiyor demek ki; biz de ‘yorumlama’ya kalkışmayalım.

***
Ama, gene de, imgesel düzeyde de olsa, Zen ile haiku arasındaki ilişkiye örnek gösterilen bir dizi ‘özdeyiş’ verelim. Bunlar (B çevirisinden) Eiço (1428-1504) adlı bir derlemecinin 200 kadar Taoist, Budist, Zen kaynaktan derlediği 5000 kadar parçadan oluşan Zenrin kouşu adlı metin toplamından seçilmiştir—Zen keşişlerinin yetişmeleri sırasında “dişleri dökülene dek çiğnemeleri” gereken metinler:-


O [yaşam] yaralayan kılıç gibidir, ama kendini yaralayamaz;
Gören göz gibidir, ama kendini göremez.

Sözcükler insanı anlaşılır kılamaz;
İnsan sende olmalı, onları anlamak için.

O [hakikat] bir kaplan gibidir, ama birçok boynuzu vardır;
Bir inek gibidir, ama kuyruğu yoktur.

Horoz, akşamüstü, gündoğumunu haber verir;
Güneş, geceyarısı, pırıl pırıldır.

Rüzgar diner, ama baharlar hala düşer;
Bir kuş öter, dağın gizemi ise daha da büyüktür.

Bütün sularda ay vardır;
bulutların kuşatmadığı dağ da yoktur.

[Şair] ormana girince, tek bir yaprağı kıpırdatmaz;
Suya girince, tek bir çırpıntı yaratmaz.

Bir söz bütün dünyayı belirler;
Bir kılıç göğe ve yere egemen olur.

Ağaç rüzgarın bedensel gücünü gösterir;
Dalga ayın tinsel doğasını serimler.

Eskiden beri iki tane değildi Yol;
“Ulaşanlar” hep aynı Yol’u yürüdüler.

Su çek, sanırsın dağlar oynuyor;;
Yelken aç, sanırsın yamaçlar koşuyor.


Korunması için yaşamın yokedilmesi gerekir;
Tamamiyle yokolduğunda, ilk kez huzur bulur.


Yağmurun ortasında güneşi görmek;
Ateşin dibinden taze su çekmek.

Güneş’i ve Ay’ı gömleğinin yenine sokmak;
Evrani Avucunun içinde tutmak.

Onu kendinde bulamazsan,
Nereye gidebilirsin ki almak için?

İneğin içtiği su, süt olur;
Yılanın içtiği su, zehir olur.

Fazla söz erdemi zedeler;
Sözsüzlük, özde etkindir.

Aynı korkuluğa yaslansak da,
Dağın renkleri aynı değildir.

Tek bir çim yaprağı al eline,
Onu onaltı ayaklık bir altın Buddha gibi kullan.

Mavi tepeler kendiliklerinden mavi tepelerdir;
Beyaz bulutlar kendiliklerinden beyaz bulutlardır.

Isı Güneş’i beklemez, sıcak olmak için;
Ne de Rüzgar Ay’ı, serin olmak için.

Hiçbirşey saklanmış değildir;
Eskiden beri, herşey günışığı kadar açıktır.
[Wittgenstein’ın kulakları çınlasın!]

Görürken, görmezler;
Duyarken, duymazlar.
[Herakleitos’un da!...]

Eriğin tek bir çiçek yaprağı—
Üçbin dünya kokulanır.
Çiçeklerin nereden geldiğini sormak istersin,
Ama Tokun [Bahar Tanrısı] bile bilmez bunu.

Yol’da aydınlanmış birkişiyle karşılaşırsan,
Onu sözlerle selamlama, ne de sessizlikle.

Önceki su, ve sonraki su,
Şimdi ve hep akarlar, birbirlerini izleyerek.

Yazılmış olan, çağlar öncesindendir;
Ama yürek bilir, kazancı ve yitimi.

Zihni arayacak bir yer yoktur.
O, kuşun gökyüzünde bıraktığı iz gibidir.

Hiçbirşey yapmadan sessizce oturmak—
Bahar gelir, otlar kendiliklerinden biter.

Üstünde, başını örtecek bir parça kiremit yok;
Altında, ayağını basacak bir karış toprak yok.

Ağız konuşmak ister, ama sözcükler yokolur;
Yürek bağlanmak ister, ama düşünceler yiter gider.

Dağın yolunu bilmek istersen,
Onu hergün çıkıp inene sor.

Uçan tek bir susineği, göğü karartır;
Düşen tek bir toz tanesi, yeri örter.

‘Yorum’a, gene, yer yok

***

kitaplar


kitaplarla yeni hayatlar kurulmaz; ütopyalar yaşanmaz; toplumsal hareketler doğmaz.
kitaplar cevap vermez, sorusu olanlarla konuşur. onları soru/cevap yalnızlıklarından kurtarır.
kitaplar kişiyi çoğaltmaz. mahremiyeti artırır.
kitaplarla hayat hissedilmez, anlaşılabilir belki.
kitaplar, kendisiyle, Öteki’yle, hayatın seçilmiş bir boyutunda sahiden buluşmak isteyenler ve bunu gerçekleştirmek amacıyla sahiden çaba gösterenler için basit yol göstericilerdir.
kitaplar, öteki dünyada ödüllendirilme beklentisine dayanan dinsel ahlakla yetinmeyerek daha insani derinliklerin peşine düşenler için dünya bilgisini edinme ve hayal etme kapasitesini zorlama araçlarıdır.
kitaplar karşı ve yana olmayı seçenler için vardır.
ya da sıkılanlar için basit vakit öldürücülerdir.

Abdülgaffar El-Hayati
Hayata dair Meseleler, s.116, Mesele Neşriyat, 1896, İskenderiye Çev.: Osman Fuad

13 Kasım 2010

çekim



V.
Garson etraftaki mumları yakmaya başlarken, dışarıda da hava iyiden iyiye kararıyor. Müziğe kulak kabartıyor. Kafenin kahverengi ortamında yanıp sönen noel ışıkları, masalarda yanmaya başlayan mumlar, insanların sesleri, kadehlerden gelen şıkırtılar, alkolün hafifliği, akşam esrikliği, saçlar, saçlar, saçlar, gözleri, bakışını çekmek istiyor. Beceremiyor. Kendini bırakması an meselesi. O sırada kısık bir ses, tam da duymuyor, öp beni... kendini çekime bırakıveriyor. Hızla kapılışı ve dudaklara ulaşması. Zehre dönük bir tat. Isırarak parçalamak isteği. Ve artık duyamadığı müzik.

7 Ekim 2010

sevgilim, sen bunu aldığında
-ki mektup denemez buna-
umarım bağışlarsın beni:
yazamadığım mektuplarda biriktirdim kederimi.


sevgilim İstanbul'da yaz bitiyor,
bu güz gecelerinde ben, sardunyaların arasında
senin getirdiğin mumları yakıyorum.
bir fotoğrafa bakıp "deniz" diyorum:
ne kadar dingin, nasıl sonsuz, olduğu yerde.
sevgilim beni bağışla,
sana mektup yazamıyorum.
yüzümün bir yarısı acı çekiyor, mavi
bir fotoğrafta, kızıl bir ufuk
biriktiriyor kış için öteki yarısı
coşkuyla ilgili değil elbet hayatım.

sevgilim seni bilmemenin kederli gölgesi altındayım.
...
kim bağışlayacak beni sf:70

birhan keskin

tüller ve silah

önü denizle başlayan rüzgarlı bir kasabadaydık
sanki yıllardır oradaydık. her şey düzelecekti.
orada doğmaya çabalayarak öldük.
meleğim nehir kanatlarını uzaklıklarda yıka şimdi.
soğuktu ısınamıyorduk.
bu kadar yakınken,
aramızda yalnızca o hava boşluklarının dolaştığı odalardaydık.
biriken bütün rüzgarlar işte orada, o deniz kasabasında
o çok köpekli, çok rüzgarlı yerde patladı.
ikimizi aynı gökyüzüne baktıran,
neydi o, ışık söndü.
sustum.
sustum.
sustum.
sustum.
bütün aşkların sonunda yaptığım gibi,
konuşmak hiçbir şeyi,
hiçbir şeye ulaştırmıyordu.
biliyordum.
...

birhan keskin

6 Ekim 2010

deli

21 eylül 2010 / ankara

Raskolnikov’un evden çıkışı misali çıkıyorum evden. Geçilecek köprüleri olan bir şehirde olmadığımdan içim sıkılıyor. Denizi izleyişim aklıma geliyor. Bu içimi biraz daha sıkıyor. Deniz istediğimi farkediyorum. Onun ferahlığını ve aşkınlığını istiyorum. Kendimi kaybedişimi. Artık kelimeleri kullanmıyorum. Kendi seslerim var. Onların bir ahengi ve iç uyumu. Bu iç uyumun karmaşıklığı beni etkiliyor. Böylece bir etik, estetik ve epistemoloji kurduğumu hayal ediyorum. Bu beni rahatlatmıyor. Endişelerimi rafa kaldırmıyor. Kendimi daha yüce de hissetmiyorum. Bu yalnızca bir varoluş çabalamasının kurmacası. Bu kadarını da kurmalıyım. Yoksa delirmek işten bile değil. Delirmek demişken. Evet bir de o konu var. Delirdiğimizi zannettiğimiz oluyor. Bunlar hep orta sınıf okumuşlarının kuruntuları. Delirmek bize çok uzak. Yalanlarımızla avunduğumuz için delirmeyi de kendimizi soylulaştırma yolunda heba ediveriyoruz. Sanırım toplumsallık uğruna yola çıkmak demek dev bir egoyu “toplum” denen hayali kütleye yayarak şişirdikçe şişirme çabamız. Entellerin kocaman egoları olduğunu düşünüyorum. Bu beni bir zaman eğlendiriyordu. Fakat şimdi garip bir tiksintiye sevk ediyor. Onları tokatlamak isteği duyuyorum. Kalabalıkların içinde. O “ünlü” yazar, sosyolog, kadın hakları savunucusu, doğal hayatı koruma gönüllüsü bıdı bıdılarını o gülümseyerek çıktıkları panellerde filan tokatlamak istiyorum. Bu da benim egom sanırım. Birilerini tokatlayası var. Şiddet dolu da olabilirm. Kişisel şeyleri bir kenara bırakalım. Aşkın hallerine geçelim. Maddeye hapsolmak istemiyorum. Artık kelimelerim sizlerinkilerden değil. Benim seslerim var. Bunu neden mi tekrar ediyorum, anlasanıza sizden kurtulmak istiyorum. Hani demiştim ya küçük bir balıkçı kulubesi. Belki de öyle bir şey. Yine de yanında birini isteyiveriyor insan. Yani kendini yanında birini isterken buluveriyorsun. Buna ihtiyaç diyemem. Küçük bir balıkçı kulubesinde yanında birini istiyorsan bu aşka dair olmalı. Aşkın neye dair olduğu hakkında bir entel zırvalaması yapmayacağım. Çünkü bütün bu oyunun kaynağını bir zamanlar bir yerlerde okumuştum. İnsan oynamayı seviyor. Ama oynarken de hıyarlaşıveriyor. Mesela çok hıyar bir oyun olarak kapitalizmi kuruveriyor. Hıyar işte ne diyeceksin ki. Ama bütün bunların altında yatan bir yığın şey olduğunu biliyorum. İşte bu beni başka bir yerlere atıveriyor. Birden bire kabulleniyorum. Hani şu sizin kelimelerinizle kabullenmek. Benim kendi seslerim var. Ve onların iç ahenkleri. Bir tek ahenkleri değil, kendi kurguları da var. Böylece ben de yeniden kurulmuş bir gerçekliğe uyanıyorum. Ah size şaka gibi geliyor bunlar biliyorum. Ama bu sizin suçunuz değil, zira sizinki de bana şaka gibi geliyor. Şakanıza şakayla karşılık veriyorum. Ama bu bir karşılık bile değil. Sahneden çekiliyorum. Çünkü bir küçük balıkçı kulubesinde yaşamayacaksam geri kalanı da detay olarak görünmeli. İddialı laflar ve çözümlemeler de saçmalığın daniskası zaten. İnsan diğer insanların da onun inandığı şeylere inanmalarını beklememeli. Sadece başka şeyleri tüketiyor diye kimse daha yüce değildir. Hatta ürettiği şeylerin bile ölçüsü öylesine sınırlıdır ki kişinin, bunun üzerine de bir ego inşa etmek çok ahmakçadır. Deniz hep oradaydı. Hep vardı. Tıpkı kayalar, toprak ve bulutlar gibi. Öyleyse fitgenştaynvari bir susuş zaman zaman anlamlıdır. Bir de kapanma meselesi var tabi ama henüz anladığımı sanmıyorum. Bir tanrıya ihtiyaç duyuyorsanız bunu büyütmeyin. Bunu büyütmenin hastalıklı olabileceği apaçık ortada. Susmanın uygun olduğunu düşündüğüm oluyor. Sık sık. Kabahati gürültüde buluyorum. Bir de saçmalıklarda. Hani öyle beyaz adamın püripak kelimeleriyle absürd dediği türden de değil. Bazen karmaşıklaştırmak istemediğim de oluyor. O zaman “saçma” diyiveriyorum. Sonra susuyorum. Ve denizi özlüyorum. Eylül bitse iyiydi.

"zaman"

22 eylül 2010 / ankara

Saate bakıp zamanı düşünmek kadar saçma bir ikinci şey de saate bakıp zaman madde ilişkisini düşünmektir sanırım. Düşündüm. Bir çok şeyi anlayamamak insanı yoruyor. Bunun da ötesinde hep dil var. Bir bariyer hatta barikat olarak. Duruyor. Kendimi kötü şarkılarla ifade ediyorum. Kafayı buluyorum. Bunlar basitçe şeyler. Hepsini hakediyorum. Bir bu kadar daha belki yaşarım diye içimden geçiriyorum sık sık. Bu beni rahatlatıyor. Kovaladıklarım kaçıyor. Bıraktıklarım geri dönüyor. Ben orada duruyorum. Hani şu evrenin ıssız köşelerinden birinde. Evren dendiği zaman insanlar yanlış anlıyor. Hani şu bir şeyler istemeniz gereken evren sanıveriyorlar. Halbuki evren hiçbir şey isteyemeyeceğiniz bir evrendir. Hatta istemeyi öğrenirseniz istedikleriniz gerçekleşir diyorlar, tersidir. İstemekten vazgeçmelisiniz. Ama siz istemeye devam edin. Bu haliniz de yeterince eblek duruyor. Bütün bunlar uzun bir hikayenin kısa parçacıkları. Hala kötü şarkılarla kendimi ifade ediyorum. Ama inanır mısın bunda hiç bir garez bulmuyorum. Kötü şarkılara da ihtiyacımız var. Hatta bütün kötülüğe yani bir estetik metafor olarak “bütün çirkinliğe”.

beni yaksınlar

26 eylül 2010 / ankara

Ah korkular. Ne klişe laflar etmeye başlıyorum. Hep insanlar yaptırıyor bana bunları. Ah korkular diyesim geliyor hep onlar yüzünden. Elim ayağım birbirine dolaşıyor. Sussam daha iyi biliyorum. Yani bıraksam hepsi teker teker içimde patlasalar. Bir türlü susamıyorum. Hep insanlar yüzünden beni de kendilerine benzettiler sonunda. Ah korkular. Ders almak diyoruz. Sizi reddediyorum ey ahali. Ey haydutlar. Ey hayat çalıcılar. Ey klişeler ve klişeciler. Hepinize siktiri çalmak istiyorum. Beni de kendinize benzettiniz. Bütün bu acılarınızı binbir imbikten süzüp tekrar tekrar yudumluyorsunuz. Yani binlerce imbikten geçmiş iyice rafine olmuş ama hep aynı acılar. Ders almayı bir takıntı haline getirmişsiniz. Tekrar düşüp tekrar incinmek istemiyorsunuz. O eski acılarınızın imbik imbik hali size fazlasıyla yetiyor. Ah korkular. Ah sizi klişeciler. Ben artık mutlu olmak istiyorum diyorsunuz. Artık acı istemiyorum. Huzur istiyorum filan. Sanki size birileri bütün bu duyguların katışıksız arı halleri olduğunu vaadetmiş gibi. Bir peri masalında bahsi geçtiği gibi. Buna hakkınız yok diyesim bile geliyor. Hesabedin yani. Benim gibi bir adama buna hakkınız yok dedirtmeyi bile başaracaksınız. Beni de kendinize benzetiyorsunuz. Ağırıma giden yalnızca bu olacak. Ahlaksız adam olmak gücüme gitmez. İnan ki gitmez. Ama bu elimden alınan dünyam. Size benzemeye başlayışım. Ah korkular. Korkuları varmış insanların şahenk. Beni anlıyor musun. Ya da onları. Korkuyorlar. Yeni acılardan. imbiklerinde süzdükleri eski acıları yeni acılara yeğ tutuyorlar. İnsan kendini kaybediveriyor. Hayatı bir tekrara çeviriveriyor. İnsan garip şey. Nası varolmuş o bile belli değil. Beni yalnız bıraksanız çok iyi adam olurdum. Bırakmadınız. Bütün sorumlu sizlersiniz. Kendiniz bir boka yaramıyorudunuz. Bana da engel oldunuz. Kabahati kendimde bulmak istemiyorum. Korkak biriyim. Bu başkasının suçu olmalı. Yazılmış bir kaderim olmalı mesela. Ben bir halt yiyemiyor olmalıyım. Tanrı güzel ve renkli bir fikre dönüşüveriyor. Bak yine kafam dağıldı. Tanrı da nerden çıktı. Ah korkular diyordum. Hani şu çok sigara içmiş yaşlı amcaların tok ve çatallı ses tonuyla. Ah korkular. Aynı kuyuya defalarca düşen aydınlanmış adam. Sen de sus nolur. Bütün bunlar çinli bir zen ustası olmadığımdan oluyor. Öyle olsaydı hiçbiri olmazdı. Buradayım. Yeni acıları bekliyorum. Renkleri. Bir filikaya güzel ezgiler yüklüyorum. Denize salıyorum. Ganjda insanlar yıkanıyor. Bir köşede bir ölü yakılıyor. Yaşlı bir keşiş elbisesini yıkıyor. Acılardan arınan buda bir daha dünyaya gelmekten kurtuluyor. Aynı acılar. Ah korkular. Köpükler. Saçlar. Uçuşan. Rüzgara karışan. Tene batsa cana yakacak belli. İmbiklerden süzülmüş kelimeler. Tekrar rüzgar. Eller. Zerafet. Ah korkular diyorum. Beni de kendinize benzettiniz. Ganj akıyor. Deniz tuzlu. Beni de yakın öldüğümde. Tozlarımı yeni acılardan korkanlara hediye edin. Ders olsun bu da onlara.

25 Eylül 2010

kader - zeki demirkubuz

Uzun hikaye. Karışık. Bu kaltakla aynı mahallede büyüdük. Mevlanakapıda. Babası zabıtaydı. Alkolik, hasta bir adamdı rahmetli; erkenden de gitti zaten. Bu anasıyla yoksul, perişan. Bizim tuzumuz kuruydu; hacı babam yapmış bir şeyler. Bir de Zagor vardı. Bizim eski evin kiracısının oğlu. Babası filmciydi Yeşilçam'da. Cepçilik, arpacılık... her yol vardı itte; ama sevimli, yakışıklı oğlandı. Bizimkini aşık etmiş kendine. Ben efendi oğlanım, okul mokul takılıyorum o zamanlar. Öylece büyüdük gittik işte. Ne bok varsa hep askerliği beklerdim. Dört sene kaldı, üç sene kaldı... sonunda o da geldi, gittik. Bizde de herkes bunu bekliyormuş, gelir gelmez yapıştılar yakama. Ev düzüldü, kız bulundu, çeyiz falan filan... nikahlandık. İki taksi bir dükkan verdi peder. Dükkanda koltuk moltuk satardım. Bir gün bu orospu çıkageldi. Hiç unutmam, görür görmez cız etti içim. Böyle basma bir etek, dizine kadar, çorap yok, üstünde açık bir bluz, saçlar maçlar... pırlanta anlayacağın. Şunun bunun fiyatını sordu, dalga geçti benimle. Kanıma girdi o gün. Tabii taktım ben bunu kafaya. Ertesi gün bir soruşturma... dediklerine göre yemeyen kalmamış mahallede; ama asıl Zagora kesikmiş. Zagor da kaftiden içerde o sıra. Bir gün, süslenmiş püslenmiş, zırt geçti dükkanın önünden. Yazıldım peşine. Tuhafiyeciye gitti, pastaneden çıktı, minibüs, otobüs, geldik Sağmalcılar'a. Benim içimde bir sıkıntı. İşi anladım tabii, Zagoru ziyarete gidiyor. Bir tuhaf oldum. Piçi de kıskandım. Uzatmayalım, çaresiz evlendik ötekiyle. O ara Zagor içeriden çıktı. Sonra bir duyduk, kaçmış bunlar. Altı ay mı bir sene mi, kayıp. Hep rüyalarıma girerdi orospu. O gün dükkana gelişini hiç unutamadım. Benimkine bile dokunamaz oldum. Sonra bir daha duyduk ki iki kişiyi deşmiş Zagor. Biri polis. İkisinin de gırtlağını kesmiş. Karakolda beş gün beş gece işkence buna. Arkadaşlarının öcünü alıyorlar. Kaltağa da öyle. Önce öldü dediler Zagora, sonra komalık. Ankara'da oluyor bunlar. Bizimki bir gün çıkageldi mahalleye. Zagor içeride, en iyisinden müebbet. Bir sabah dükkana geldim, baktım bu oturuyor. Önce tanıyamadım, anlayınca içim cız etti. Cız etti de ne? Tornavida yemiş gibi oldum. Çökmüş, zayıflamış, bembeyaz bir surat; ama bu sefer başka güzel orospu. Oranın şarkıları gibi. Kalktı böyle, dimdik konuşmaya başladı. Dedi 'Para lazım, çok para'. Zagora avukat tutacakmış. 'İleride öderim' dedi. Esnafız ya biz de, 'Nasıl?' diye sormuş bulunduk. 'Orospuluk yaparım' dedi, '... istersen metresin olurum'. İçime bir şey oturdu, ağlamaya başladım. Ama ne ağlamak! İşte o gün bir inandım orospuya, tam yirmi yıl geçti. Uzatmayalım, Zagor'a müebbet verdiler. Ama rahat durmaz ki piç! Ha birini şişledi, ha firara teşebbüs... o şehir senin bu şehir benim, cezaevlerini gezip duruyor... orospu da peşinden. Sonunda dayanamadım, ben de onun peşinden. Önce dükkan gitti, ardından taksiler. Karı terk etti, peder kapıları kapadı. Yunus gibi aşk uğruna düştük yollara. İş bilmem, zanaat yok. Bu durmuyor hiç. İlk yıllar ufak kahpeliklere başladı, sonra alıştı. Gözünü yumup yatıyor milletin altına. Gel dönelim diye çok yalvardım. Evlenelim, pederi kandırırım, Zagor'a bakarız... yok. Kancık köpek gibi izini sürüyor itin. Ne yaptı buna anlamadım. Kaç defa dönüp gittim İstanbul'a. Yeminler ettim. Doktorlar, hocalar, kar etmedi. Her seferinde yine peşinde buldum kendimi. Bir keresinde döndüm, biriyle evlenmiş bu... hamile. Beni abisiyim diye yutturduk herife. Nedense rahatladım, ohh dedim, kurtuluyorum. Bu da akıllanmış görünüyor. Yüzü gözü düzelmiş, çocuk diyor başka bir şey demiyor. Sinop'ta oluyor bunlar. Ben de döndüm İstanbul'a. Doğumuna yakın, Zagor bir isyana karışıyor yine. Hemen paketleyip Diyarbakır Cezaevi'ne postalıyorlar. Çok geçmeden bizimki depreşiyor yine. O haliyle kalk git sen Diyarbakır'a, üç gün ortadan kaybol... Herif kafayı yiyor tabii. Dönünce bir dayak buna... eşek sudan gelinceye kadar. Kızın sakatlığı bu yüzden. Sonra çocuğu doğuruyor. Durum hemen anlaşılmamış. Ortaya çıkınca bir gece esrarı çekip takıyor herife bıçağı. Çocuğu da alıp vın Diyarbakır'a, Zagor'un peşine. Allahtan herif delikanlı çıkıyor da şikayet etmiyor. Ben o ara İstanbul'da taksiden yolumu buluyorum. Epey bir zaman böyle geçti. Yine her gece rüyalarımda bu. Zagor'un Diyarbakır Cezaevinde olduğunu duymuştum o sıra. Bir gece bir büyükle eve geldim, hepsini içtim. Zurnayım tabii. Bir ara gözümü açıp baktım, karlı dağlar geçiyor. Bir daha açtım, başımda bir çocuk, Kalk abi, Diyarbakır'a geldik diyor. Baktım, sahiden Diyarbakır'dayım. Bir soruşturma... Kale Mahallesi vardır oranın. Bir gecekonduda buldum. Malımı bilmez miyim? Görünce hiç şaşırmadı. Hiçbir şey demedik. O gece oturup düşündüm. Oğlum Bekir dedim kendi kendime, yolu yok, çekeceksin. İsyan etmenin faydası yok. Kaderin böyle. Yol belli; eğ başını, usul usul yürü şimdi. O gün bugün usul usul yürüyorum işte.

12 Eylül 2010

diren

ı.



Derin derin bir sessizlikti. . . derin derin geçiyordu zaman. . . derin derin bir okyanus kıyısıydı. . . derin derin sallanıyordu salıncaklı koltuğunda. . . nefes bile almadan müziği dinliyordu , nefes bile almadan yaşıyordu. . . derin yaşıyordu. . . yaşamla derinden bir bağı vardı , hem yaşamdan kopmuştu hem de soluksuz yaşıyordu. . . hem yaşıyordu hem ölüyordu (herkes gibi mi ? hayır değil o gerçekten yaşıyordu ve gerçekten ölüyordu)



ıı.



Çözünmüştü kişiliği. . . ve tüm bedeninde çökelmişti. . . tüm kişiliksizliklerden arınmıştı. . . arı bir çökeltiydi kişiliği. . .

yekpare bir yüzü vardı. Sanki suratı gözlerden , dudaklardan , kulaklardan oluşmuyor da sadece bir surattan oluşuyormuş gibi bir izlenim yaratıyordu. . . yüzünde gözler , dudaklar , kulaklar yerine yalnızca bir yüz görülüyordu. . . sadece yekpare , hiç bozunmayacak bir yüz. . . (yüzlerce yüz yaratabilecek bir yüz)



ııı.



Gençliğine dair hiçbir anısı yok. Gençliğinin her gününü , her dününü unutmuş. . . aslında her geçen günü de unutuyor , her sabah dünü olmayan bir ‘bugün’e uyanıyor.

(dünsüz. . .) dün yol gösterdiği gemilerin tümü bugün birer hayal oluvermiş bile. . .

iyi ki bellek gerektiren bir hayatı (hayali) yok. . . tek hatırlaması gereken, her gece yakılması şart olan koca deniz feneri. . . belki kendisini çoktan kaybetmiş bu uçsuz okyanusta ama her gece bir yığın gemiye kıyıyı işaret ediyor. . . kendi kayıplığından bu şekilde sığınıyor büyük bir ihtimalle. . . kendi kayıplığına koca deniz fenerleri bile nafile. . . (batık bir enkaz belki de , kimsenin tanımadığı yolcular taşıyan kimsesiz bir gemi. . . dünsüz ve günsüz. . . balıkların bile yuva edinmediği. . .)

tüm gece fenerin başında. . . hep o akordeonlu şarkıları dinliyor. . . öyle yaralayıcı ki sesi akordeonun , öyle kırıcı ki; tüm gece ayakta tutuyor insanı , kilolarca kafeine kilolarca ayıltıcıya bedel o akordeon şarkıları. . . sonra piyano , sonra keman. . . bu çalan plak unutkanlığı kadar eski. . . akordeon şarkıları birer unutkanlık. . .

zaten çoktan unuttuğu dününü her gece akordeonlar iyice kazıyor belleğinden. . .

bu fenere geldiğinden beri dünyanın yalnız gecesini biliyor. . . dünya hep karanlık.

(dünyası kararmış mı ? ne kadar da bayağı bir tabir ama ne yazık öyle. . . ne yazık ki öyle!)

hayatı. . . ne dünü var ne gündüzü. . . karanlığın içinde yalnız kızıl ucuyla kendi imalatı olan puroları ve sallanan sandalyesinin gıcırtısı. . . (ha , bir de akerdeon plakları , zaten onların hepsi aynı. . . hepsi uyku tuturmayacak kadar yaralayıcı. . .) bu dünyanın hiçbir hatıra edindiremediği nadir insanlardan o. . .



ıv.



Kızın(ın) adı Diren. . . tüm bunları puslu , hafif yağmurlu ve akerdeon fonlu bir Istanbul gecesinde dinlemek insanın beynindeki elektiriği görünür kılıyor. . . tüm bunları Diren anlatıyor. . . kendi kendime böyle babası olan bir kadınla niçin yattığımı soruyorum. . . Diren’le niçin yatıyorum. . . belki de sırf böyle bir babası var diye. . . annesi mi. . . hiç olmamış. . . Diren doğarken annesi ölüyormuş. . . (ikisine bir dünya dar gelmiş belki. . . biri yaşayacakmış , birinin daha çok diren’mesi gerekmiş , daha dirençli olan Diren olmuş. . . işte bu yüzden babası Diren koymuş ismini , annesini öldürecek kadar dirençli diye. . .)

Yüksek ve geniş omuzlarının üzerinde alışılmadık bir asaletle dikilen sinsi güzelliğinin ‘yekpare’ yüzündeki yansıması gerçekten haylaz bir sevişme kadar davetkar. . . dekoltede çıplak kalmış omuzlarını örten siyah saçları da masadaki mumun yansımasıyla parıl parıl. . . diren sanki babasının yüzünü tasvir ederken kendi yüzünü tasvir ediyor. . .

birşeyler anlatırken hep kitap diliyle anlatıyor. . . sanki birşeyler anlatmıyor da bir şeyler okuyor. . . beni kendine en çeken yönü de bu zaten. . . onunla konuşmak zahmetsizce kitap okumaya benziyor. . . onunla sevişmek mi ?. . sevişirken tüm duyguları rafa kalkıyor sanki. . . suratına beton gibi bir değişmezlik oturuyor. . . sevişmekten hiçbir zevk almıyor belki de. . .



v.



kaldığı yerden devam ediyor Diren. . . babası. . .



vı.



Tüm bu karartıya inat , ismi Gündüz. . .

Gündüzün lanetlediği , gecenin sahiplendiği ve zamanın dışına savrulmuş bir yaşlı adam o. . . yaşlarını da unutmuş zaten gözyaşlarını da unutmuş. . . yüzlerce grostonluk gemilere yol gösteren o fener ; o incecik , ağarmış saçlı , nefessiz yaşayan adamı nasıl olmuş da böylesine kayıplığa savurmuş. . . anlaşılır şey değil. . . yıllarca o fenerde yaşamış , fenerde yaşadığının tek şahidi ; ona erzak ve benzeri şeyler taşıyan postacı. . . ilk yıllarda fenere bir kadının mektuplarını taşıdığını anlatmıştı postacı, plaklar işte o mektuplarla gelirmiş. . . sonra ansızın kesilmiş mektuplar. . . kadının ölüm haberi gelmiş bir telgrafın sırtında. . . o zamanlarda sesini yitirmiş yaşlı fener bekçisi. . . belleği o esrarengiz kadınla silinmiş. . . belkide bütün o bellek o kadına aitmiş de o ölünce bellek de ölmüş. . .



vıı.



‘Baba’ demeye bir türlü dili varmıyor Diren’in. . . sanki inanmıyor babası olduğuna. Utanmasa leyleklerin koynunda geldiğini öne sürecek. . . halbuki babasının mirası o yekpare yüzünü birkez görse aynada , birkez tadsa babasıyla aynı yüzü paylaşmanın sadakatini , belki anlayacak o zaman tüm ayrıntıları ama bir türlü yapamıyor. . .

(bazı miraslar hep hazine sandığında kilitli kalıyor. . .)

sahipsiz ve yekpare bir yüz , yekpare bir sahipsizlik. . .



vııı.



Fondaki akordeon müziği ritmini arttırırken ; Diren , çıplak bir sesle başlıyor bu kez konuşmaya. Sesi sonsuz korunaksız , sesi sessiz. Duygu giydirilmemiş bir ses bu , sürekli yankıyan bir ses. . .

Bir sabah derin derin bir eksiltiyle uyandım diyor. . . çok uzak bir parçam ama belki de en ‘ben’ olan parçam yoktu yerinde. . . ‘fener bekçisi mi ?’ dedim kendi kendime. Sonra derin derin bir soluk çekip ‘yok canım o’na birşeycikler olmaz’ dedim. Tam o sırada telefon içli bir sesle yırttı sabahımı. . . (işte tam bu cümleyle o yekpare surat darmadağın oluyor , müzik hiç dinmeyecekmiş gibi artan bir ritimle coşuyor. . .)

Ayaklarına o eski pikabı ve plakları bağlayıp fenerin tepesinden kendini okyanusa atmış ve ölmüş diyor Diren. . . suratı tanınamayacak kadar dağınık şimdi. Müzikse bitti. (akerdeon saygısından sustu belki , bir parça akordeon da yaslı şimdi. . .)

bir fener bekçisi , hem de yaşlı bir fener bekçisi , hem de plaklar ve akordeonlar kadar yaslı bir fener bekçisi ; fenerinde ölmeli. . .

sonsuza dek ancak böyle ışıyabilir. . .



vıv.



Meğer saatlerdir sinsi ve kayıp bir intihar romanı okuyormuşum.

Oysa bu kitabın kapağı açılırken Diren’in dudakları arasında , ne de masum görünmüştü. . . demek şu son sayfalarında hançerler gizli olan romanlardanmış bu , demek intihar ölümden daha öldürücü olabiliyormuş. . .



ötenazi bir roman ?



demek yaşam bazen aşkla susup , intiharla bitiyormuş.





1-2-17 eylül ’99

ankara



çağdaş atuğ

2 Eylül 2010

bilmiyorum ne olacak - ezginin günlüğü - http://fizy.com/#s/1lrn8i

bilmiyorum ne olacak, bakabilsem yarina
karanlik geldi her yol bana
her liman bana

dusmusum bir de ustelik hayat kavgasina
dusmusum bir de ustelik hayat dalgasina

ah anam benim garip anam, gene al beni kollarina
ah anam benim garip anam, gene dusmusum ask yollarina


bir dokun bin ah dinle, doner dunya dert icinde
ademoglu nisyan ile, biz isyan ile…

ah, bir aska yandim ki
yelkeni yok, ruzgari yok, derdi cok, dermani yok
gemiler yola cikmis, kuregi yok kaptani yok

ah anam benim garip anam, gene al beni kollarina
ah anam benim garip anam, gene dusmusum ask yollarina

1 Eylül 2010

eylül - bana kalsın

ilk kez bu akşam üşüdüm. denizin kokusu da serindi bu akşam. garip bir sessizliğin içinden günbatımını izledim. içimde bir ezgi, o çok tanıdık içsesim tarafından enstrumanlar eşliğinde mırıldandı. ben mırıldanmadım. sustum. hayat kısaydı.

sağanakla başladı gün. eylül geldim dedi. parmaklıkların ardına geçip yağmuru izledim. binlerce şey geldi aklıma desem değil. tek bir kahkaha sesi geldi. onu dinledim. hava serinleyiverdi. sabahın hantal hali yerini eylüle bıraktı. eylül böylelikle geliverdi. yazı bitiriverdi. düşünsem saçmalayacaktım. sezmeyi denedim. sezdim. gözlerimi açtığımda akşam olmuştu. içimin sersefil halini ağzımdaki yaralar eleverdi. içim yara oluyordu. eylül geliveriyordu. tuz serindi. ben ben değildim. foça bana neler yapmıştı. ölçtüm biçtim. tarttım. çarptım. üzerinden azıcık aldım. paçalarını kısalttım. hayat daha düzgün durdu. daha düzgün. kesin denizdendir dedim. zaten aşka kabahat bulamayınca denize atıyor suçu insan. işte denizin güzelliği. sessizce açıyor kucağını, bütün hatanı, günahını kucaklayıveriyor. bir akşam vakti. üzerinde kızıl ışıkları izlemene de izin veriyor bir yandan. öyle samimi. öyle kendinden emin. "ay nerde dursa oradaydık." bütün bir yaz böyle geçti. ah kalbim bir gitti bir geldi.

26 Ağustos 2010

*gemi*

Hani derler ya ben sensiz yaşayamam diye.
İşte ben onlardan değilim.
Ben sensiz de yaşarım;
Ama seninle bir başka yaşarım.
N.H.R


kadın. sen bilmezsin. aklıma ölüm gelir. toprak olmak. kayalarla konuşmak. günün birinde bir deniz kıyısına ulaşıp, dalgalarla unufak olmak. karışmak. deniz. sen bilmezsin. o zaman gönlümden küçük bir gemi süzülüverir gökyüzüne. yelken açar maviliğe. kuşlarla kol kanat. pişman olmadığımdandır belki, sadece erteleyişler ölümü düşündürür bana. sen bilmezsin. yüksek bir dağın en tepesinden denize bakarken, seni özler, ölümü düşünürüm. kadın. sen bilmezsin. bir adam delileri yazar. delirirken delileri yazar. sen bilmezsin. kapatır kendini, gülümserken. içindeki deliye laf anlatmaya çalışır. anlatamadıkça, gülümser. sen bilmezsin. özler. sen bilmezsin. küçük küçük eller tutar rüyalarında. küçük küçük öper. sen bilmezsin. rüzgara kapılır sonra aklı. ayışığında ışıldayan denizin üzerinde gezintiye çıkar. her yer sen kokar. sen bilmezsin. kelimeler dizilir yanyana. hangisi hangisinin ruh eşi, şair onu arar. bulduğunda dizmez yanyana. hepsini dağıtır bir yana. içi yanar. sen bilmezsin.

--------------------------------------------------------------------------------------

sana söyleyeceklerim vardı dün akşam. denizi içime çekip söyleyesim vardı. o pencereden denize bakışımı izledim. denizde yüzen kayıklar, tekneler, yelkenler... sonra uzak kıyıdan geçen dev gibi bir gemi. rüzgar dışında ses yok. kulaklarımı yalayan rüzgarın uğultusu. sonra sonra duyuyorum, kuşlar var, çam dallarının arasından uğultuyla geçen rüzgar. cır cır böcekleri. yüreğim. cır cır böcekleriyle yüreğim ne de birbirine benziyor dedim kendi kendime. şimdi neden diye sorsan hatırlamam. ufak siyah defterimi çıkardım cebimden, bir de dolma kalem. iki satır bir şey karaladım. karalarken içimden bir filozofun melankolinin tanımını yapışı geçti. insanın beyni ölmüşse iyidir, kalbi daha canlı atar dedim kendi kendime. hep kendi kendime. kafamda bir şarkı çaldı yine. yalnız mıyım diye düşündüğüm de oldu. ama ben iyimser adamım sanırım. yalnız değilim. deniz var. gökler. hep mavi var. bir de yeşil. bir de yeşiller var. kendime bakabilmek isterdim oradan. denizin en yeşil yerinden. uzak. kıyı şehirleri. sonra balıkçılar. martılar. ah denizin parıltısı. içimde kırgın yerler var mı. bilmiyorum. el yordamıyla yokluyorum. yıllar geçiyor ben yoklarken. ağlamayalı da yıllar olmuş. insan içini tuzlu suyla yıkamalı. yıkıyorum. bir papatya dalı kırılır gibi kırılır kalbim. demin ki ikinci. taze çiçek dalı gibi ıslak kırıldı. içim ekşidi. tadına baksan yüzün ekşir. sonra papatyalar topluyorum gönlümden sana. bir buket yapıp yatağının başucuna bırakıyorum. sen uyuyorsun. bir papatyanın tarlada salınışı gibi. gözlerin sapsarı. saçların bembeyaz. sana bakıyorum. uykunu izlemek güzel bir şarkıya eşlik etmek gibi. sesim inceden yükselip alçalıyor. şarkılarda kendini kaybedebilir insan. hatta kendini hiç bulamayabilir de. bulması gerekmez de. bunu en iyi papatyalar anlatır sana. ha bir de rüzgar. rüzgarda dalgalanan bir papatya tarlası mı? ketum yalnızlıklarım oldu. böyle geveze olmayan. içimi burkan. içime çöken. dudaklarım bükük, damağım kuru. dilim yapışmış konuşamıyorum. sana bir şeyler söyleyecektim. dün gece. ya da önceki akşam. sabah. hayır hayır öğlendi. denize bakıyordum. elimde defterim vardı. içimdeki tok sesli adam üç beş kelime fısıldadı. yazıverdim. dolmakalem siyah aktı. denizden ses gelmiyordu. kuşlar. deniz bütün sesleri emiyordu. kalbimi açtım. hani öyle mecaz değil. göğüs kafesimi iki yanından açtım. kalbim açıkta. kırmızı kanımı akıttım denize. hiç ses yoktu. ah şimdi aklıma geldi sana bir şeyler söyleyecektim. geçen yıldı sanırım. denizdi. parlıyordu. aydı. güneşti. rüzgar da vardı.

24 Ağustos 2010

delirmedikçe ömürden gidiyor

onur sustu. siyah, kıvamlı, parlak bir sıvı gibi olan yalnızlığına bırakıverdi kendini. ve diplere doğru battı. önce gözleri görmedi, sonra kulakları duymadı. teni hissizleşti. en son kalbi durdu. o haline baktı. beğendi. ah sessizlik. dünya nazikçe boşlukta dönmeye devam etti. gürültüsü kulakları sağır etti. siz duymadınız. onur ilk duyduğunda tedirgin oldu. sonra alıştı. sonra kelimeler havadan uçuştu. bir kız ona dayın sabah meditasyon huzur dedi. onur huzuru hatırladı. gülümsedi. içi sakinledi az da olsa. günün doğmasına az kala hala denizi gören camın önünde, hala notalardan yalnızlık söküyordu. sonra da onları bir bir kendi yalnızlığına giydiriyordu. daha zengin bir yalnızlığı olsundu. daha siyah. daha kıvamlı.

22 Ağustos 2010

* tijen *

ı.

beklentileri uzak , beklentileri kimsesiz , beklentileri çıldırtıcı. . .

ıı.

Bir insan delisi o , bir insan delisi (gizli bir deli)

ııı.

Uçurtmasının hep çakıldığını hatırlıyor ansızın. . . sonra sapsarı başaklarla dolu tarlalar. . . uçurtmasını uçur(t)mak için çırpınırcasına koşuşunu , her koşuşunda hissettiği ‘uçma olasılığının’ heyecanını ve heyecanının çakılış hezeyanlarıyla son buluşunu hatırlıyor. Çocukluğunu geçirdiği kırsal yöreyi hatırlıyor.
Sonra neler neler. . . kırmızı naylondan yapılmış uçurtmasını , uçurtmanın kuyruğunu. . . hepsi çok güzel ama hep çakılıyor uçurtma , hep çakılıyor , hep çakılıyor. . .

ıv.

Göğe çıkacak kadar onurlu değil belki de hiçbir parçası. Uçurtması göğe çıkmaya yetmiyor , yerde de uçmayı öğrenmeli mi ki ? elbet ?. . .

v.

aslında yeni yıkamış duygularını. . . tek tek , özene bezene , tek tek çitileyip , tek tek asmış korkularının uçurumuna. Korkunun bir duygu olmadığını düşünüyor içten içe. . . “her duygunun içinde bir miktar da olsa korku bulunmalı” diyor kendi kendine. (küçüklükten kalma bir korku sevecenliği , tanrılaşan korkular)

Yadsıyamadığı varlığında derin bir kayıplık hissi var , kayıplık da yadsınmıyor işte.

Ama çakılan uçurtmalara binip ansızın gelen bu kayıp yılgınlık da neyin nesi ya da yılgın kayıplık (?)

vı.

Şimdi burada oturup notalardan yalnızlığın çivisini söküyor , elinde karaktersizlikten çatlamış kalabalıktan yapılma bir kerpeten. . .

herşey karaktersiz.

Herşeyin fazlasıyla ayırdında aslında. Aslında asıl olan da bir silüet kadar belirgin. Asıl olan da beklentileri kadar çıldırtıcı. Belki de ‘fazla’ ayırdında herşeyin. Ya da herşey fazla ona. . . .

vıı.

Tam da bu zamanlar değil miydi ? hani geçen sene bir piknikte sevgilisiyle uçurtma uçurmaya çalışmaları ! aslında Tijen yine biliyordu uçur(t)amayacağını. Ya da belki bu yer etmişlikti uçur(t)mayan uçurtmayı. Kimbilir ! kimbilir nerede şimdi o ‘eski’ sevgilisi. . . ne de çabuk ‘eskidi’ ha , hayat ne çabuk yıpratıyor herşeyi , hayat en çok anılara karşı hoyrat belki. . . şimdi biliyor Tijen bu çakılan uçurtma sendromunun biranda kafasına nereden çakıldığını. . . geçen sene bu zamanlardan işte. . . usunun kancasına , engin anılar denizinde takılanlar bunlar. . . geçen sene bu zamanlar. . . eskitilmiş sevgiler , sevgililer. . . eskiyen herşey. . .

vıııı.

Ne de çok çağırıyor müzik ağlamaya insanı. . . flüt bir yandan , keman bir yandan , çello bir yandan ; piyanoysa zaten ağlıyor. . . Tijen hala beyaz renkli kuyruklu piyanosunun başında . . . hala notalardan yalnızlık söküyor , söktüğü yalnızlıkları kendi hayat melodramına giydirecek besbelli. . . bastıra bastıra vuruyor tuşlara , parmakları acırcasına ama ağlamıyor. Çünki piyano ağlarken kimsenin çıtı çıkmamalı. Susmalı evren , susmalı Tijen. . .
‘sözcüklerini içinde birebir barındırmamalı müzik’ diye düşünüyor piyanoyu dinlerken. Önemli olan Grieg’i , Beethoven’ı , Chopin’i ve diğerlerini duyabilmek , onlarla varolabilmek. . .

vıııı.

Sonra yeniden. . . ‘uçurtma yılları’na doğru bir derinliksiz dalış daha. . . usu iyice çığırından çıkıyor bu kez. . . usu kancadan koskoca bir ağa dönüşüyor. . . (geri dönüşsüzlüğün acımasızlığı kavuruyor belleğini)

önce annesini hatırlıyor Tijen. . . ağa takılan en büyükparça belki de. En ürkütücü olan da. . . yıllar boyunca o ufacık evde birkez bile birbirlerine bağırmadan ve dokunmadan verilmiş koskoca bir soğuk savaşın ‘savunmasız’ iki temsilcisi onlar. Birkez bile bağırmadı annesi Tijen’e ya da dövmedi ama hep dövüştüler. . . birlikte bulundukları yerlerde hep kulakları sağır eden bir kılıç kalkan şıkırtısı. . .

koskoca ve iki kişilik bir savaş. . . iki kişilik yenilgiler(zafersizlikler) , iki kişilik tükenmişlikler. . .

babası sonra. . .
hiç görmediği , hiç okumadığı , hiç yazmadığı , notalarda hiç aramadığı babası. . .
ölümle ölümsüzleşmiş babası. . . ölümle ölmüş babası. . . ölümün notalarına yazılmış ve hiç çalınmamış babası. . . sonra ağa takılan bir yığın soru işareti , bir yığın ünlem. . .

(o terasta , o iki odalı evde , iki ayrı odada , iki ayrı hayat , iki aynı dövüş , iki aynı zafersizlik. . . sonrası hep erkekler , hep kitaplar , hep tütsüler , hep kısık yanan ışıklar. . . mumlar. . . klasik müzik. . . piyano. . . sonrası hep sonrası işte. . .

sonrasız. . .)

x.

önce (neyin öncesiyse işte) o kırsal , karasal kasabanın boğuk rüzgarlarından sığınmak için kendine kurduğu sığınağı ; kütüphanasi yani. . . yani önce kütüphanesi. . . önce sığınak. . . ( hayat hep sığındırmış onu. . . kitaplara , mumlara , tütsülere , korkulara , piyanoya , klasik müziğe ve erkeklere. . . sığınak olamayacak kadar batakhane olan ; erkeklere. . .)
okudukça sonu gelen , okudukça sonu gelmeyen satırlar , dizeler. . . biten kitapları sığınağa (kitaphanesine) koyarken esen boğuk rüzgarlar. . .
Tijen’i boğan kırsallık ( karasallık) , Tijen’i boğan analık (anası). . . bir cenin dokuz aylık içiçeliğini bu denli yadsıyabilir mi ( Tijen neleri yadsımıyor ki. . .) bu karaktersiz kalabalık , bu ölü doğmuş düşler , bu sevgisiz aşklar ( aşksız sevgiler , sevgisiz nefretler , kinlerle beslenen tutkular ve daha neler neler )

Ne kadar alışıldık olmuş herşey. . .

Tüketmeye (üretmeden) ve yalınlığa (karmaşmadan) ne çok alışmışız. . . ne çok alışmışız. . .

Mahremiyetten ne kadar mahrumuz.

xı.

En zevk dolu , keyif dolu yılları genç kızlığı sanki. . . (en azından öyle hissediyor) en azından şehre gelmiş artık. . . karasal kırsallık uzak ama savaştan kaçmış bir komutanın ezikliği var gözlerinde , yüreğinde. . . hükmen yenik saymış kendini. . .

Yatılı okurken ilk kez beraber oluyor bir erkekle , yatılı okurken yatıyor bir erkekle. Böyle giriyor erkekler hayatına , bir sığınak gibi görünüp dipsiz ve karanlığa sürükleyen mağaralara dönüşüveriyorlar. . . yatılı okurken anlıyor Tijen ; erkekler sığınılmayacak kadar sığ. . .

(hayatının uzayan yıllarındaysa derin olan tek kurumun çelişkileri olduğunu anlıyor. . .)

herşey sığ. . . sığınaklar da ?. . .
yatılı yıllarında öğreniyor piyanoyu , klasik müziği , oda arkadaşlarında görüyor tütsü yakmayı , mum yakmayı. . . kitaplar dışında edindiği tüm sığınaklarını yatılı yıllarında öğreniyor.
Şehir burası ; kırsal değil , karasal değil sığınaklara ihtiyaç yok aslında ama sığınmak alışkanlık olmuş Tijen’de (korku sevecenliğinin kaynağı da tam bu yıllar işte –yatılı yıllar-- )

Zaten bundan sonra hayat hep yatılı Tijen için , bir daha hiç dönmüyor o kırsal kasabaya , yabancı yerlerde sürüyor hayat hep , gerçi o kasaba da ne kadar ‘yurt’ ki?

(yalnız birkez dönüyor yadsınmış ‘yurduna’. . . annesinin ölümü için dönüyor. Defnettikleri gece kalıyor orada , hiç ağlamıyor. . . cenazede herkes duasını okuyup ayrılırken Tijen ne dua ediyor ne de o tür herhangi birşey ; yalnızca taze örtülmüş nemli toprağın üzerine eğilip ‘savaş bitti anne’ diyor –annesine ilk kez anne sıfatıyla hitabı bu , ilk kez--. . .)

xıı.

Yüksek okul , üniversite yani. . . devletten aldığı burslarla ayakta duruyor hep. . . ama devletin maneviyatı yok ki. . .
tekrar erkekler. . . bir avuç maneviyat bulma ümidiyle. . .
ve tekrar kırılan ümitleriyle bir başına kalışı. . .

politik karmaşalar hergün bir arkadaşından ediyor Tijen’i (fikir ayrılıklarından falan değil ha , Tijen politikaya zırvalık gözüyle bakıyor , annesiyle olan savaşı bile kaybettiğine inanmışken başka savaşlara hiç yüreği yok , savaş istemiyor artık. . .)
hergün bir arkadaşını tıkıyorlar içeri. . .
arada bir ziyaret ediyor onları , burslarıyla ayakta durduğu devlete karşı hep mağrur hissediyor kendini bu ziyaretlerinde. . .

hep çelişki , hep çelişki. . .

çelişkileri varlığının kanıtı gibi , çelişmeyince varlığını hissetmiyor. . .
(çelişiyorum öyleyse varım)

üniversite bittiğinde artık hayat birebir dikiliyor önünde. bundan sonra sınavlarla kazanılacak burslar yok. . . tek akrabası , destekçisi olan ‘devlet’ de ansızın kayboluyor. . . hayat kazanmak lazım , para kazanmak lazım

(para = hayat) ne saçma ve ne gerçek ; ne çelişki !

xııı.

Bir yandan çalışıyor , bir yandan evlere gidip piyano dersleri veriyor. . . yeni insanlar görmeye , tanışmaya bayılıyor. . .

Bir insan delisi o

Kırsal çocukluğundan kalma miraslar bunlar. . . ne zaman kalabalığa çıksa yeni insanlar görse tanışsa konuşsa kendini arıyor o insanlarda. . . grift bir ayrıntı. . . onları kendisiyle aynı kılabilecek , yakın kılabilecek bir ortaklık arıyor. (akrabasızlık, sevgisizlik zor şey , dünyada bir başına olduğunu bilmek delirtir adamı , insan delisi yapar. . .)

Tijen bir deli. . .

Sokaklarda , kalabalıklarda herkesin yüzünü görebilmek için ölesiye paralıyor kendini , sanki gördüğü her yüz bir kazanç onun için. . .

Hayatı kendini aramak
Hayatı hergün delirmek

Kalabalığı bunca severken , yalnızlığını da seviyor. Yalnızken kendi kendine hep sorular soruyor , cevaplar veriyor. Kalabalıkta kimi aradığını daha iyi saptayabilmek için. . .
(kendini ararken bilmen gereken ilk şey kim olduğun , aradığının kim olduğu. . .)
xıv.

Zamanlar birbirinin içine geçerken ilk kez ‘kendine ait’ bir mülk ediniyor. . . hayatında ilk kez birşeylerden birinci tekilin sahiplik kipinde bahsetmeği hissediyor.
Tıpkı annesiyle yaşadığı yıllardaki gibi teras , tıpkı annesiyle yaşadığı yıllardaki gibi iki odalı bir ev. . .

( sanki herşeyi yeni baştan yaşamak için , bitirilmiş bir savaşın sonunda yapılan , savaşa adanmış bir anıt gibi. . . )

en baştan , herşeye. . . . . .

tam da birşeylere yeniden büyük bir hınçla başlarken yeni bir erkek ? belki. . . ama emin değil , çok rastlantısal olursa , şu filmlerdeki gibi. . . o zaman olabilir. . .

beklemeye başlıyor. . .

xv.

Beklentileri uzak , beklentileri kimsesiz , beklentileri çıldırtıcı. . .

Ne bekliyor. . . beklediği hiç gelmiş mi. . . gelse beklenti olur mu. . . en azından hiç geleceğine dair bir işaret vermiş mi. . .

Tijen biliyor ne beklediğini. Biliyor. . .
Aşkı bekliyor. . . ne annesinden , ne babasından (o da kimse) , ne de devletten göremediği aşkı bekliyor. Ama öyle bir aşk bekliyor ki hepsinin toplamı , hepsinin derlenmişi , hepsinin temize çekilmişi. . . saf aşk , içinde sade korku bulunmalı (herşeyde bulunacağı kadar)

maneviyatının tüm eksik kalmış yanları tamamen doldurulmalı

Kırsal bir aşk bekliyor. . . boğuk , tek düze , sapasağlam bir aşk. . .

Son sevgilisi. . . şu uçurtma uçurmaya başarısız partner olan. . .

(Tijen’le kim başarabilir ki. . . uçurtmaları lanetlenmiş onun , tanrılar göğe bir parça da olsun çıkmasını yasaklamışlar)

son sevgilisi bir parça ümitti o ‘saf’ aşk için. . . öyle bir aşkın varolma olasılığının düpedüz kanıtıydı işte. . . Fars’tı çocuk , adı Nadir’di.
Nadiriyetin inlediği bir kıyıydı yüreği. . . bir erkekten beklenmeyecek kadardı. . .

( bunca yıkılmışlığına rağmen Tijen yine erkeklerde arıyor uçsuz beklentilerini
bunca yıkılmışlığına rağmen yine erkeklerde arıyor ‘kendini’ , ne büyük bir budalalık bu , ne büyük bir dersalmazlık ,
ne büyük çelişki. . .)

acaba neredeydi şimdi Nadir ? bilse yanına gidecek miydi Tijen ? cevabını kim nereye gizlemişti bu soruların. . .

Nadir’i düşününce Tijen , sorularla Nadir’i düşününce , aklına Nadir’le bir sohbeti geliyor. . .
(us bir kez başladı mı anılar denizinde sürüklenmeye uslanmaz ki bir daha)

bıkkınlığın uçurumundan sarkmışken birgün , Tijen Nadir’e sorduğu soruyu anımsıyor. . .
“niçin bu hep bir çember etrafında dönüşümüz , niçin bu akılalmaz tekerrür , ne yapmak için. . . ne bir adım ötesi var ne bir adam berisi. . . bittikçe baştan başlamak niye. . . senin şu inandığın yüce tanrın aklını kaçırmış kullar mı seviyor , ha cevap ver bana , madem inanıyorsun , madem tanrın o senin , hadi kulu ol da cevap ver. . . niye. . .”

Tijen’in öfkesine , kibirine ( Tijen kibirliydi. . . o yüzdendi tanrıya inançsızlığı , o yüzdendi yüzsüzlüğü , ders almayışı ) ve yüksek tonlu sesine rağmen Nadir sakince cevap verdi “haklısın bir çember bu. . . ama boyutun eksik , çembere bir kez de gel yanımdan bak , göreceğin şekil bir spiral olacak , ucuna doğru sürekli sivrilen bir spiral. . .” Tijen sustu. . . bunca sene , bunca kitap. . . hiç mi birşey öğrenmemişti. . .

İlk kez bir erkek onu bu yönden yıkmıştı. . . ilk kez derin bir erkekti işte. . .

Hatırında kalan ufak ayrıntılar bile zekasına dair Nadir’in. . . ne de olsa satrancı bulan ırkın elemanı o. . .

Irk mı ?

xvı.

“Kapı çalıyor. . . yoksa bu da usumdan uydurduğum bir yanılgı mı. . . hayır hayır kapı çalıyor , hadi Tijen git de kapıyı aç. . .”

kapının çalışıyla gerçek dünya irkiliveriyor. . . tekrar buradayız işte. . . yağmur yağmış dışarıda azönce. . . toprak ıslak kokuyor. . . gelen de kapıcı. . . sabaha ne lazım diye soruyor. . .

herşey isminde çözülüveriyor Tijen’in. . . (ismi bile isminde çözülüyor)

saatlerdir düşüncedeymiş meğer , akşam oluyor. . . dışarıya bakıyor pencereden. . . bahar , hafif rüzgar, şu yağmur sonrası kesik esenlerden , tam uçurtmalık. . . gökkuşağı da iyice belirirken son deminde günün , ne uçar uçurtma. . .

ne de çabuk dalınıyor düşüncelere. . .
yine dalıverdi düşüncelere. . . yalnızlık zor işte , hep düşün , hep düşün. . . kıramadığın bir zincirin içinde ölesiye paradoks , ölesiye spiral. . .

bu kez de telefon. . . “birkez koptu ya iplik , düşünmek haram artık”
“kim arar ki akşamın bu saati. . .”

arayan Nadir’miş. . . işte tıpkı filmlerdeki gibi. . . “bu kez göreceksin uçacak uçurtmam. . . tanrılara meydan okurcasına. . . bu akşam Nadir’le yemeğe çıkıcam. . .”
diyor Tijen kendi kendine. . . içinde ‘ya uçmazsa’ korkusu hala canlı. . .

odasına geçiyor. . . güzel birşeyler giymeli bu gece , bu gece bir binbir gece masalı olmalı. . .
odasının penceresinden dışarı yarı çıplak bakarken gözüne ansızın telefon teline takılmış uçurtma takılıveriyor. . .

hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlıyor Tijen. . .(hayatında ikinci kez , ilki de doğduğu an ki zırlama işte) “uçsa bile tele takıldı” diyor. . . hıçkırıkların arasından bir kahkaha patlıyıveriyor sonra “ama uçtu değil mi , uçtu işte , uçtu. . .”

(saf aşk olmuyor mu ki , derlenmiş düzenlenmiş , arınmış aşk. . . takılacak illaha bir telefon teline. . .)

takılacak binbir gece masalları. . .

2-4 ağustos ’99
ankara

16 Ağustos 2010

dance me to the end...

biz üç kişiyiz. sen, ben ve cohen. cohen yalnızca bir sesten ibaret. sen yeşilden bense yokluktan ibaretim. gezegen küçük. bu kadar imge bile çok.

bir dans başlıyor.
aşkın sonuna doğru kanatlanan bir dans.
kayışını en uzun izleyebildiğim yıldızı hatırlıyorum.
o yıldızın atmosferde çıkardığı ses. sonra sen hikayeler anlatıyorsun. gerçeklikten o kadar uzak o kadar esrik şeyler. damları düz evler. tahtlarda uyuyan küçük prensesler. yakın mı yakın yıldızlar. sonra bir şehir. evleri kat kat dizilmiş. dünyanın ilk zamanlarına bakan evler. dünyanın bütün macerası ayaklarımızın altında.

dans sürüyor. sonra bir yarık açılıyor bir ermiş adam acele ederken içine düşüveriyor. bu onun hayat hikayesi. en sonunda yine yürürken yarığa bakıyor ve yanından geçip gidiyor. bir ermiş adam acele ederken birden aşka düşüveriyor. hep düşüveriyor. düşünce, yıldızlar daha yakına geliyor. ah unutacaktım neredeyse bir de amatörler ve romantikler var. onlar yine de güzellikten yanalar. nüanstan yanalar. mesela bir gece vakti, deniz kenarındaki kat kat çay bahçesinin masalarında kırmızı mumlar görmek hoşlarına gidiyor. ya da yelken direği olan yatlar, yeşil ağaçlar ve yavru kediler. zaten yavru kediler gibi şaşkın, kırmızı mumlar gibi tutkulular, yelken direkleri gibi başlarında kavak yelleri esiyor. dünü unutuveriyorlar. ve bir kahkaha patlatıyorlar.

tekrar gezegene dönersek ve şarkıya... yıldızlar kayarken, bir denizin kenarında, sonsuz karanlıkta, bir çift kırmızı mum eşliğinde, uzaklarda bir yelkenlinin yelkenine dolan rüzgarın sesi ve danseden bir aşık çift. ayakları denizde, kumlara bata çıka... bir sonsuzluğun içinde ve bir sonsuzluğa doğru dansediyorlar. bu bir peri masalı değil. nadiren de olsa periler dünyaya inerler, beyaz elbiseler giyip şen kahkahalar atarlar. yürüdükleri zaman berilerinde yıldız tozları bırakırlar ve berilerinde deniz durmadan renk değiştirir. onları böylece tanırsınız. bir de yere değmeden yürüyen ayakları vardır. bebek gibi elleri, kedi yavruları gibi gözleri... kelimeler bir bizi hapsediverir bir bizi özgürlüğe salıverir. sussak kelimeler kumdan kaleler gibi deniz suyunda eriyecek. konuşsak taştan duvarlar öreceğiz. taştan duvarların içinde yeşil ağaçlar, biraz peri tozu bir yığın kahkaha.

sonra bir dans...
bir gezegen. ben yokluk olayım cohen de bir ses.
sense yeşilden ve beyazdan ibaret.

15 Ağustos 2010

farketmeden

bütün bunlar yalnızlıktan önce başladı. en azından bunu biliyorum.
pazar sabahı.
karşımda çarşaf gibi uzanan rengarenk bir deniz.
ve yine şaşkınlıklarım.
sanki sizin kelimelerinizle bunu anlatsam 'kabullenmek' diyeceğim ama değil.
bu başka.
kendimi bıraktığım o yerçekimsiz ortamda,
atomlarla, gezegenlerle ve nebulamla dönüyoruz.
kimse ses çıkarmıyor.
herkes şaşkın ve sakin. bütün bu bir'liktelikle kabullenmiyorum.
onlar sizin kelimeleriniz.
kelimelerle ve eşyayla iki tür hapislik yaşıyoruz.
birinde zihnimiz hapsoluyor birinde bedenimiz.
hepsi de 'farketmeden' oluyor. ben fikret'i seviyorum. çünkü o naif bülent gibi değil. bu uzun hikaye. bir de kısa hikayeler var. zen hikayeleri. okusan hepsini seversin.
ama her kışın bir baharı, her şeyin bir zamanı var. bazılarımızın dermanı yok.
onlar beni üzüyor. sonra bir de kayan yıldızlar. bir gezegenim var, onu paylaşmak istedim 'ben sizden değilim' dedi. zaten yıldızlar da kaymadı o gece. şimdi de fikret söylüyor, pişman desen değilim diyor. ben de değilim fiko. zaten sırf bu yüzden bile olsa seni daha fazla seviyorum. daha fazla sevmek ne demek sorsan onu bilmiyorum. bilime inanasım yok. oyunlar oynayasım da yok. kendim gibi oluveriyorum. yeşillikler içinde bir çay bahçesi, uzun direğiyle bir yelkenli, eski şarkılar ve yine huzur. farketmeden oluveriyor her şey. beyazın hiç bu kadar güzel olduğunu bilmezdim. gözlerim açıkken ama farketmeden. yeşil yapraklar nefes alıp verirken ve bir ağaç köklerini daha derine doğru salarken. hatta dünya dönerken ve yıldızlar kayarken.
bütün bunlar yalnızlıktan önce başladı bunu biliyorum.
ayaklarımı toprağa basıyorum. şimdi buradayım. toprakla. ve denizle.

5 Ağustos 2010

deniz, kum, biraz ferahlık ve sonrası

yine o pencerenin önündeyim. denizin üzeri tuzluymuş gibi hissettiğim bir bulutla kaplı. eskilerden bir günü, buraya ilk geldiğimde düşündüğümü düşünüyorum. bir maziyi anışımı anıyorum yani. bir mutluluk anını özleyişimin, ne kadar melankolik olduğunu düşünüyorum. zaman gerçekten geçiyor, bir zamanlar geceleri uyandırılıp yıldızları izlemem ve geçen uçakları saymam için bir yerlere götürülüyordum. o zamanlar, o gecelerde neler düşünüyordum, hiç hatırlamıyorum. oysa bugün, yani az önce tekrar o pencerenin önüne geçince, iz bırakmayı düşündüm tekrar. hani binlerce kez düşündüğüm şeyleri, tekrar tekrar teyit edişim. tekrar düşündüm. bana sinir yaramıyor olric. şahenk bunu senden daha iyi bilir. ama insan kendini var edecekse yani hani şu iz bırakma hadisesi, bir yerlere mührünü basmayı içinden geçiriyorsa yani kişi bunu yapması için çok geniş bir alana ihtiyacı olur gibi geldi bana. yani denizi izlerken. evet dedim bu gerçekten yeterli bir alan. bana bir deniz verin, ben de kendimi gerçekleştireyim. üzgünüm ama bunu karada yapamam. belki gökyüzü de bunun için elverişlidir fakat deniz bambaşka. kafamı sokuyorum, nefesimi tutup dinliyorum. etrafımı bürüyen evrenin hiç bu kadar bana değdiğini, benle birleştiğini anımsamıyorum. şimdi ben artık evrene 'değiyorum', ve o da üzerimden akıp geçiyor. her zamanki gibi bu bir çoğalış. değmek ve içiçe geçmek çoğaltıyor, 'evren yasası bir'. çoğalıyorum ve böylelikle renk değiştirdiğini keşfettiğimiz denizlerle kendime doğru tekrar yola çıkıyorum. bir mühür basmak adına. sonra bir nefes alıyorum, içime denizin 'ferahlığı' doluyor. insan iz bırakmalı mı diye tekrar soruyorum kendime. dedim ya bu kafa yoruş 'insanlıkla' birleşmeye dair bir çaba. insan insanlıkla bir şekilde içiçe geçmeye gayret etmeli diye dogmatik bir cümle kuruveriyorum. sonra kurduğum tüm dogmatik cümleleri unutuyorum. yarın sabah yeni biri olacağım. ama bu mümkün olmuyor. iz bırakmak istemiyorum. bir mühür vurmak istemiyorum. üzerinden akıp gidesim var. bir deniz kenarında, denizin rengi değişirken, deniz börülcesine takılan aklım ve bir kadın kahkası. hayat böylesine güzelken durup bir yere iz bırakmak istemiyorum. akıp gidesim var. saçlar uçuşuyor, tekrar evimdeyim, bir lotus çiçeğini düşün diyorum kendime, suyun üstünde, askıda... suda iz kalmıyor, deniz renk değiştiriyor. ben de.

5 Haziran 2010

askerlik yapacak bir şey yok ...

05 Haziran 2010, Cumartesi
saat: 15:06


uzun zamandan sonra birkaç satır bir şeyler karalayabilmeyi ümidediyorum.

burada egenin bu nadide köşesinde insanlar
-daha doğrusu genç asker çocuklar- üzerinde yaptığım gözlemler sonucunda estetik ve etik arasında derin bir bağ olduğunu hissetmiş vaziyetteyim. bir filozof olmadığım içindirki bu bağı bir determinist çerçeve içine yerleştirip sistematik bir şekilde açıklayamıyorum. sadece seziyorum. bu da benim dışımda kimseye bir fayda sağlamıyor.

bunun dışında geceleri yıldızlar altında tuttuğum nöbetler esnasında, milyonlarca yıldır evrenin boşluğundan süzülüp gelmiş yıldızların ışıklarının -ki bir çoğu artık ölü yıldızlardır- gözlerime ulaştığı anlarda garip bir esrime ve kutsanmışlık hali hissediyorum. üzerimden geçen uçaklara bakıp bir yığın saçma sapan şey düşünüyorum. şimdiye kadar 40 saate yaklaşan nöbetlerimde hayatıma giren kadınlardan okul hayatıma ordan yaptığım hatalara neredeyse tüm hayatımı bir gözden geçirdim. daha nöbetlerin devam edecek olması ikinci ve detaylı bir gözden geçirme demek olacak..


onun dışında buranın da dışarıdan farkı yok. her anlamda pisliğe alışman için ellerinden geleni yapıyorlar. pisliğe alışmak ilginç şey. berrak suya mürekkep damlatmak gibi. ama bunu detaylı anlatmayacağım. merak eden damlatsın mürekkebi baksın. sizinle mi uğraşacam.

19 Mart 2010

iyi

dont you cry tonite. zaman geçmeye devam ediyor sanırım. sinsi ve karanlık bir esintiyle. bunları düşünme. kirilov ölmüş olmasına rağmen ona katılmıyorum. insalara mutluluğu öğretsen bile onlar mutlu olamazlar. onlar iyi olduklarına inanmazlar. inanamazlar. sonra da şu naif görüntüsü altındaki puşt babaların argümanını masaya koyuverirler. ben sana güveniyorum ama dışardakilere güvenmiyorum. onlar da kendilerinin iyi olduklarını düşünürler fakat diğerleri kötüdürler. sırf bundan dolayı diğerlerine iyi davranılmamalıdır. çünkü bu suistimal edilebilir. o yüzden aramızdaki iyiler de yavaş yavaş kötüleşirler ve hatta kötürümleşirler. kötürümlerin en tiksinti verici özelliği sorumluluklarını yerine getiremeyişleridir. içlerinden kaynayarak fışkıran sevgiyi dış dünyanın kötü olduğu inancıyla söndürürler ve size baştan söyleyebilirim ki buradan bir etik çıkmaz. tanrı varsa eğer ve varlığıyla yetinmeyip bir de bizleri yaratmışsa, bizi doğuştan günahkar ya da günahsız yaratmak konusunda da bir tercihte bulunmuş olmalıdır. belki de değildir... ama bu uzun bir konu. çok sevgili arkadaşım bayan f...'ın da dediği üzere tanrının varlığı ya da yokluğu bizi ilgilendirmez. çünkü bunu ne bilebiliriz ne de sezebiliriz. o yüzden bununla ilgilenmek ya da üzerine kafa yormak anlamsızdır. farkındayım o sondaki anlamsız kelimesi at sikine konmuş sinek gibi duruyor ama bunlarla da yetinebilmek gerek. zaten aslında derdimiz ne tanrı ne de anlam şahenk. tek derdimiz yetinmek. yetinmek dışında bir de emekçilerin tarihin en başından beri getirdikleri diğer sorunumuz da geçinmek. o yüzden şimdi iyi dinleyin ey işçiler bu sizin hikayenizdir. ya da buna benzer hoş kelimeler. zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi yoktur sisifosun. dahası zincirleri bile yoktur. ona bir taş zimmetlemiş tanrılar. bir kaç hafta içinde o tanrılar bana da bir piyade tüfeği zimmetleyecekler. tanrıların öcü böyle sessiz sedasız oluyor.

3 Mart 2010

tesadüf

hayat tesadüflerle dolu derler ya şahenk, dolu dolu değil ama bazen bir tane çıkıveriyor bir çoğuna değer. not düşeyim buraya.

13 Şubat 2010

"elimden geleni yaptım"

sonra ağzının içine silahı dayarken durdu. dudaklarında aptalca bir gülümseme belirdi. hayatına girmiş bütün "öğretmen"lerini düşündü. ilkokul karnelerindeki "zeki ama yeteri kadar çalışmıyor" ifadelerini. bütün hocalarına dağılmış kafasının resmini yollamak geçti içinden. resmin arkasına da "elimden geleni yaptım" yazmak istiyordu. elinden gelen buydu. hocaları da dahil olmak üzere bütün insanlar yani gelmiş geçmiş tüm insanlık, yani milyonlarca yıllık bütün bu insanoğlu şunu anlayamamıştı; onun elinden gelen buydu. kullanılmayan potansiyelin varlığı kimseyi ilgilendirmez. o yalnızca bir ütopyadır. ne ciddiye alınacak bir yanı vardır ne de gerçeğe dönüşmeye bir eğilimi. yoklukla eşdeğerdir kısaca. sonra şu ilkokulda taktıkları yakalar geldi aklına. silahı bırakıp o yakalardan birini bulsam sonra da onunla mı assam kendimi diye düşündü. simge yüklü bir ölüm olmaz mıydı. olabilirdi. ölürken bile simgelerle uğraşıyordu. tanrıya inanan bir insan ölürken bile simgelere ve seremonilere kıymet atfedebilir fakat ya inanmayan bir insan. o insan için anlamın sonsuzlukta eşleştiği bir anlam grubu yoktur. yani bütün anlam ipleri gelip gelip ölümün karanlığına teslim olurlar. geriye yazı kalır ve insanlık tarihi. başka da bir şey değil. fakat böyle bir insan bile simgelere kapılmak isteyebilir. sırf kendini insanoğlunun o uzun yolculuğuna eklemleyebilmek için. karışmak arzusudur yani bu. tıpkı tanrıya inanıp sonsuzlaşmak gibi, insana inanıp da sonsuzlaşabilir yani kişi. diğer bir deyişle bütün bu biriktirilmiş macerası insanoğlunun en az tanrının sonsuzluğu kadar ilgi çekici ve kışkırtıcı olabilir. ve kişi koşulsuz bir biçimde ve "materyalist" bir düşünsel kimlikle kendini oraya bağlayabilir. buna bir mistisizm atamak ne kadar doğrudur ya da ne kadar gerçekçidir onu bu metni kaleme alan kişi bilecek durumda değildir. fakat bunu bilebilecek bir çok aklı başında insan sokaklarda mevcuttur ve kolay bir anket çalışmasıyla bütün bu verilere ulaşılabilir. ama insan kendini ilkokulda önlüğüne taktığı beyaz yakalarından biriyle asacaksa ve bunu da sırf o zekiydi ama çalışmıyordu diyen hocalarının inadına yapacaksa materyalist olması gerçekten mantıklı bir seçimdir.

intihar ve yıkıcı felsefe

insanlar neden kötüdür şahenk? çünkü iyi olduklarını bilmezler onlara bunu öğretmemiz gerekir. insanlar neden mutlu değildir şahenk? çünkü onlara mutluluk öğretilmemiştir. onlara bunu da öğretmeliyiz şahenk. isim benzerlikleri kişileri yakın kılar mı bilmem şahenk. fakat şatov dahi tanrıya inanmaktadır ve inanılması gerektiğinde de inatla mutabıktır. fakat bunlar konu değil. şehirdeki fareler patır patır ölüyorsa ve bir salgının habercisi olaraktan da insanlar da aniden ölmeye başlamışsa hala o şehrin valisi önlem almaktan neden imtina eder şatov ya da şahenk? ya da insan eninde sonunda intihara mı kenetlenmelidir? tek yol olarak yani tek ontolojik sonuç olarak önümüze bunu koyabilen son derece yıkıcı bir felsefi gelenekten mi medeniyet bekliyoruz aleksey? hayır beklemiyorum vladimir. ben beklemiyorum sayın rieux. ben hayatın güzelliğine ve yaşama inanan satırlar bekliyorum.

ruhumuzu şeytan satmak bir fikir midir sabahattin? ruhumuzu şeytana satmayı teklif eden bir yazar diyor ki "gerektiğinde ya çekiç olacaksın ya da örs." bu noktayı vurguluyorum. gerektiğinde ya çekiç ol ya da örs karl. bir de sanırım etrafındaki kokunun etkisinden dolayı saçmalamış diyebileceğimiz kadar ileri gitmiş biri var. gülbahçesinin kokuları aklını başından almış olmalı. en azından bunu anlatıcının betimlemesinden böyle tahmin ediyoruz. bize diyor ki "bütün evrenin krallığı bir damla insan kanına değmez". ah hadi ama pyotr ekşitme suratını. hemen şu banal donuk toplumlar yaftanı kafanda döndürmeye başlama. intiharı olumlamıyor diye bu sayfayı yırtıp atma. çok sesli korolarınız da sizin olabilir pek sevgili düşesim. intiharın aşkın anlamlarına ve hiçliğe. yaşama ölüme ve aşka. tanrı varsa bile bunun bizle bir ilgisi olmadığı açıktır. değil mi şatov. öyledir ekselansları.

----------------------------------------------

düşündüğümüz kadar yalnız değiliz. her şey düşündüğümüz kadar kötü değil. gelecek düşündüğümüz kadar karanlık değil. düşündüğümüz kadar büyük ya da küçük değil dünya. evren düşündüğümüz kadar duyarlı değil. ve düşündüğümüz düşünceler yalnızca birer düş.
düşündüğümüzden daha yalnızız. düşüncelerimiz yalnızca birer mübalağa. bir göbekli mercek misali beynimiz neye eğilse onu kocaman yapıyor. beynimizle tanrıya eğilsek o da kocaman olur. susmak da gerekir bazen. söylediklerin yetmeyince gevelemelere kapılmamak gerek. öyle zamanlarda birkaç mide bulandırıcı aforizma bilmeli insan. mesela durup dururken napolyon ne demiş para para para diyebilmeli insan. bu yeterince ahmakça. daha fazla üzerinde durulmamalı. düşündüğümüzden daha fazla yalnızız. ne kadar yalnız olduğumuzu düşünemeyecek kadar da kısıtlanmış bir ahmaklığın içindeyiz. o yüzden yalnızlığımızı abartıp abartıp yüzümüze vuran o feylesof bozuntularına karşı büyük bir tiksinti besliyoruz. onları yolda yakalasak suratlarına sıçmanın hayali içindeyiz. neyse ki onlar da sokaklarda gezmiyorlar. kafalarını kitapların içine sokup sokup çıkartıyorlar. binlerce kez ana karnından çıkar gibi. tekrar uyanıyorlar ve ağlıyorlar. oysa biz. bir kez ağlıyoruz ve sonra da ağlamak erkek adama yaraşmaz diyoruz. adam kelimesini de (man) insan yerine kullanarak insanı kaba saba güçlü kuvvetli etrafını değiştirmeye kudreti olan bir primat olarak tahayyül ediyoruz. maymun mu hadi ordan. gayet de mükemmel demektir primat. seni cahil adam. şimdi al başını koltuğunun arasına ve defol buradan. sen düşünmüyorsun yalnızca abartıyorsun. düşüneceksen düşünebildiğinden daha büyük bir yalnızlık düşün. ama onu düşünemiyorsan düşünme.

7 Şubat 2010

öngörü

kişi geleceğe yönelik "gerçekçi" bir öngörü oluşturabilmek için fenomenoloji, epistemoloji, ontoloji, estetik, etik, vb. alanlardaki bütün sorulara cevap vermek zorunda kalıyor.

elbette diğer türlü de yanıtlar verilebilir. mesela jacques attali'nin yaptığı gibi. ciddiye alan çok fazla insan da çıkabilir. ama işte asıl sorun da burada başlıyor. kişi geleceğe bakar ve gelecek hakkında bir öngörüde bulunmayı arzu eder. bunun küçük ölçekli olanı hepimiz için geçerlidir. hepimiz geleceğimizde nelerin saklı olduğunu bitmez tükenmez bir merakla merak ederiz. ya insanlığın geleceği? bunu da merak edenler çıkar aramızdan. türe karşı ciddi bir aitlik hissiyle bağlanmış ve kendini anlamanın bir basamağının da türünü anlamaya göstereceği sadakat olduğunu kavramış kişilerdir bunlar. bazı kelimelerin "kaptırılmış" olduğunu düşündüğüm için onlardan uzak durmak arzusu içinde oluyorum zaman zaman. fakat bu kelimeden uzak duramıyorum. kurtuluş. bu kişilerin tamamı kurtuluşu aramıştır. anlama-nın peşinden sürüklenerek kurtuluşu bulacaklarını ümidetmişlerdir. "söyledim ve ruhumu kurtardım" sözünü başka türlü açıklayabilmek mümkün görünmüyor.

anlama-nın peşinde koşan insan, insanı anlamak gayesinde olduğu için, anlamı insana bağdaştırır. anlam(gerçek-hakikat) peşinden giden islam felsefesi ise bambaşka bir yere vardırır yolculuğu. hakikatin hikmetiyle akış tamamlanır ve böylelikle bir anlamda kırılamayacak bir zincir oluşmuş olur. estetik, etik, epistemoloji, ontoloji vs gibi bütün konulara yanıtlar vermiş olmasına rağmen yine de bir felsefe olarak görülmediği de olur islam felsefesinin çünkü "kurtuluş"u baştan bağlıdır. bu baştan bağlanmışlık durumu, özgürce bir gelecek öngörüsüne izin vermez. halbuki belki "bütün amaç" "gerçekçi" bir gelecek öngörüsü yaratmaktır. spinoza, hegel, kant ve marks'ın tarih konusundaki takıntılı denebilecek halleri buradan kaynaklanmaktadır.

gelelim marks'a. marks yaşadığı dönemdeki toplumsal yapının (disiplin toplumları) bir nihai yapı olduğunu düşündü. bu yapı içerisinde bir iktidar mücadelesi olacaktı. ve iktidar el değiştirdiğinde yani proleter devrim gerçekleştiğinde de toplum yine bir disiplin toplumu olarak kalacaktı. halbuki proleter devrim marks'ın öngördüğü biçimiyle hiç gerçekleşmedi. rusya, çin, küba ve arnavutluk deneyimleri enternasyonalist fikirleri spinoza'yla tanışmak zorunda bıraktı sanırım. yani marksizmin evrensellik iddiası en az fukuyama'nın son insanı kadar saçmadır içinde bulunduğumuz dünyada. diğer taraftan "disiplin toplumları" marks'ın öngörülerinde pek de yer almadığı bir biçimde evrilerek "denetim toplumları"na dönüşmüşlerdir. bu anlamda artık klasik marksizmin özellikle ekonomi-politik ayağının otonomist marksistlerce nasıl ve neden eleştirildiği iyice anlaşılmalıdır.

artık "yabancılaşma" içeriği bakımından marks'ın tarif ettiği yabancılaşma değildir. sömürü de bu şekildedir. bu anlamda gramsci'nin hapishane mektupları yol gösterici olmuştur. "sürekli devrim"in temel paradigması olduğu bir politik fikir bile insanın dogmalara aşık yanına yenik düşmeye doğru hızla kaymaktadır. devrimci kişi bir tür sürgündedir. yani devrime inanmak devrime inanmamayı bile kapsamalıdır. ya da devrime inanmak devrimin bir süreklilik olduğu bilincidir. devrim yönlendirilemez ve öngörülemez.

sadakat

sadakat üzerine düşünmeye devam ettim. çok az ahlak felsefesi okudum. kelimenin etimolojisini bulmak yol gösterici olabilir diye düşünüp kelimenin etimolojisine baktım. sadaka, sıtk, sadık ve tasdik aynı kökene bağlı sözcükler. doğru olma, doğruluk, iyi niyet gibi anlamlarla eşleşiyor. doğrunun ne kadar muğlak bir şey olduğunu düşünürsek, sadakatın de ne kadar rölatif bir kavram olduğunu tekrar görebiliriz. ama elbette rölatif kavramları tanımlamaktan ya da onları bir biçimde dile dökmekten kaçınmaya kalkarsak bu da dilin sanırım yüzde doksanı kadar bir bölümünü çöpe atmaya benzer. doğruyu hep matematikteki doğruyla eşleştiriyorum. bir noktadan çıkar ve sonsuza doğru uzanır. iki doğru eğer paralelse sonsuza dek kesişmez. doğru bizim içimizden çıkar ya da içimizden geçer ve sonsuza doğru gider diğer anlamda yolu boyunca karşısına çıkan her şeyin içinden geçer, içinden geçtiği şeyleri etkiler, ve onlardan etkilenir. yani doğrularımız yollarına her ne kadar dosdoğru devam etseler de değişirler. diğer yandan doğrularımız başka doğrulara paralelse asla kesişmez. biz karşıt fikirleri ya da karşıt doğruları hep kafa kafaya gelmiş şekilde düşleriz, halbuki asıl olan paralellikleridir. bu paralellikten dolayı asla kesişemezler. ben de yazdığım her yazıda ve düşündüğüm her düşüncede doğrularımı nasıl bir doğru üzerinde değil de bir kaç doğru üzerinde hareket ettirebilirim bunu düşünüyorum. çünkü ne kadar fazla doğrum diğer doğruları paralel geçerse o kadar eksilmiş ve o kadar az eklenmiş bir doğrular bütünüm olacak.



işte sadakat, buna benzer bir düzlemde düşlendiği zaman insanın doğrularını arttırabilmek için giriştiği çaba olarak tanımlanabilir. yani sadakat, doğruluğunuzu daha geniş bir alana yayarak kendinize ve insanlara daha yakın olmanızı ifade edebilir. böylelikle hem doğrularınız binlerce farklı yöne yayılıp binlerce farklı doğruyu keser hem de diğer doğrularla kesiştiği her noktada doğrunuzun kendisini ve kesiştiği doğruyu değişime zorladığını gözlemlersiniz. böylelikle sadık olabileceğimiz tek şeyin değişimin ta kendisi olduğunu da idrak etmiş oluruz.



öyleyse sadakat ilk bakışta bize düşündürdüğü durağan halinden çok farklı olarak sürekli değişmeyi ve yenilenmeyi gerektiren bir kavram olarak yeniden ele alınabilir. diğer taraftan, doğruluk bir değer olarak her daim değişkendir. elbette binlerce yıl içinde katılaşmış ve kesinleşmiş değerler ortaya çıkmıştır. mesela öldürmemek, çalmamak gibi değerler bir anlamda sabitlenmiş değerlerdir. doğam sevgiye katılmaktır, nefrete değil diyor antigone. bunun gibi bazı değerler insanlığımızın temeline çapa atmıştır. fakat sadakatin o durağan algılanışı bir süre sonra bu değerlerin isimlerini yani kavramları kirletmeye başlamıştır. tıpkı akan su ile durağan su gibidir buradaki ilişki. durağanlaştırılmış ve ezberlere sokulmuş kavramlar, zamanla özlerinden kopup birer imaj haline gelmeye başlamıştır. işte sanırım değerlerimizin kirlenmesi bu noktada başlar. çünkü değerlerin evrendeki başı boş salınımını kavramlarımız aracılığıyla boyunduruğa vurduğumuzda, kavramlar o değerlerin imajlarına ve durağan şekillerine dönüşürler. sonra da bozulmaya, kirlenmeye ve çürümeye başlarlar. tıpkı bedenimize, ruhumuza ve zihnimize yaptığımız gibi kavramlarımızı da sürekli değişime tabi tutmaktan sakınırız. oysa kavramlarımızın belli temel parametrelerinde uzlaştıktan sonra onları özgür kılmamız gerekmektedir. yani doğruluğu ararken elimizi ilk önce özgürlüğün yuvasına sokmalıyız. öyleyse bir tanım daha yaparsak sadakat aynı zamanda özgür olmak ve özgür bırakmaktır. diğer bir deyişle byunduruk altına alınmış bir değerler silsilesi her ne kadar sapasağlam ve dipdiri duruyorsa da o değerleri boyunduruğa almış olan güç boyunduruğunu o değerlerden çektiği anda o değerler içe bükülerek çökmeye başlayacaklardır. bundan dolayı doğruların kendilerini varedebilmesi için onların özgür bir şekilde iç enerjileriyle kendilerini kurmalarına yol vermeliyiz.



tekrar bir tanımlamaya girişirsek sadakat kişinin kendi iç gücüyle kendi kendisini hiç durmadan değiştirme iradesidir. bu iradeyle birlikte kişi doğrularını çoğaltıp çeşitlendirecek ve bu yolla kendim dediği şeyin muğlaklığını görüp, herhangi bir şeye yapışmaktan vazgeçecektir. beden, zihin ve ruh herhangi bir şeylere yapışmaktan vazgeçtiği anda, tıpkı gezegenin güneş etrafındaki dönüşü misali havada asılı kalmış bir şekilde hareket etmeye başlayacaktır. ve tıpkı gezegenin güneş etrafında dönüşü gibi bir merkez noktaya odaklanacaktır elbette. çünkü insan bir bedene sahip olması dolayısıyla belli başlı limitlere de tabi olmuştur. o yüzden insanın doğru algısı hep bedenin çekim kuvveti etrafında dönmeye devam edecektir diyebiliriz. öyleyse yeniden bir tanım yapmak gerekirse sadakat, bedenin, zihin ve ruh etrafındaki çekim alanından kurtulmasına engel olduğu yörüngedir diyebiliriz.

bana güven.

berilerinde yağmur yağdığı çok açık. yani yağmur yağmıyorsa bile o arka plana bir yağmur yerleştirilmeli. çocuk camdan dışarı bakarken bunu düşünüyor. bir yandan da "uzaklık"la ilgili bir şarkıyı mırıldanıyor. sesinin mırıltısı bir artıp bir azalıyor. sonra susuyor. elleri titremesin diye boynundan itibaren tüm kaslarını kasmaya çalışıyor. geçen yıllara küfrediyor biraz daha spor yapmış olsa şimdi bedenine söz geçirebilirdi belki. olmuyor. elleri titriyor. dışarda yağmur yağıyor. tekrar aynı pencere uzun uzun bakıyor. şarkıyı mırıldanıyor. söyleyen adama bırakıyor sonra o daha güzel söylesin diye. güzellikle hiçbir şeyi becerememiş olduğunu düşünüyor. abartıyor muyum? hırıltı gibi çıkıyor gırtladığından. dilini damağına değdirip sağ avcunun içine yerleştirmiş olduğu soğuk kabzayı daha sıkı kavrıyor. arkasına dönüyor. kız yatakta. bütün bunlar olmadan, yani elleri titremeye başlamadan,silahın soğuk kabzasını kavramadan ve "ben kimseye güvenmem" sözlerini duymadan... ne yaptığını düşünüyor. ömrü boyunca güvenmiş ve güvenmek için çırpınmış bir adam, ve ömrü boyunca kimseye değil hiçbir şeye güvenmemiş bir kadın. soğuk bir silah kabzası. yağmur. titreyen eller. beyaz bir ten. yeşil gözler. öğlen ışığı hafif sisli. şarkılarıyla odayı dolduran bir adam. bu dili anlamıyor olmayı çok isterdim. ah ben de hem de nasıl. bana güveniyor musun? evet! hayatımda ilk kez. öyleyse ağzını aç. silahın namlusunun soğukluğu, üstüne bastırılınca acıyan dili. metal kokusu ve tadı. bana güven. tetiği çekiyor. duvar kıpkırmızı. artık elleri titremiyor. kendi ağzına sokuyor namluyu. tetiğe basıyor.

12 Ocak 2010

beyaz adamın manifestosu

ben üstün, güçlü ve zeki beyaz adamım. dünya benim kontrolüme verilmiştir. ben bu yetkiyi tanrıdan almaktayım. tanrı bana bu yetkiyi üstün, güçlü ve zeki olmamdan dolayı vermiştir. dünyada tanrını koyduğu kuralları uygulamak ve onları yerleştirmek ve dahası güçlendirmek benim işimdir. bir beyaz adam olarak tarihim ilk insana kadar dayanır. zira nasıriyeli yahudi isa bile görüntü itibariyle beni andırır. ben hem görüntüm hem de kurduğum değerler sistemi bakımından 'insan nedir ve nasıl olmalıdır?' sorularının cevabına karşılık gelirim. ilk galibiyetim neandartellere karşı olmuştur. onlar daha karmaşık sesleri çıkaramadan, ben karmaşık sesleri çıkarmaya elverişli bir gırtlak yapısına sahip olarak, çeşitli sesler çıkarabilmeyi ve bu yolla konuşabilmeyi başardım. bu bahsettiklerim her ne kadar çok eskide kalmış olsa da benim evrensel değerlerimin meşruluğu zemini açısından oldukça önemlidir. çünkü karmaşık sesleri çıkarabildiğim içindir ki, endüstri devrimini de ben yaptım ve demokratik cumhuriyetleri de ben kurdum. demem odur ki, ben hem karmaşık diller geliştirdim, hem de karmaşık üretim sistemleri ve karmaşık siyasi sistemler. bütün bunların da sebebi elbette açıktır. çünkü ben tanrının kutsadığı ve bir misyonla bu dünyaya gönderdiği üstün, güçlü ve zeki beyaz adamım. bazılarınız eğer gücümün kaynağını mistifiye ettiğimi söylerse, ona kurduğum eşsiz evrensel değerleri anlatarak cevap veririm. tanrı beni üstün yaratmıştır. bu dünyadaki diğer kavimlere ve diğer canlılara nazaran ben daha güçlü ve zekiyim. fakat bu gücümü ve zekamı hep insanlığın gelişmesi için kullandığımdandır, bu güç hiç elimden alınmadı ve artarak devam etti. ben hep insanoğlunun barış ve huzur içinde yaşaması adına çarpıştım. medeniyetin en kıymetli ürünleri olan; eşitlik, kardeşlik ve özgürlük fikirlerini elimde yanan bir meşale misali dünyanın dört bir yanına taşımak için gerektiğinde canımdan vazgeçtim. renklerinden, dinlerinden, dillerinden ya da yaşadıkları coğrafyalardan dolayı bir türlü medenileşemeyen, bir türlü benim evrensel değerlerimi benimsemeyen diğer insanları da hiç şüphe duymadan kardeşim ilan ettim ve onların da müreffeh rejimler kurabilmesi için siyasi organizasyonlar dahi kurdum. onların fırsatlarını değerlendirememesinin kabahati de benim üzerime yüklendiğinde bile yüzümde yalnızca olgun bir gülümse belirdi ve bütün bu suçlamalar sırtımda bir kırbaç gibi şakladı ve ben daha çok çalıştım. tıpkı kurduğum biricik siyasi değerler sistemi gibi, inandığım o biricik ve evrensel dini de diğer insanlar öğrensinler ve böylelikle günahlarından dönsünler diye dünyanın ulaşmadığım bölgesi kalmadı. bütün bunları yaparken içimde hep iyi niyet ve acıma vardı. beyazlığın; temizliği, saflığı, iyiliği, tarafsızlığı ve tanrısal yüceliği temsil ettiğini asla aklımdan çıkarmadım. her daim insanlığın iyiliği ve güzelliği için çalışacağım ve bu yüksek ülkünün omuzlarımı çökertmesine asla izin vermeyeceğim. gerekirse bu yüksek ülküler uğrunda -daha önce binlerce kez olduğu gibi- ölümü dahi göze alacağım.

ben tanrı tarafından kutsandım ve bu görevle dünyaya gönderildim.

2 Ocak 2010

eğleniyor kendi başına

11 Ocak 2008, Cuma
saat: 15:59


uyudum
uyandığımda tam bir maldım
sonra biraz daha uyudum
herşeyi unutana kadar uyudum
uyandığımda bu dünyaya dair tek hatırladığım şey bir şarkının dağınık sözleri ve biraz da dağınık melodisiydi
kalkıp o şarkıyı açtım
birşeyleri yemeği düşünüp mutfağa gittim küp şeklinde kesilmiş katı beyaz şey sanki lezzetli gelecekmiş gibi hissettim ucundan biraz kırıp ağzıma koydum beğenmedim
beklediğimi bulamadım onda
beklediklerimi bulamıyordum
her neyse
odama döndüm hala şarkı çalıyordu
oturup gogol'u aldım elime
paltoyu okumayı koyuldum
herşey bin yıl eskisi gibiydi
sanki hiç doğmamış gibiydim
bütün bu olup biten hikayeydi
yırtık pırtık bir paltodan ağladınız mı hiç
ben ağladım
çok ümitsizdi tamamen o yüzden ağladım
bir de o terzi bozmasının inatçılığı ağrıma gitti
göt herif tamir etmeyi denesen ne değişirdi ki sanki
tamam bunu da geçelim
birden şarkının sözlerine dalmış buldum kendimi
ne diyor lan bu dedim silkinerek
hayatımda ilk kez dinlediğim cümleleri ve kelimeleri anlıyordum
ne acayip şeydi o öyle
izin verin o cümleleri sizlerle de paylaşayım belki sizleri de beni çarptığı kadar çarpar
belki aranızda benim gibi bir ahmak daha vardır ve ahmak için de ilk anladığı kelimeler olacaktır bunlar
ve böylece belki o ahmak da benim gibi birden bire hayatın anlamını bulmuş gibi coşup sonra sinecektir
eğer o ahmak oralarda bir yerlerdeyse onu ilelebet kardeşim ilan ediyorum
onu gerçekten seviyorum
ve son olarak ben artık kesinlikle benden daha akıllı insanları sevmiyorum
en az kendim kadar ahmak dar görüşlü ve bir o kadar da ahlak yoksunu insanlarla beraber olacağım
o zırvalıklarla süslü tüm yüce amaçlarımdan vazgeçtim bu sabah
çok uyuduğumdan olsa gerek
hepsini unuttum
ama içimde sanki birer zırvalıkmış gibi bir tortu kalmış
hepsinden vazgeçiyorum
nelerden vazgeçmedim ki
bunlardan da geçerim olur biter
ben böyle bir adamım işte
umutsuz ve zavallı bir adam
uzaktan baksanız yani o taa dışardan
o zaman dersiniz ki vay be adama bak nasıl da salına salına geziyor
hatta geçen gün arkadaşımın dediği gibi "birkaç aydır gördüğüm en güzel kız sana müthiş bakışlar fırlatarak geçti yanımızdan"
ya da birbaşkası hakkımda "vay be amma da bilgili adam" diye iç geçirmiştir
halbuki bu sabaha geri dönelim
bütün bu sözleri uyduruyorum kesinlikle
bu sabah anladım bunu
bana bunlar söylenmiş gibi davranıyorum
içimdeki cüce benliklerime bunları söyletiyorum
sonra da bunlara büyük "abi" benliklerim inanıyor
ne de keyifli hayatım var değil mi
bu cümleyi yazarken yaşlı bir kokananın o şen kahkahası patlayıverdi beynimin içinde
ne de keyifli hayatım var değil mi
ahhaahh haaa

her neyse şu şarkının sözlerini sizlerle paylaşmak için ölüyorum şu anda
daha fazla uzatmamalıyım bu acıyı
ve belki bu şarkının sözleri beni o ahmakla tanıştıracak ve o ahmakla, iki ahmak ne kadar mutlu olabilirse, o kadar mutlu olacağız.
durun durun bir dakika
asıl mutluluk biz ahmaklarındır
neden böyle söyledim ki şimdi
sanki biz ahmakları aşağılarmış gibi
oysa biz ne de yüce kişilerizdir fakat değerimiz anlaşılmamıştır tarih boyu
tarih boyu mu
ben ne anlarım ki tarihten
peki daha fazla uzatmanın anlamı yok
kalın sağlıcakla

"yarismadi
yenilmedi
açik seçik sizle oynamadi
gerilmedi

sanilmasin yine basmis onu bulantilar
yanilmasin öyle dalga geçen yabancilar

ah egleniyor kendi basina
ah nesesi yeter
ah umurunda mi sandin bu dünya
ah nesesi yeter

konusmadi
hiç duymadi
açik seçik sizle takilmadi
daralmadi

ah egleniyor kendi basina
ah nesesi yeter
ah umurunda mi sandin bu dünya
ah nesesi yeter"